|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Gün intikam günüydü
"Acı acı yutkunduk, dudaklardan eksik olmayan dualar okunuyordu. Kurşunu çekecekleri yere mi gelmiştik?"
Ufuklardan inen akşamlar ölü
Kavaklar bir öykü fısıldar sessiz
Burada binlerce ceset gömülü
Belene bir mezar mı esrarengiz?
Mayıs 1985 Ömer Osman
Bulgaristan'da komünist sistemin 45 yıllık iktidarının bu ülkede yaşayan Müslüman Türk toplumunun hayatı üzerindeki etkilerini ve yaşanan gelişmeleri bir gün yazmaya kararlıydım. Türkler'e yapılan zulmün finali ise Jivkov sisteminin 1984 yılı sonlarından 1989 yılı sonuna kadar Türkler'e uyguladığı soykırımı ise insanlık tarihinde az rastlanan bir olaydı. İnsanları adının bile ürperttiği Belene ölüm adasındaki toplama kampını yıllar sonra tekrar faaliyete geçirip, beş yüz kadar Türk'e aylarca burada eza ve cefa çektirmesini ilk günden son gününe kadar görüp yaşadım. O günleri yazmasaydım vicdan azabı çekerdim.
Hatıralarımın esas kısmını içeren 16 ay Belen'de, 13 ay Bobovdol'da ve on altı ay da sürgünde geçen günleri Türkiye'ye geldiğim 1989 yılı sonlarında yazmıştım. İyi ki de o zaman vakit ayırıp yazmışım. Yaşanan olayları şimdi, günü gününe, kişilerin isimlerini de hatırlayabilmem mümkün değildi. Son günlerde bazılarının ''Neden Belene'yi yazıp, anlatmıyorsun?'' diye ısrarlı soruları karşısında, o ıstırap dolu günlerin öncesi de hafızamda canlandı.
Kendi arşivimden, bol miktarda kullandığım fotoğraflarla Bulgaristan'da Türkler'in hayatının son yarım asrına karınca kaderince ayna tutmaya çalıştım. Gelecek nesiller için bir belgesel hali alan hatıralarımın bazı bölümlerini ilk olarak Yeni Şafak gazetesinde yayınlanmak nasip oldu.
Mehmet Türker kimdir?
Mehmet Türker 1950 yılında Bulgaristan'ın Kırcaali ilinin Sindelli köyünde dünyaya geldi. Sofya Üniversitesi Batı Dilleri Fakültesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Öğretmenlik yaptığı yıllarda Mehmet Halilov adıyla birçok gazete ve dergide Türkçe ve Bulgarca haber, röportaj ve hikayeler yayınladı. Bulgaristan'da asimilasyon harekatına geçildiği 1984 yılı sonunda hükümetin politikasını desteklemediği için tutuklanıp Belene Kampı'na sürüldü. Bu kampta tam 485 gün kaldı. Kurtuldum diye sevindiği an bir yıl daha Bobovdol kasabasındaki tutukevinde cezalandırıldı. 1987 yılında Dragoviştitsa köyüne sürgüne gönderildi ve orada da 16 ay kaldı. 1989 yılının Mayıs ayında birkaç bavul, 2 çocuğu ve eşiyle Viyana'ya gönderildi. 31 Mayıs'ta Türkiye'ye geldi. İstanbul'a yerleştikten sonraki ilk 10 yıl Türkiye gazetesinde muhabir olarak çalıştı. Ekovitrin dergisinde ve Kanal 7'de Ekovizyon Programı için hizmet verdi.
Meçhule Yolculuk...
Homurdanarak yol alan otomobilin kasası konserve kutusundan farksız.
Yanımda benim gibi kolları kelepçeli öğretmen Kasım Hasanov da acılar içinde kıvranıyor. O da dün tutuklanmış, bugünü görmeyebilirim düşünceleriyle sabahlamış. Virajları göremediğimizden dolayı, vücutlarımıza hakim olamıyor, o benim üzerime, ben onun üzerine yığılıyoruz. Üç dört yıl önce geldiğim Mestanlı (Momçilgrad) kasabasında tanışmıştık. Çevresinde mert ve saygın birisiydi Kasım Muallim. Ağabey diyebileceğim kadar yaşlıydı benden. O günlerde gündem konusu olan kendi milli benliğimizle ilgili ciddi konularda hemfikirdik. Bu konularla ilgili birileri bizi ihbar mı etmişti acaba? İkimizin de ağızını bıçak açmıyordu. Karakolda geçirdiğimiz gece, anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirmişlerdi. O an nereye ve niçin gittiğimizi bilmiyorduk. Onun dayaktan morarmış yüzüne baktıkça, kendi acılarımı unutur oldum. Sessizliği ilk Kasım Ağabey bozdu ve hafifçe:
"Benimle ilgili bir şey sordular mı?''
"Hayır. Ya sana beni sordular mı?''
O da hayır deyince, rahatladım. Demek ki, aylardır konuştuğumuz hassas konularla ilgili bir ihbar yoktu.
Acılar içinde kıvranan Kasım Ağabey, yine duyulur duyulmaz bir sesle:
"Sabaha kadar nöbetleşerek dövdüler. Aralarından birisine Albay Halilov diye hitap ediyorlardı. Hepsi palavra. Güya, bakın bu vatana emniyette de hizmet eden Türk var diye bizleri kandırıyorlar. Yemezler... Bir an elinde bir avuç mermiyi gösterip, 'Bunlar senin için. Dışarı çıkarır, beynini dağıtırım, kimse de hesap soramaz' diye tehditler savurdu'' diye anlatırken, araba durdu; kapı açıldı.
Otomobile elleri kelepçeli beş kişi daha bindirdiler.
Yaşlıca, karayağız olanın sakalı nereden bakılsa, bir haftalık olmuştu.
