Çalışmada, 3 Mart 1878'de imzalanan Ayestafanos (Yeşilköy) Antlaşması'nın 130. yıldönümünde Rodoplar'da antlaşması sonrası dönemde Rus ve Bulgar Mezalimine karşı ortaya çıkmış olan Türk Direniş'i ele alacağız. İkinci bölümde ise, Tarihteki ilk Türk cumhuriyeti olma unvanına sahip olan Garbi Trakya Müstakil Hükümeti'ne veya daha doğru bir ifade ile Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'ne değineceğiz.
Rodoplar ile Batı Trakya bölgesi hiç şüphesiz ki, Türk tarihi açısından özel bir anlam ihtiva etmektedir. Osmanlı Devleti'nin Dağılma Dönemi'nde büyük ve orta ölçekli devletlerin bölge üzerindeki farklı stratejileri ve buna karşılık bölge halkının bu oyunları bozmaktaki azmi, Batı Trakya'nın tarihsel ve efsanevi boyutu hakkında çeşitli ipuçları vermektedir. 93 Harbi sonrasında bölgede kurulmuş olan Rodop Hükümet-i Muvakkatesi, 1913'te kurulan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti bu kapsamda verilebilecek örneklerdendir.
Rodop Muvakkatesi
Rodoplar'daki Türk Direnişi'ni ele alırken, direnişi ortaya çıkaran Osmanlı-Rus savaş, savaşın gerekçeleri, savaşın kendisi ve sonrasında imzalanan Yeşilköy Antlaşması'na atıfta bulunmak kaçınılmaz olmaktadır. Bilindiği üzere, 1877-78 yıllarında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında büyük bir savaş yaşanmıştır. Bu savaş Osmanlı Devleti açısından makro yıkımlara neden olurken; çöküş döneminin, yani sonun başlangıcını başlatmış bulunmaktaydı.
Savaşın gerekçelerine baktığımız zaman, Osmanlı Dönemi'nin Dağılma Dönemi'ne ilişkin temel parametreler olan hususların burada da geçerliliğini korumakta olduğu görülüyor. 1789 Fransız İhtilali'nin beraberinde getirdiği toplumsal milliyetçi reaksiyon ve bunun Balkanlar izdüşümünde yarattığı bağımsızlıkçı, özgürlükçü ve istiklalci etki, Osmanlı Devleti gibi çok uluslu imparatorluklar açısından büyük tahribat yaratmıştı. Buna paralel olarak, Rusya'nın XIX. Yüzyılda özellikle Balkanlar'daki Sırplar ve Bulgarlar gibi Slav potansiyele yönelik olarak izlediği Panislavist politikalar, Osmanlı Devleti'nin Dağılma Dönemi'ne ilişkin temel faktörler arasında yer almıştır. Savaşın kâğıt üzerindeki gerekçesi, 1876 yılında gerçekleşen Bulgar İsyanı ve Sırplara yönelik olarak Osmanlı Devleti'nin çeşitli ıslahatları gerçekleştirmemesiydi. Bununla birlikte çeşitli nedenler de ileri sürülebilir. Ancak asıl gerekçesi, 1815 Viyana Kongresi ile ortaya konan ve "hasta adam" olarak tarif edilen Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki varlığından duyulan rahatsızlığın yüksek sesle dile getirilmesidir. Daha açık bir ifade ile Şark Meselesi, Balkanlar'da bulunan Türk ve Müslüman nüfusun varlığından duyulan rahatsızlık ve bununla birlikte Türkleri geldikleri yere yani Anadolu'ya geri gönderme projesi şeklinde de tanımlanabilir. Zira imzalanan Ayestafanos Antlaşması hükümleri itibariyle de bu savaşın Şark Meselesi'nin çok ileri aşamada bir uygulaması olduğundan bahsedilebilir.