Dudakları kıpır kıpır dua okuyan bu hemşehrim benim yanıma oturdu. Her birinin telaşı yüzünden okunuyordu. Biraz sıkışarak, hepimiz kutu kadar otomobile sığabildik. Saçı sıfır numara kesilmiş olanın da dua okuduğu belliydi. Başında şapkası da yoktu orta yaşlı bu kişinin. Oturur oturmaz yaşlıca adama:
"Hoca mısın?'' dedi. Yaşlıca olan da:
"Biraz öyle'' diye cevap verdi.
"Bende de biraz hocalık vardır'' diye ekledi orta yaşlı, saçları sıfır kesilmiş olan. Otomobil yükünü almış, tekrar harekete geçti. Kısa bir sükunetten sonra hepimizin kafasındaki "Nereye götürüyorlar bizi?'' sorusu birisi tarafından seslice soruldu. Her kafadan ayrı bir yorum çıkıyor, kimi Eski Zağra, kimi Lovça, bir başkası da Sofya cezaevlerine götürüldüğümüz tahminlerini yürüttü. Hiçbirimizin ilk aklına gelen ve en muhtemel gidebileceğimiz Belene'yi korkudan telaffuz etmeye dili varmıyordu. Oysa, Belene denince tüylerimizin ürperdiği o ölüm adasına son iki üç günden beri onlarca kişinin hapsedildiğini duymuştuk. Buna rağmen meçhule gidiyoruz diye kendimizi aldatıyorduk.
Türk olmak suçtu
Son bir kaç haftadan beri Bulgaristan Komünist Partisi'nin aldığı bir kararla artık bu ülkede Türk ismi ve Türk varlığı diye bir şey kalmayacaktı. Edinilen bilgiye göre devlet bu sorunu çözmeye o kadar kararlıymış ki, Türk nüfusun yüzde onunun imha edilmesi bile göze alınmış. Yirminci yüzyılın sonunda böyle bir vahşetle karşı karşıya kalan Bulgaristan Türkleri için varoluşlarının en kötü günleri gelip çatmıştı. Bu asrın sonunda bu tutuklamalar, kurşuna dizme olayları Patagonya'da değil, bir Avrupa ülkesi Bulgaristan'da yaşanıyordu. Bundan böyle ben Mehmet, ağabeyim Ahmet, kızkardeşlerim de Emine, Fatma, Hayriye olmayacaklardı!? Bunları düşünmek bile insanı kahrediyor. Ve bunu düne kadar beş asır boyunca Osmanlı esareti altında yaşayan bir avuç Bulgaristan yapıyordu! Bütün bu girişimler ve halk arasında burada asırlardan beri yaşamakta olan Türkler'in Müslümanlaştırılmış Bulgarlar oldukları hep uydurulmuş masallardı ve bir gün bütün bunların yanlış olduğu ortaya çıkacaktı. İki milyon Türk'ün yok olmasına dünya kamuoyu göz yumamazdı. Bizler şu anda böyle bir aptal politakanın mağdurları olarak arkamızda gözü yaşlı ana-babalar, eşler, çocuklar ve akrabalar bırakmışız.
Suçumuz ise Türk olmak.
Ölüp ölüp dirildik
Yola çıkalı 3-4 saat oldu. İki gündür kimsenin kursağına bir lokma bir şey inmemişti. Bir ihtiyaç molasıdır diye düşündük. Dışarıdan kulağımıza gelen konuşmalar korkunçtu...
"Şu analarını s... feslerini (Fes dedikleri Türkler'di) burada mı gebertelim, yoksa biraz daha ileride mi?''
"Nerede ölecekleri hiç de önemli değil. Nasıl olsa bizden hesap soracak mı var? Ha burada, ha orada'', derken bir üçüncüsü:
"Hadi biraz daha gittikten sonra işlerini bitiririz'' demesiyle bizde bet beniz kalmadı. Nabızlarımızın atışını kulaklarımızla duyar olduk. Birbirimize bakmaya korkuyorduk. Her birimiz bildiği duayı okuyorduk. Belki az sonra kelime-i şahadet getirebilirdik. Şu anda suçsuz tutuklu olmamızın da hiçbir anlamı kalmamıştı. Birkaç gün önce Kirli ve Mestanlı'da öldürülenler de suçsuzdu. Bulgar tarihinde bu tür olayların da nicelerinin yaşandığını biliyorduk. Kendi halkını bile katledenlerden her şey beklenirdi.
Otomobil tekrar yola koyulunca, bir daha hiç durmamasın istedik. Müthiş bir korku içinde her birimizin kendinden geçmiş bir hali vardı. Kimse konuşmuyordu. Otomobilin konserve kutusu gibi kapalı kasasının tavanından sadece gökyüzü görünse de büyük şehirlerden geçerken, yüksek binaların tepelerindeki yazılardan hangi şehirden geçtiğimizi tahmin etmek de mümkündü. Otomobil düz bir ovadan sonra rampa yola girdi. Virajdan viraja giriyordu. Sık sık düşük viteslerin birinden diğerine geçiyordu.
Donmaktan kurtuldum
Akşam oluyordu. Soğuk da giderek kendini hissettiriyordu. Balık istifi gibi yolculuk bizi mahvetmişti. Birbirimize dayanmasak, yerimize yığılıp kalacağız. Aramızda benden başka paltosuz yoktu. Tutuklamaya gelen polisler, öğretmenler odasından pardesümü almama bile izin vermemişlerdi.
Derler ya her işte bir hayır var; Ahmet Efendi'nin paltosu hayli bolcaydı.
Ayrıca sol kolu da kelepçesizdi. Soğuğa dayanamaz olduğum bir anda Ahmet Efendi'ye dönerek:
"Aman Hocam, 'Allah'ını seversen şu paltonla beni sar!'' dedim. Ricam üzerine Ahmet Efendi kolunu paltosunun yeninden çıkarıp, benim sırtımı çulladı. Böylece otomobilde donmaktan kurtuldum.Bitmek tükenmek bilmeyen yol uzadıkça, içimizdeki ümit kıvılcımı da büyüyordu. Gecenin karanlığında hâlâ bir avuç büyüklüğündeki Bulgaristan sınırları içerisinde mi dolaşıyorduk? Ah bir sabah olsaydı... Yeni gün yeni kısmet derler ya! Böyle iyimser hayaller içindeyken, otomobil durdu.
Hepimiz birbirimize bakıştık. Bu bakışlar birbirimize son bakış mı olacaktı? Acı acı yutkunduk. Dudaklardan eksik olmayan dualar okunuyordu. O an en kötüsü akla geliyordu: Acaba kurşunu çekecekleri yere mi gelmiştik? Allah korusun! Her birimiz çoluk çocuk sahibi... Ben henüz bugünlerde çocuk sahibi olmayı bekliyordum. İki gün önce tutuklandığım haberini almışlar mıydı acaba? İki hafta sonra doğum yapması gereken eşimi böyle acı bir haber çok kötü etkilemez miydi? Allah yardımcımız olsun derken, otomobilin kapısı açıldı, "İnin!'' emri verildi.
Ayazda tek donla kaldık
Yere indik. Soğuktan katılaşmış vücutlarımızı doğrultmakta güçlük çekiyorduk. Nereden bakılsa, on saattir aynı vaziyette yoldayız. Etrafımızda gördüğümüz manzara bizi bir kez daha ürküttü. Bizi çember içine almış ellerinde otomatik silahlı polisler, kurt köpeklerini zor zaptediyorlar. Üç sıra dikenli tellerden örülü bu avlu cezaevinden başka bir yere ait olamazdı, ama hangisine? Şaşkın şaşkın etrafımıza bakınırken silahların dipçikleriyle bir "Hoşgeldiniz'' aldık. Yerde diz boyu kar... Ayaz etrafı donduruyor. Sırtımda Ahmet Efendi'nin paltosu da yok.
İncecik ceketten soğuk iliklerime işliyordu. Önce kelepçeleri aldılar. Bir alışkanlık, soğukta hemen ellerim cebime gitti. "Bıçak mı çıkaracaksın devletin polisine?'' diye sırtıma inen cop bir kez daha bana sokakta değil, cezaevinde olduğumu hatırlattı. Hepimiz bir sıra olduk tel avlunun boyuna ve başladık beklemeye. Her an birinin "Ateş'' emri vermesinden korkuyorduk. Böyle anlarda dakikalar saat, saatler de gün kadar uzun sürer.
Beklediğimiz emir gelmedi. İçimizde küçücük ümit kıvılcımları canlandı.
Soğuktan yüzlerimiz morarmış, çenelerimiz tutmaz olmuştu. Kar üzerinde soyunmamızı emrettiler. Anadan doğma soyunduk, üstümüzde tek don kaldı.
Tek tek içeride bir görevli tarafından üzerimiz, bıçak, silah türünden bir şeyleri zula edip etmediğimizin belirlenmesi için arandı. Gece yarısı elbiselerinden mahkum olduklarını anlayabildiğimiz gruplar bir yerlerden geliyordu. Hiçbir suçumuz olmasa bile şu anda burada olmaktan, onların yerinde olmayı kırk bin kere tercih ederdim.
Ölüm adası!..
"Akşam üzeri kollarımı sicimle kıskıvrak bağladılar bir otobüs tutuklu ile Kırcali'ye götürdüler. Otobüstekilerinin kiminin başı yarık, kiminin kaşı açık. Kol, bacak, kelle kan içinde..."
Giyindikten sonra bizleri de ceza evindeki avluda bulunan iki katlı binaya aldılar ve bir yatak odası büyüklüğündeki koğuşa soktular. Paslanmış ranzaların üzerinde döşek gibi bir şey yoktu. Örtünmek için de dört parçaya bölünmüş kir yumağına dönüşmüş, battaniye demeye kırk şahit isterdi. Birer yer seçip, uzandık. Koğuşlarda soba veya kalorifer türünden bir şey de yoktu. Kışın ayazında bu koğuşun bir buzdolabından hiç farkı yoktu. Uzun yolculuk ve uykusuz geçen geceden sonra bile kimsenin gözüne uyku girmiyordu.
İlk sabah koğuştan aldılar, bodrum kata indirdiler. İsimlerimizi yazıyorlardı. Mehmet İsmail Ahmet dedikten sonra, büyük dedemin adını da sordular. Yedi sülalemi sorsalar hepsini şöyle sıralayabilecektim; babamın dedesi Küçük Halil, Halil dedemin babası Yumurtacı Ahmet, onun babası ise bizim köye yerleşen ilk atamız Uzunoğlu'nun oğlu Hasandı. Hepsinin de öz be öz Türk ismi çıkacağından koktular herhalde ki sormadılar. Babamdan Allah bin kere razı olsun bana soyumu sopumu iyi öğretmişti. Soysuz değildim ve benim soyumun Anadolu'nun Manisa yöresinden çıkıp, yaklaşık iki asır önce o zamanki Osmanlı sınırlarına dahil Doğu Rodoplar'ın Sindelli köyüne yerleşen evlad-ı fatihandan biriydi. Rodoplar'da, daima devlete sadık, fedakar, vefakar ve mazbut karakterli insanlardı benim atalarım. Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki çeşitli eyaletlerinde zaman zaman isyanlar görülür, eşkiya dağlara çıkarken, bizim bölge her devirde sükün içinde yaşadı. Rodoplu Türkler, Osmanlı'nın zaferlerinde aynı coşkuyu, kötü günlerde aynı hüznü yaşadılar. Hatta 1691 yılında Rumeli aşiretleri hakkında çıkarılmış bir kanunda, "Bu evlad-ı fatihan taifesi öteden beri devlet-i aliyyenin güzide bir cengaver, itaatlı ferman dinleyen askerlerinden olup, eski seferlerde küffar ile yapılan harblerde kendilerinden nice yararlık ve yüz aklıkları zuhur etmiş ve bu sebeple bu taifeye evlad-ı fatihan tesmiye olunmuştur!" dendiğini de iyi biliyordum.