Ruslar bu savaşta Osmanlı Devleti'ne karşı izledikleri her zamanki savaş stratejisini yine uygulamışlar ve Kafkasya ile Balkanlar olmak üzere iki koldan Osmanlı Devleti'ne saldırmışlardı. Kafkasya'da Ardahan ve Kars'ın düşmesinin ardından ancak Erzurum'da tutunabilmiştik. Balkanlar'da ise Plevne önlerinde Gazi Osman Paşa komutasında önemli bir direniş hareketi gerçekleştirmiş ancak İstanbul'dan beklenen yardımın gelmemesi ve çeşitli sebepler dolayısıyla Ruslar, Tuna'yı geçmişlerdi. Ruslar biraz daha güneye inerek Filibe'de Süleyman Paşa'nın ordusuyla karşılaşmıştır. Süleyman Paşa'nın ordusu da maalesef Rusları durduramamış ve Rus güçlerinin daha güneye inmelerinin yolunu açmıştır. Bu noktada, Süleyman Paşa'nın birliklerinin bir kısmının Rodop Dağları'na çekilmek zorunda kaldığının altını önemle çizelim. Ruslar güney istikametinde ilerleyerek Edirne'yi işgal etmişler ve Çatalca önlerine kadar gelerek İstanbul'u baskı altına almışlardı. İstanbul'un düşmesinden endişe eden Osmanlı Devleti Rusların inisiyatifi doğrultusunda hazırlanan ve hayli ağır şartlar içeren Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmıştır. (3 Mart 1878).
Antlaşmanın maddelerine kısaca değinmek gerekirse; söz konusu antlaşmanın maddeleri itibariyle Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'da bir etkinliği kalmıyordu. Bu antlaşmanın temel maddelerine göre;
1. Tuna'dan Ege Denizi'ne Karadeniz'den Arnavutluk'a kadar olan bölgede Büyük Bulgar Krallığı kuruluyordu.
2. Yine bu antlaşma hükümleri itibariyle, Sırbistan, Romanya ve Karadağ bağımsız oluyordu.
3. Bosna Hersek ise özerk bir statüye kavuşuyordu.
4. Ruslar Doğu'da bazı yerleri alıyor ve Osmanlı Devleti'nin Rusya'ya 30 bin Ruble savaş tazminatı ödemesi öngörülüyordu.
Ancak konu itibariyle ilgili olan kısım Bulgaristan olduğu için daha ziyade bu husus üzerinde durulmaya çalışılacaktır. Söz konusu antlaşmaya göre; Bulgaristan, Osmanlı Devleti'ne vergi verecek ancak, ülke sınırları içerisinde Osmanlı askerinin bulunmaması öngörülmekte idi. Bulgarlar kendi milis güçlerine sahip oluyorken; Ruslar da bunun kurulmasına katkı sağlamak amacıyla 2 yıl süreyle Bulgaristan'da kalıyordu.
Osmanlı Devleti Balkanlar'da kaybettiği topraklardan Anadolu'ya doğru büyük göç hareketleri gerçekleşmiştir. Bu savaş itibariyle de söz konusu olgu geçerliliğini korumuştur. Yüz binlerce insanımız göçmen durumuna düşmüşlerdir, ancak Rusların ve Bulgar çetecilerin yolda gerçekleştirmiş oldukları insanlık dışı eylemlere de maruz kalmışlardır. Bu durum Türkler arasında nefret duygusunu artırırken; direniş örgütlenmelerini de beraberinde getirmiştir.
Rodoplar'da başlayan ilk isyan hareketi sonrasında bütün Doğu Rumeli'ye yayılmıştır. Bu kapsamda Ayestafanos Antlaşmasının imzalanmasından 40 gün sonra Rodoplar'daki direnişçiler ile Rus-Kazak süvari birlikleri arasında sert çarpışmalar yaşanmıştır. Hacı İsmail Ağa yönetimindeki Türk milisleri/hürriyet kahramanları/gerillalar/özgürlük savaşçıları burada Ruslara ağır kayıplar verdirmişlerdir. Rodoplar'da yükselen tansiyon, General Gurko'yu bölgeye sevk etmiş ve Rus General, Rodoplar'ı ele geçirmekle söz konusu durumun sona ereceğini düşünmüştür. Bu doğrultuda Kırcali ile Mestanlı arasında bulunan 11 Rus süvari taburu ile 7-8 Bulgar gönüllü süvari taburu, Rodoplar'a doğru yürümüşlerdir. 20 Nisan 1878'de gerçekleşen bu çarpışmada Hacı İsmail Efendi komutasındaki Türk milisleri tarafından geri püskürtülmüşlerdir.