Eksi 29 derecede varolma savaşı
Bu gerçekler karşısında Bulgar makamlarına "Afedersiniz, ben yanlış biliyormuşum, çekin şu sizin isim klavuzunuzdan bir İvan mı olacak, Petır mı, Georgi mi" diyemezdim. Bir insan namusuyla, şerefiyle, fikriyle insandır. İnsanca yaşamayacaksam, sadece var olmayı tercih edemezdim. Nasıl olsa elleri kelepçeli avı tuzağa düşürmüşlerdi. Burada istediklerini yapabileceklerdi.
Bu düşüncelere dalıp gittiğim anda yeni kıyafet seçme sırası bana gelmişti. Kim bilir sırtımızdan ne zaman çıkacak bu yeni kıyafetler!? Astarsız bir ceket, bir don, bir gömlek... Bu meçhul yerde konaklamamız uzun süreceğe benziyordu. Allah'a bin şükür ki, şu ana kadar idam gömleğini giydirmediler.
Gecelerden sonra gelen her yeni günü yeni ümitlerle bekliyorduk. Gazete yok, televizyon yok. Yeni gelenleri de bizim koğuşlara almıyorlar. Sadece arada bir sorgu memuruna kadar götürüp getiriyorlar. Sorulan sorular ise "Patlayıcı madde bulunduran birilerini biliyor musun? İsmini değiştirmeye geldikleri gün neden kaçtın? Bulgaristan Komünist Partisi (BKP)'nin uyanış harekatını (Vızroditelen protses) tastikliyor musun?" gibi her birimize sorulanlardı. Sonunda da "Görüyorsun, burada bu soğukları çekmek istemiyosan, gel bizimle ol ve bu çileden kendini kurtar. Her şey senin elinde" deniyordu. Bu konuşmalardan sonra evine gidenler de oldu. Gittiklerinde ne yaptılar, orasını da kendileri bilir!?
Günler birer birer geçiyor, ama soğuk havalar bir türlü geçmiyordu. Koğuştaki pencerede buzun kalınlığı ağzımızdan çıkan buhardan her gün bir kat daha kalınlaşıyordu. Bir sabah gardiyanın biri
"Aranızda Zvezdel'den olan var mı?" diye sordu.
"Ben oralıyım. Hayrola bir durum mu var?"
"Bir durum yok da, bu sabah orada sıcaklık eksi 29 derece olarak ölçülmüş. Burada da tam o kadar" dedi.
Ben otuz beş yıllık ömrümde böyle bir soğuk yaşamamıştım; ama kitaplarda bundan 100 yıl önce bu derece soğuk yaşandığı yazıyordu.
Bir gün Salih Çubukçu başka bir koğuşa değiştirildi. Yerine Topallar'dan olduğunu söyleyen Muhammet adında iri yarı biri geldi. Kucağında iki battaniye, sırtında da bizim oralarda 'vatenka' denilen pamauklu işçi montu vardı. Bir haftalık sakalı gözlerini daha da içine göçmüş gösteriyordu. Korkak bir hali vardı. O da Kirli'deki ayaklanmada tutuklanmıştı. Olayı kendi dilinden dinledik:
"25 Aralık'ta Kirli'deki direnişlere katılmıştım. 26 Aralık (1984) günü işe giderken polisler beni yakaladılar ve Kirli merkeze götürdüler. Belediye binasında bir odaya aldılar. Ana avrat küfür ederek üç dört kişi birden saldırıyor; cop, odun, ellerine ne geçerse vuruyorlar, tekmeliyorlardı. Vurdukça bina sarsılıyor zannediyordum. Biri silahın dipçiğiyle vurunca sendeleyip, yere yığıldım. Üzerime soğuk su döktüler ayılttılar. Yine kalemi elime tutuşturdular. Yine imza istediler. O an eşim ve çocuklarım gözümün önüne dikiliyor, sanki 'Bize ihanet mi ediyorsun baba?' diyorlardı. O an acılarımı unutup tekrar reddediyorum. Onları kendi elimle Bulgar yapmaya hakkım yoktu. Bu durumda ölümü göze almıştım ve artık hiç bir şeyden korkmuyordum.
Vursunlar, öldürsünlerdi ama bu imzayı istemesinlerdi. Bir ara benim bulunduğum odaya orta yaşlarında kucağında iki yaşlarında kurşunlanan bir çocukla çığlık atan biri girdi. Adamı hemen dışarı çıkardılar. Bebeklere kurşun sıkan bana hiç acımazdı. Akşamüzeri kollarımı sicimle kıskıvrak bağladılar bir otobüs tutuklu ile Kırcali'ye götürdüler. Otobüstekilerinin kiminin başı yarık, kiminin kaşı açık. Kol, bacak, kelle kan içinde... Mestanlı'dan geçerken orada da ayaklanma olduğu belliydi. Tutuklu kaldığım koğuşa Mestanlı'dan gelenler olayı doğruladılar. Bütün bu yaşananlardan sonra çok şükür verilmiş sadakam varmış, hala sağım!"
Nerede bulunduğumuzu bilmiyorduk
Muhammet buraya bizden önce gelmiş. Nerede olduğumuzu ona sorduk. O da bizim gibi, buranın neresi olduğunu bilmiyordu bize de:
"Ne bileyim. Bana da söylemediler. İki gün önce sorguya alındığımda, Buranın ne cehennem olduğunu biliyor musun?" dediler.
Muhammet'in olayı her birimizin başından bir başka şekilde geçmişti.
Bu meçhul yere geleli bir hafta olmuştu. Aç ölmememiz için sabahları yağı alınmış, buzağılardan artan süt ve fırından taze çıkan ekmekleri gece ayazda dondurup bize veriyorlardı. Sabahleyin bize verilen buzlanmış ekmeği soğuk koğuşlarda koltuk altımıza alıp, yumuşatmaya çalışıyorduk. Koparabildiğimiz parçacıkların içinde envai çeşit kurtçuklar, böcekler de bolcaydı. Bu şartlarda iğrenmek olmuyordu. Zaten günlerdir etli, yağlı yemekten mahrumduk, verilen ekmek de yetersizdi ve her geçen gün kuvvet kaybediyorduk.
Bir gün koğuşumuzun duvarında hafif bir çıtırtı duyuldu. Sanki ağaç kurdunun kemirmesi gibi bir ses. Duvar ince bir şeyle deliniyordu. Bu ses pek uzun sürmedi. Ertesi gün aynı saatlerde yine aynı ses bizleri meraklandırdı. Bir müddet sonra, ranzanın yanındaki duvarda serçe gözü kadar bir delik açıldı. Delik bir telle açılmıştı. Duvarın öbür tarafından Türkçe konuşmalar duyulmaya başlayınca, hepimizin yüzünde bir tebessüm belirdi.
Sade bir Türkçeyle "Siz kimsiniz, nerelisiniz?" sorusunu duyduk ilk. Sırayle kendimizi tanıttık. Komşu koğuştaki de Haskovo'dan bizler gibi tutukluydu. Karamanlar köyünden Halilibrahim ve kardeşi Abdullah olduklarını söylediler. Daha öğrenecek çok şey vardı ama, kapıdaki ses bizim konuşmamızı yarıda kesti. Ertesi gün aynı saatlerde yine aynı ses duyldu. Telefona koşar gibi deliğe bu sefer ben koştum.
Burasının Belene olduğunu öğrendik
"Sen kimsin?" diye sordu.
"Benim adım Mehmet. Koşukavak köylerin-denim. Sen Abdullah mısın, Halilibrahim misin?"
"Ben Abdullah'ın ağabeyi Halilibrahimim. Buraya geleli iki hafta oldu. Buraya getirmelerinden önce iki hafta Haskovo'da tutuklu kaldık. Suçumuzu sormak istersen, Türk olmak. Türklüğümle utanmıyorum, gurur duyuyorum. Ben altmış yaşlarında saçı ağarmış bir kardeşin olarak, eğer sen de benim kader arkadaşımsan, bu dava için ölmek var dönmek yok. Sen yanında arkadaşlarına benden selam söyle, Bulgar hükümeti tuttuğu bu yanlış yoldan ne kadar tez dönerse, o kadar zararı az olur. Eninde sonunda davamızda haklı olduğumuzu en yakın günlerde herkes göreceğinden emin olun" şeklinde bize moral veriyordu. Onun bu sözleri hepimizin yarasına melhem olmuştu. Bu anlam dolu cümleler, adeta gücümüze güç kattı.
"Ağabey, burası neresi?"
"Burası Belene kardeşim, ama hiç kokmayın. Ben bu temerküz kamplarına 20 yaşında Bulgar krallık yönetimiyle düştüm ve üç yıl burada kalmama rağmen hala yaşıyorum. İnsanı imam götürürse, evine dönmez, devlet beni bir kaç defa götürdü, ama çok şükür her defasında evime dönebildim ve inanın bu sefer de döneriz" diye tekrar ümit dolu sözlerle bizlere içimizi ferah tutmamızı tenbihledi.
Tuvalette bile namlu alnımıza dayalıydı
Yüzümde korku ve telaşı arkadaşlardan gizleyememiş olacağım ki, etrafıma toplaşıp, karşı taraftan neler dinlediğimi sordular. Israrlı yalvarışları karşısında bütün duyduklarımı anlattım. Sonra da anlattığıma pişman oldum. Benden haberi alanlar, bir köşeye çekilip, kara kara düşünmeye koyuldular.
Kapıda anahtarın iki kez şıraklamasıyla gardiyanın kapıda görünmesi bir oldu. "Haydi ihtiyaç görmeye" emrini verdi. Birer birer tuvalete çıkarıyor. Bir başka gardiyan da kapısız tualetin önünde ihtyacını görenin başında nöbet tutuyor ve "Daha çabuk, acele et!" türünden emirler yağdırıyor. Doğru düdrüst bir şey yemediğimiz için içimiz kuruyor, o da ayrı bir zahmetti. İşin en kötüsü de taharetlenmekti. Bulgar tuvalet kültüründe su kullanılmıyor, bu iş için bir parça gazete yeterli sayılıyordu. Havlu, sabun, diş fıçasının burada adı vardı sadece. Uzayan sakalımızla tam bir esiri andırıyorduk.
Yüz binlere mezar oldu...
1985-1989 yılları arasında çeşitli baskılara maruz kalan Bulgaristan Türklerinden Cebelli İsmet Paliş, polislerin kurt köpekleri tarafından parçalanmaktan kurtulanlardan biri.
Ayna falan olmadığından her gün biraz daha eriyen yüzümü göremiyordum, ama bacağımın üst kısmını tuttuğumda iki elimin parmakları birbirine değiyordu. Bir akşam geç saatlerde Halilibrahim Ağabey yine duvarın öbür tarafından: "Müsait misin, kulağını deliğe yaklaştır bak sana neler anlatacağım" dedi ve anlatmaya koyuldu:
"Mehmetçiğim, bu Belene adasını karış karış tanıyanlardan biriyim. Bu adaya girip, sağ çıkanlar azdır. 1950'li yıllarda hükümet aleyhtarı yüz on bir bin kişi hayatını kaybetti. Ama siz korkmayın zamanlar değişti. Bugün gelişmiş ülkelerde öyle iletişim teknolojisi var ki, her ülkede olan gelişmeler anında bir başka ülkeye ulaşıyor. Yani söylemek istediğim, bizim tutuklanıp, yargısız buraya sürüldüğümüzü dünya kamuoyu duymuştur. Hele hele ana vatanımız Türkiye gibi güçlü bir ülke bu işin peşini bırakmaz ve davayı sonuna kadar sürdürür, bizi burada biçare bırakamaz. Bundan hepiniz müsterih olun.