Bunu gerçekleştiren efsane isimler kimlerdir? Bu noktada ön plana çıkan 4 isim bulunmaktadır:
1. Hidayet Paşa (Başkomutan)
2. Timirski Ahmet Ağa (Başkomutan)
3. Hacı İsmail Efendi (Rodop Bölgesi komutanlığı)
4. Kara Yusuf Çavuş (Plevne, Tatarpazarcığı, İslimiye, Lofça ve Kızanlık sahası)
Bütün bunların yanı sıra, Çirmenli Ali Efendi, Hacı Mümin, Hacı Ragıp, Kırcalili Abdullah, Hacı Halil Efendi gibi önemli isimleri de saymamız mümkündür.
Rodoplar'daki direnişe yöre halkı en önde katıldığı gibi aynı zamanda Süleyman Paşa'nın Rodop Dağları'na çekilen kuvvetlerinin bir kısmının da katıldığını söyleyebilmek mümkündür. Direnişçilerimizin ellerinde dönemin en iyi silahlarında martin bulunmaktaydı.
Bu Direniş Niçin Kuruluyor?
Yukarıda Ruslar Plevne'yi geçtikten sonra büyük bir göç hareketinin ortaya çıktığından bahsetmiştik. 600.000 insanımızın;
" 100.000'i Anadolu'ya
" 180.000 Rodoplar ve Batı Trakya bölgesi
" 150.000 kişi İstanbul'a
" Kalanlar ise Doğu Rumeli vilayetinin çeşitli yerlerine göç ediyorlar…
Bu noktada üzücü olan husus, çok sayıda insanımız soykırıma tabi tutulmuş olmasıdır. Justin McCarthy'nin de "Ölüm ve Sürgün" isimli eserinde belirttiği gibi 93 Harbi bir "Irklar ve Yok Etme Savaşı" şeklinde gerçekleşmiş ve savaşın bedelini sivil halk ödemiştir. Kayıplarımıza ilişkin olarak verilebilecek olan değerler şunlardır.
- Irza tecavüz ve Öldürme: 56.000
- Öldürülen erkekler: 290.000
- Öldürülen Kadınlar: 190.000
- Öldürülen Çocuklar: 85.000
İşte, Rodoplar'daki Hürriyet kahramanları bütün bunların hesabını sormak için ve geride kalan Müslüman Türklerin can ve mal güvenliğini korumak için dağlara çıkmışlardır.
Rodoplar'daki direnişçiler, 16 Mayıs'ta İstanbul'da bulunan ve Paris Antlaşmasını parafe etmiş olan devletlerin elçiliklerine gönderdikleri ve Rodop Hükümet-i Muvakkatesi mührünü taşıyan mektubun bir kısmında direnişin gerekçesini şu şekilde anlatmaktadır:
"…Biz hiçbir meşru idareye ve şahsa isyan etmiş değiliz. Silaha sarılmaktaki maksadımız, kendi can, mal ve ırzımızı korumak içindir. Bu hareketimiz herhangi meşru bir hükümete isyan da değildir..."
Batılıların İlgisi
Rodoplarda gerçekleşen direniş Batılı Devletleri ve özellikle İngiltere'yi yakından ilgilendirmiştir. Bilindiği gibi, İngiltere Rusya'nın Yeşilköy Antlaşması'yla olması gerekenden fazla kazanç sağlamasını kendi çıkarları itibariyle sakıncalı görmüştür. Dolayısıyla Ayestafanos Antlaşmasının revize edilmesi gerektiği konusunda ısrarcı davranmış ve bu doğrultuda Fransa'yı da yanına çekmeyi başarmıştır. Rodoplarda gerçekleşen direniş Rusları Edirne'de ve İstanbul'da bir hayli güç duruma düşürmüştür. Kısacası, Rodoplar'daki direniş İngiltere'nin ve Osmanlı Devleti'nin elini kuvvetlendiren bir delil olmuştur.