Belene'de eskiden yaşananların ben canlı şahidiyim. Benim burada bulunduğum yıllarda üç yüz elli gram ekmek tayınımız vardı. Gençliğim sayesinde ölmeden dayandım ve sağ salim buradan çıktım. Burada açlıktan kurbağa, yılan yiyenler de vardı. Bir defasında işe giderken, yolumuz bir çizgiyle belirtilmiş, o izden sapmak yasaktı. Arkadaşlardan biri çizinin dışında topraktan taze çıkmış bir mantarı görünce dayanamayıp, koparmak isterken, gardiyan Allah yaratmış demeden o saniyede adamı oracıkta kurşuna diziverdi. Bir başka günde ise bir arkadaşımız işe geldiği gün rahatsızlandı, biz de git şuracıkta bir çalının arkasında yat, biraz dinlenince düzelirsin demiştik. O gün öğle yoklamasında aramızdan birinin eksik olduğunu görünce, hemen aramaya koyuldular ve kaçıyor bahanesiyle onu da orada kurşunladılar. Biz o yıllarda her sabah kalktığımızda koğuşlardan cenaze çıkarıyorduk. Kampın kenarında söğüt dallarına her gün birilerinin kendini astığı heberi geliyordu. Yaa, Memetçiğim, buraya bunun için ölüm adası deniyor. Ayrıca yaza erirsek, tarlalara mısır kazmaya çıkarırlar ve ben o zaman sana nice kafatasları gösteririm, sen de bu adayı bir mezarlık sanarsın. Eni yaya bir saat, boyu da iki saat tutar. Yüzölçümünün ise 80 bin dönüm olduğu tahmin ediliyor. Bu adada mahkümlardan başka kimse barınmaz. Ağır suçlu mahkümlar şimdi kış günleri kıyıda odunculuk yapar, yaz günleri de kimi hayvancılık, kimi de tarımla uğraşır" deyip, bu gecelik sohbeti burada bitirdik.
Belene adı Beyaz Elena'dan kalmış
Ranzaya sırt üstü uzanıp, ellerimi başımın altına aldım, Halilibrahim Ağabey'in anlatıklarını bir bir hatırlamaya çalışırken, yine bitmek tükenmek bilmeyen geceden kokuyordum. Herbirimizin gözleri tavanda, kapının her an şıraklamasıyla sonumuzun geleceği korkusuyla yaşıyordu. Her an kapı açılır, çıkın korkusu ise içimizden eksik olmuyordu ve günde defalarca ne zaman bitecekti bu kabus Ya Rab?
Öğleye yakın kulağım yine duvardaki delikte Halilibrahim Ağabey'i dinliyordum. O bir rivayeti şöyle anlattıyordu:
"Uzun yıllar önce, Osmanlıların atlarının Tuna'da sulandığı günlerde, Tuna nehrinin en büyük adasının yakınlarında bir köy varmış. Bu köyün bütün hayvanları karşıdaki adaya kayıklarla geçirilip, bütün yaz orada vakit geçirirlermiş.Köyün çocukları da zaman zaman gidip hayvanları dolaşıp, tuz verirlermiş. Köydeki Bulgar kızlarının arasında biri pek güzelmiş. İsmi Elena olan bu kız çocuğu da her geçen gün biraz daha gelişip güzelleşiyormuş. Sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli, hayal bir kız olmuş. Elena da diğer çocuklarla adadaki hayvanları dolaşmaya giderken, Osman'ın kayığına biniyormuş. O yıllarda Osman da ayın on dördü gibi bir oğlanmış. Kayığa karşılıklı oturan iki gencin bir gün kalpleri birbiri için çarpmaya başlamış...
Kimsesiz adanın söğüt gölgelerinde elleri birleşince, kalpleri de kaynaşmış. Gizli gizli sevişmeleri de bir gün sır olmaktan çıkmış. Elena'nın yüzünde beliren çiller, hafiften kabaran karnı, annesinin gözünden kaçmamış. Olayı daha sonra katil babası da duymuş. Ve olanlar ondan sonra olmuş...
Kızının Türk sevgilisi olduğunu öğrenen babanın gözüne kan durmuş. Bir gün kızını alıp adanın kıyısında kimsenin uğramadığı bir yere götüren baba, zavallı kızcağızı gözyaşına, yalvarıp, yakarmalarına bakmadan bir ağaca kıskıvrak bağlamış ve onu aç susuz bırakmış.
O günden sonra Elena'nın ortadan kayboluşunu ilk Osman sezmiş. Deli divaneye dönen Osmancık, çalmadık kapı, aramadık çalı dibi bırakmamış. "Bela Elena", "Bela Elenacığım"diye çağırıp gezmiş ama Elena'nın bir sesini duyamamış. Aradan haftalar geçmiş, en nihayet bir gün Bela Elena (Beyaz Elena) adada babasının bağladığı ağacın altında sivrisinekler tarafından delik deşik edilmiş bir şekilde bulunmuş. Bunu gören Osman da güzel Elena'nın bu çirkin ölümüne tahammül edemeyip, eve dönüşünde kullandığı kayıktan kendini Tuna'nın sularına salıvermiş.
İki aşık birbirine kavuşamamış ama, Bela Elena'nın adı kaynaşmış ve Belena olmuş. O günden bu güne bilinen İşkence Adası'nın ismi de Bela Elena'dan gelmiş."
Baba olduğumu iki ay sonra öğrendim
Nurettin, "Hocam, sen müjdeyi hazırla. Sizin köyden Hamdi de var aralarında ve senin iki aylık kızın varmış" deyince, bu sıkıntı ve ıstırap içinde yine beni mutlu eden bir an yaşadım. Otuz beş yaşında babaydım. Gelen yeni kafilede büyük kız kardeşimin eşi öğretmen Şükrü de varmış. Yine sevinç ve hüzünle dolu bir olay!
O günlerde koğuşlara yıldırım hızıyla bir haber yayıldı: Yeni gelenler arasında ünlü yazarımız Ömer Osman da varmış. On beş yıllık dostum yazar Ömer Osman'a acıdım. Hapisaneden çıktıktan sonra da ameliyatla böbreğinin biri alınmıştı, yarası kapanmadan da buraya getirilmişti.
Nurettin bu haberi doğrularken bana:
"Hocam, sen müjdeyi hazırla. Sizin köyden Hamdi de var aralarında ve senin iki aylık kızın varmış" deyince, bu sıkıntı ve ıstırap içinde yine beni mutlu eden bir an yaşadım. Otuz beş yaşında babaydım. Gelen yeni kafilede büyük kız kardeşimin eşi öğretmen Şükrü de varmış. Yine sevinç ve hüzünle dolu bir olay!
Kızımın sağ sağlam doğması haberiyle mutlulukların en yücesini yaşarken, o gece heyecandan uyku tutmadı. Arkadaşların uykuya daldığı anda kalemi elime alıp, şu duygu ve düşünceleri kağıda döktüm:
Doğumun huzursuz yıllara rastladı kızım
İlk nefes alacaktın dünyada 22 Ocak'ta
Bir ölüm kalım savaşı başlamıştı Bulgariya'da
85'in üçüncü günü kelepçelendi ellerim
Ertesi gün Belene kampı oldu meskenim
Dışarıda hava kış kıyamet
Koğuştaki bir karış buza bakıyordu Kara Ahmet
Köşede gırla gidiyordu sohbet
Termometre bugün yine eksi yirmi dokuzda
Kurda kuşa cennet, insana cehennem bu ada.
Haberini bekledim kızım altmış gece uykusuz
Sonunda oyun etti Bulgar deyyus
Dün ulaştı hemşerilerimiz, bir kafile
Doğum müjdeni verdi Hamdi hele
Böyle günde baba olmak da nafile
Ben burada biçare sizsiz
Eminim, iyi günleri yakında göreceğiz.
Umutlarım şahlanmış, yarınları bekleyeceğiz.
Sabahleyin bu mısraları arkadaşlara okudum. Dinlediler ve alkışladılar.
Bu sefer sesimiz yüksek çıkmış olacaktı ki, gardiyan hemen kapıya geldi:
"Yabancı dilde konuşmanın yasak olduğunu unuttunuz galiba? Nerede bulunduğunuzu bir daha hatırlatırım. İnanın ki burası Bulgaristan. Bundan öte Bulgaristan'da Türk yoktur, Türkçe konuşmak da yasaktır. Bu size son ikazım. Sonrasına karışmam!" deyip, sertçe kapıyı çekip gitti. Hüzün içinde ranzalara uzandık, bir günün daha geçmesini beklerken, Bulgarlar'ın biz Türkleri kıskandığını düşünmeye başladım. Bulgaristan adına bir güreş milli takım çıkıyor, yarısı Türk, halterde bir Naim Süleymanoğlu çıktı, dünyaya bedeldi. Fransa Güzel Sanatlar Akademisi'nin madalyasını Vecdi Raşidov alıyor... Bunun örnekleri saymakla bitmez. Biz Türkler de maharetli, güçlü ve zeki bir milletin yok olmaması için bu çilelere katlanıyor, ölümü de göze alıyorduk.
Aradığını bulamadı
O günlerde Kırcali Emniyet Müdürlüğü'nden gelen bir üst düzey yetkili beni sorguya aldı. Yanına girdiğimde:
"Senin ne işin var burada? Nov Jivot gazetesi sensiz nasıl çıkacak?" gibi alaylı bir tarzda sorularla karşıladı beni.
"Akıllı birisin. Vazgeç bu duygu ve düşüncelerden de evine dön. Zatan hemşerilerinizin hepsi bulgarlığı kabul etti ve hepsi işinde gücünde. Akşamları sıcacık aile yuvasında hayatını yaşıyor. Niye burada çile çekeceksin? Sana yardım elimizi uzatıyoruz. Bu kış kıyamette buranın çilesinden kurtulman senin elinde" dedi.
Söylediklerini çok iyi anlıyordum. Başka bir sözle: gidip komünist partisinin borazanlığını yapacaktım. Kendi soydaşlarımın bir gün daha önce Türklüğü'nü köreltmeye katkıda bulunacaktım. İçimden de "Yemezler Lambrev yoldaş. Geçti Bor'un pazarı, sür eşeğini Nide'ye" diyordum. Kendi Türklüğüm'ü inkar etmemek için buradaydım. Oysa daha tutuklandığım gece serbest bırakabilirlerdi. Yeter ki, "Davanızda haklısınız. Sizlerle aynı fikirdeyim" deseydim, hiç buralara gelmez, arkamda gözü yaşlı insanlar bırakmazdım.
Böyle bir teklifi kabul etmediğimi görünce küplere binen Lambrev:
"Sen bu kafayla daha çok çekeceksin. Burada üç değil otuz yıl kal da kurtlara kuşlara yem ol!" deyince ben de:
"Buradan çıkmam hiçbir şeyi değiştirmez. Belene Adası'nın dışındaki Bulgaristan da ayrı bir ceza evi değil mi?" deyince, daha da sinirlenip,
"Başıma dert açmadan defol git. Bir daha gözüm görmesin seni!" derken yüzü sapsarı olmuştu.
Gem vurulmuş itleri andırıyorlardı
Bazı Türk bölgelerinde düzenlenen toplantılarda Bulgar yöneticilerinden Georgi Atanasov, Grişa Filipov gibileri kendilerini gem vurulmuş it sanarak, "Türkiye bizim iç işlerimize karışmasın, çünkü kırk beş dakikada Boğazlar'ı ele geçiririz!" ifadelerini halkın önünde söylemekten çekinmiyorlardı. Bazı arkadaşları sorguya alan polis memurları da "Siz Türkiye'ye mi güveniyorsunuz? Türkiye o Balkan savaşından kalma mavzerlerle bize karşı savaşabilecek mi zannediyorsunuz?" gibi gülünç laflar sarf ettikleri olmuştu. Buna karşın ertesi gün herhangi bir Bulgar gazetesinde NATO'nun en güçlü askeri ve donanımına sahip olan ülkenin Türkiye olduğunu okuyunca, gel de gülme...