Bu kapsamda 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşması imza edilmiş, Rodoplar'daki duruma ilişkin olarak bir tahkikat komisyonu kurulmuş ve Büyük Bulgaristan 3 kesime ayrılmıştı: Makedonya Osmanlı Devleti'ne bırakılıyordu. Kuzeyde bir Bulgar Prensliği kuruluyor ve Şarki Rumeli adı altında bir vilayet kuruluyordu.
Şarki Rumeli'ye ilişkin düzenleme hayli ilginçtir. Nüfusunun büyük çoğunluğu Türk olan bu vilayeti Padişahın onayı alınarak atanacak bir vali Filibe'den yönetecekti. Bu durum Rodoplar'da tepkiyle karşılanmış ve Hacı İsmail Efendi pek oralı davranmamıştır.
Netice itibariyle Ruslar, Berlin Antlaşması hükümleri gereğince, 9 aylık bir sürenin ardından Bulgaristan'ı boşaltmak zorunda kalmıştır. Filibe'de atanan vali (Aleko Paşa) 5 yıllık bir sürenin ardından görevinden alınmış ve yerine Gavril Paşa getirilmiştir. Daha sonra Bulgar liberalleri tarafından 1886 yılında gerçekleştirilen bir darbe sonucunda Doğu Rumeli vilayeti Bulgar Prensliği ile birleştirilmiştir. Osmanlı Devleti, olayı silah kullanmak yerine siyasetle çözme yoluna gitmiş, ancak bu politikasının sonucunu vilayetin kaybıyla görmüştür. Her ne kadar direnişçilere herhangi bir yardımda bulunulamamışsa da, Bulgaristan ile yapılacak bir savaşta direnişçilere silah yardımında bulunacağından bahsedilmektedir. Ancak Rodoplar'daki bu direnişçiler, Osmanlı Devleti'ne ve saltanata olan bağlılıklarını her fırsatta dile getirmişlerdir. Osmanlı Devleti'nin yaptığı hata, ileriki dönemlerde Garbi Trakya Müstakil Hükümeti örnekleminde de kendisini gösterecektir.
Rodoplar'daki direnişçilere baktığımızda, 1886 yılına kadar gelindiğinde Rodoplar ve Ropçoz'da Filibe bulunan valinin herhangi bir otoritesine rastlamak mümkün değildir. Kırcali ve Ropçoz adeta kurtarılmış bir bölge görünümündedir. Zira bölge halkı kendi mahkemelerini kurmuş, kendi kolluk kuvvetleri olan ve halk temsilcileri bulunan bir statüye sahiptir. Doğu Rumeli'nin Bulgaristan ile birleşmesi otomatik olarak direniş hareketinin sona ermesi anlamına gelmekteydi.