Bulgaristan Türkleri'nin dramı dünden değildi. Osmanlı'dan ayrılalı beri Bulgarlar'ın politikaları hep Türklük ve Türkiye aleyhinde olmuştur. Bu uygulamalar 21. yüzyıla yaklaştığımız o günlerde zirveye çıkmıştı.
İnşaat işlerine çıkardılar
Nisan ayı başında Belene kasabasına inşaat işlerine gidileceği haberi geldi. Beşer kişilik sıralar halinde ceza evinin kapısından çıktık. İşe çıkan gruptaki bazı arkadaşlarımızın ayağında takunya, sırtında elbiseler yırtıktı. Yarım saat kadar yürüdükten sonra, Tuna'nın kıyısına ulaştık. Etrafımızda büyük kurt köpekleriyle dolaşan gardiyanlar vardı. Ellerinde otomatik silahlar, gözlerinde ise kin vardı ve hep takipteydiler. Tuna'nın üzerindeki asma köprünün uzunluğunu da adımlamıştım. İlkbaharda su seviyesinin en yüksek olduğu günlerdi, köprünün uzunluğu üç yüz seksen adımdı. Çalışacağımız yer ise o yıllarda hazırlığı yapılan Bulgaristan'ın en önemli enerji tesislerinden Belene Nükleer Elektrik Şebekesi'ne makina techizat üretecek olan fabrikalardı. Bize verilen işler ise beton, kanalizasyon, hamallıktı. İş yerinde önce bir çembere alındık. Tüfeklerin tetiğinde parmaklar, her an kaçma teşebbüsünde bulnacaklar için hazırdı.
Yalanları meydana çıkıyordu
İlk iş günü çok sayıda Bulgar vatandaşı bizi görmeye gelmişti. Daha sonraki günlerde, bu sivil insanların bazılarıyla beraber çalıştığımız günler de oldu.
Bulgarlara açık toplantılarda önce bizlerin Bulgaristan'da özerklik istediğimizi ve Bulgaristan'da yönetimi devirme girişiminde bulunduğumuzu söylemişler. Daha sonra Deliorman tarafındaki bazı Türklerin Bulgar çocuklarını kurşuna dizdiği, içme sularına zehir attığı ve bunun gibi birçok süslü yalanla halkı kandırmışlar. Onların ilk gün bize karşı olan ilgisini de böylece anlamış olduk. Her geçen gün Bulgar Hükümeti'nin söylediği yalanlar ortaya çıkıyordu.
Görüşmeler çok sıkı kontrol altında geçiyordu. Türkçe konuşmak kesinlikle yasaktı. Bizim analarımızın Bulgarca konuşmayı bilmemeleri bir yana, canlı Bulgar gördükleri bile yoktu. İki ay önce Bulgar adı verilmekle Bulgar mı olunuyordu? Görüşme esnasında bir çok ana veya baba hiç bir kelime söylemeden, duvarda resme bakar gibi vaktini geçirip ayrılıyordu. Kurallara uymayanların görüşmesi de yarıda kesilip, sona erdiriliyordu. Görüşmelerin bir o kadar da trajik tarafı vardı ki, içler acısıydı. Müminköy (Çayka)'dan Ömer genç bir öğretmendi. Tutuklandığı gün çocuğu yirmi günlükmüş. İlk görüşmede beş aylık bebekle Türkçe konuştu diye görüşme yapamamıştı. Buna benzer olaylar her görüşme günü yaşanıyordu. Görüşmelerde getirilen nevaleden ziyade, dış dünyadan kendimizle ilgili alacağımız haberler daha önemliydi.
Her şeyin yasak olduğu bir ülkedeydik
Domuz eti verilmesine isyan etmemden dolayı beni bir hafta tecrit koğuşlarına almışlardı. Burada geçirdiğimiz bir haftanın son günü yeni iki kişi daha geldi. Esmersi olan benim yaşlarında biriydi. Beni görünce önce irkildi ve heyecanla: "Memet sen misin? Sen sağ mısın?" dedi bana sarıldı. Bu Koşukavak köylerinden liseden tanıdığım Ali'ydi. Yanındakinin de Taşlı'dan İsmail olduğunu söyledi. Oturduk bizim yöreden yeni yeni haberler aldık. Bulgar baskıyı var gücüyle sürdürüyormuş. Başında bere taşıyanları, bu Türklüğün işareti diye kulağından tutup, bir çöp kovasının başına götürüyor, "Eğil", diyormuş ve ensesine bir yumruk indirip, bereyi çöpe düşüyormuş. Biri bağdaş kurup otursa, Türkçe oturma olarak algılanıyor, Türkçe öksürme, yürüme gibi bahanelerden insanlara dayak atma fırsatları kolluyorlarmış. Jivkov rejiminin Türklere yaptığı bu hakaret ve işkenceyi şair Ömer Osman Erendoruk S.O.S. VEYA ÜÇÜNCÜ MEZAR destanında şöyle ifade ediyor:
XXIX
.......
Türkçe söylemek yasak, Türkçe yürümek yaya,
Türkçe işitmek yasak, Türkçe bakmak dünyaya,
Türkçe sevinmeyecek, Türkçe gülmeyeceksin,
Alnından akan teri Türkçe silmiyeceksin.
...........
Türkçe bağlamak yasak ayakkabı bağını,
Türkçe ayırmak yasak solunu ve sağını,
Sofrada ekmeğini Türkçe dilmeyeceksin,
Türkçe yaşamıyacak, Türkçe ölmiyeceksin.
Burası Türklük akademisiydi
Adada yetişen ağaçlardan tükenmez kalem yapmaya başladık. Bu iş için de keskin bir bıçak, renkli pilot kalem, ince bir burgu ve ağaç cilası yeterliydi.
Yine o günlerde kulaktan kulağa yıldırım hızıyla bir haber yayıldı: "Yeni gelenlerden biri Adalı Nuri Efendi'ym |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
| | | | |