Garbi Trakya Müstakilesi
Bağımsızlığını yeni kazanan Balkan devletlerinin birleşerek Osmanlı Devleti'ne sırayla Karadağ, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan'ın harp ilanları, I.Balkan Savaşı'nın başlangıcını oluşturmaktadır. Yılların yorgunluğunu üzerinde taşıyan Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı'nın küçük bir provası niteliğindeki bu savaşa hazırlıksız yakalanmıştır. İkmal ve Levazım Teşkilatı'nın bozuk olması, muharebe gücü yüksek, deneyimli 120 tabur askerin terhis edilip Anadolu'ya gönderilmesi, askerin beslenme sıkıntısı, aynı zamanda ordunun siyasete karışması sonucu komutanlar arasında oluşan anlaşmazlık ve Balkan Devletlerinin birleşmesine ihtimal vermeyen Osmanlı Devleti'nin "stratejik akıldan" yoksun yöneticileri bu savaşın aleyhimizde sonuçlanmasında belirleyici nedenler olmuşlardır. Osmanlı ordusunun kısa sürede dağılması, Ekim sonlarında Bulgaristan'ın Çatalca önlerine gelmesine ve Osmanlı Devleti'nin Makedonya'yla irtibatının kopmasına neden olmuştur. Sırpların Üsküp'e girmesi ve Arnavutluğun işgal edilmesi, Balkanlarda artık söz sahibi olmadığımızın göstergesidir. I.Balkan Savaşı sonucunda 30 Mayıs 1913'te Londra Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre; Midye-Enez hattının batısında kalan bütün topraklar Balkan devletlerine bırakılmış; Bulgaristan ise Dedeağaç ve Kavala arasındaki toprakların sahibi olarak Ege Denizi'ne çıkmış ve Osmanlı Devleti'nin batıdaki tek sınır komşusu olmuştur. Osmanlı'dan aldıkları toprakların paylaşılması konusunda birbirleriyle tutarsızlığa düşen Balkan bloğunun farklı menfaat algılamaları, II. Balkan Savaşı'nın temelini oluşturmuştur. Romanya'nın da çatışmalara intikal etmesi savaşa daha geniş bir boyut kazandırmıştır. Sofya merkezli çıkan bu savaş, Bulgaristan'ın fazlaca hırpalanmasına neden olmuştur. Bulgaristan'ın içinde bulunduğu açmazdan faydalanmayı bilen Osmanlı Devleti, Türkler için "namus" demek olan Edirne'yi geri almıştır. Bu savaş sonunda Osmanlı Devleti'yle Bulgaristan arasında İstanbul Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre Edirne ve Kırklareli Osmanlı Devleti'ne geri verilirken; Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında da Atina Antlaşması imzalanmıştır.
Bütün bu gelişen şartlar arasında Batı Trakya bölgesi, 1912'de Balkan Savaşları'nın hemen başında Bulgarlar tarafından; II. Balkan Savaşı esnasında da Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Ancak, II. Balkan Savaşı sonucunda imzalanan Bükreş Antlaşması, Batı Trakya'nın bir kısmını Bulgar Devleti'ne bırakırken; Yunan tarafı bu bölgenin teslimi konusunda olabildiğince sorunlar çıkarmış hatta Batı Trakya sorununa Osmanlı Devleti'ni de karıştırmak istemiştir. Yunanlıların bu şekilde düşünmelerinde önemli çıkarlarının bulunduğu muhakkaktır. Batı Trakya'nın Bulgarlar tarafından işgal edilmesinden sonra bölgedeki küçük azınlık olan Rumların Bulgaristan'ın zulmünden ve kötü idaresinden korunmak istenmesi ve son zamanlarda hayli toprak kaybederek önemli ölçüde gücünü yitiren Osmanlı Devleti'ni de bölge sorununa karıştırarak Batı Trakya'yı Türklerden daha kolay alabileceğini umması, Yunanistan'ın bölgeye ilişkin politik tutumlarını yansıtmaktadır. İşte bütün bu hesapların içinde II. Balkan savaşında Bulgaristan'ın içine düştüğü güç durumdan yararlanan Osmanlı Devleti 23 Temmuz 1913'te Edirne'yi geri almış ve Meriç nehrine kadar olan topraklarını kurtarmıştır. Ancak Meriç nehrinin batısında kalan ve demografik açıdan yüzde seksen beş gibi büyük bir oran teşkil eden Batı Trakya'daki Türk nüfusunun geleceği Bab-ı Ali yönetimince üzerinde düşünülmeye değer bir konu olmuştur.
II. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı Devleti'nin savaşa katılmaması konusunda sık sık nasihatlerde bulunan Batılı devletler, Edirne'nin kurtarılışından sonra Osmanlı yönetiminden Meriç nehrinin batısına geçilmeyeceğine dair garanti almışlardır. Ordumuz bu kuralı hiçe sayarak Edirne'nin kurtarılışının hemen sonrasında 3.000 kişilik bir akıncı müfrezesiyle Bulgaristan topraklarına girmiş; Habibçe, Harmanlı ve Hasköy'de akınlar gerçekleştirmiştir. Ancak nabız yoklama amacı taşıyan bu akınlar sonucu müfreze tahmin edilen tepkiyi görmüş ve Bulgaristan'ın Rusya ve Batının önde gelen devletlerine yaptığı baskı neticesinde Edirne'ye geri çekilmek zorunda kalmıştır. Tarihte "Edirne Fatihi" olarak da bilinen Enver Bey, bu 3000 kişilik müfreze içerisinden 16 subay ve 100 erden oluşan 116 kişilik bir çete kurdurmuş ve Eşref Kuşçubaşı'nın emrine verdiği bu birliği talimatıyla Edirne'den Ortaköy üzerine göndermiştir. Birlik, Ortaköy'e geldiğinde Papazköy civarındaki 1200 kişilik Bulgar Domuzciyef çetesi tarafından katledilen 400 Türk'ün cesetleriyle karşılaşmıştır. Bunun üzerine Eşref Bey, Bulgar katilleri bulup cezalandırmak için Koşukavak üzerine yürümeye karar vermiş ve 16 Ağustos 1913'te Koşukavak'taki çarpışmada Bulgar çetesinden 83 er, Domuzciyef'le birlikte 5 subay ve 6 kaptan tutsak edilmiş, geri kalan ise dağıtılmış veya yok edilmiştir. Müfreze Koşukavak'ta milli bir tabur kurmuş, Kamber Ağa isimli bir kişiyi hükümet reisi olarak tayin etmiş ve burada durmayarak Mestanlı üzerine yürümüştür. 18 Ağustos 1913'te Mestanlı muharebesiz olarak ele geçirilmiş ve ertesi gün kısa bir çarpışma neticesinde Kırcali de alınmıştır. Burada 600 kişilik milli bir tabur meydana getirilmiş; Mestanlı ve Kırcali'ye de birer hükümet reisi tayin edilmiştir. Sonuçta bu üç kazada da asayiş sağlanmış ve kazaların idaresi sadece Eşref Bey'in müfrezesine bağlanmıştır. Bütün bu gelişmeler İstanbul yönetimince hiç de hoş karşılanmamış ve birliğe daha fazla ileri gitmemesi dair gerekli emir çoktan verilmiştir. Bunun üzerine Eşref Kuşçubaşı bağlı bulunduğu Enver Bey'le bizzat irtibata geçmiş ve Batı Trakya'nın tümünün ele geçirilmesini içeren bir dizi talimat almıştır. Bunun yanı sıra, Enver Bey bir grup subay ve askeri daha bölgeye takviye etmiştir. Bu gönderilen birlik içerisinde sonradan Teşkilat-ı Mahsusa'nın reisliğini ve I. Dünya Savaşı'nda Irak cephesi komutanlığını yapacak olan Süleyman Askeri Bey de bulunmaktadır. Böylece, Batı Trakya'daki mücadele dönemi farklı bir boyut kazanmıştır. Sağlanan bu taze güçle birlikte "yeniden fetih" çalışmalarına devam edilmiştir. 31 Ağustos 1913'te Gümülcine, 1 Eylül 1913'te ise İskeçe yeniden Türklerin diyarı olmuştur. Yapılan bütün bu çarpışmalar sonucunda Dedeağaç haricinde (o zaman Yunanlıların kontrolündedir) Batı Trakya tamamen ele geçirilmiş ve Meriç boyları Bulgar unsurlardan arındırılmıştır.
Gümülcine'nin kurtarılmasından sonra Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi kurulmuş ve reisliğine de Salih Hoca getirilmiştir. Diğer taraftan Süleyman Askeri Bey, Erkan-ı Harbiye ve Garbi Trakya Hükümeti İcraiye Reisi olarak bütün yetkileri elinde bulundurmakla bu hükümetin de üzerinde bir otoriteye sahip olmuştur. Batı Trakya'nın yeniden fethinin geniş bir boyut kazanmasıyla birlikte, Garbi Trakya Muvakkat Hükümeti'nin kurulması, Sofya ve İstanbul yönetimlerini şaşkınlığa uğratmış ve bu ilerleyişin büyük bir tehlikeye ön ayak olabileceğini düşünen Düveli Muazzama ise Osmanlı Devleti'ni uyarma yoluna gitmişlerdir. Dedeağaç haricinde Batı Trakya'nın tamamını kontrol altında tutan Türk askeri kuvvetlerinin Dedeağaç üzerine yürüyecekleriyle ilgili olarak istihbarat aldıklarını söyleyen Batılı devletler, Osmanlı Devleti'nden birliklerini geri çekmesini dayatmışlardır. Diplomatik kanallarla bu tür bilgilerin doğruluğunun bulunmadığını vurgulayan Osmanlı yönetimi birkaç birliğin sadece askeri manevralar için Meriç'i geçtiklerini, herhangi bir işgalin söz konusu olmadığını belirtmiş ve bölgeye giden kuvvetlerinin kesin olarak geri dönmelerini bir kez daha emretmiştir. Ancak geri çağrılan birliğin önde gelenleri bölgedeki Türk halkının yeniden baskı, zulüm ve sefalet altında yaşamalarından yana değildir. İstanbul yönetimince kendilerine tebliğ edilen emri hiçe sayarak Osmanlı Devleti'yle maddi ilişkilerini kesmekle kalmamışlar; Batı Trakya'da bağımsızlık ilan etmişlerdir. Netice itibariyle 12 Eylül 1913 tarihinde Garbi Trakya Müstakil Hükümeti adıyla tarih sahnesine yeni bir Türk Devleti çıkmıştır.
Başkenti Gümülcine olan bu yeni Türk Devleti siyasal yönetim açısından cumhuriyet rejimiyle idare edilirken; Türk Tarihinin labirentlerinde de bir ilke imza atılmıştır. Batı Trakya'daki Türk Cumhuriyeti, Kars civarında 1918'de kurulan Azerbaycan Türk Cumhuriyeti'nden 5 yıl önce, Ulu Önderimizin 29 Ekim 1923'te kurduğu cumhuriyetten de 10 yıl önce fiiliyata geçmesi ilginç bir ayrıntıdır. Yeni Devlet, ay yıldızlı, yeşil, beyaz bayrağı kullanmıştır. Bayrakta yer alan renklerden siyah matemi, yeşil Müslümanlığı, beyaz ise aydınlık günleri temsil etmektedir. Bütün bunların yanı sıra, cumhuriyetin ileri gelenleri amaçlarının ne olduğunu bildirmek ve seslerini dünya kamuoyuna duyurmak için Batı Trakya ajansını kurmuşlar ve bununla ilgili olarak Samuel Karaso adında bir Yahudi'yi görevlendirmişlerdir. Türkçe ve Fransızca yayın yapan 'bağımsız' anlamına gelen "independant" isimli bir gazete çıkarılmış; hatta Süleyman Askeri Bey tarafından Batı Trakya için milli bir marş bile kaleme alınmıştır. Yunan ve Bulgar posta pulları geçersiz sayılmış ve yerine hükümet tarafından yeni pullar bastırılmıştır. Öte yandan, Batı Trakya'nın Bulgarlara karşı müdafaa etmek amacıyla savunma planları yapılmış ve askeri kuvvetler buna göre tertiplenmiştir. İstanbul'dan Eylül sonlarında 3.000 tüfek ve 500 sandık mermi getirilmiş, Ekim ayında ise devlet bütçesi hazırlanmıştır. Devletin asker sayısı 30.000 kadardır. Bunların 6.000'i Osmanlı askerlerinden, geri kalan 24.000 ise bölgedeki Türk ahaliden oluşmaktadır. Bütün bu gelişmeler bize devlet yönetim organlarının teker teker tesis edildiğini gösterirken, Türklerin teşkilatçılık özelliğini de ortaya koymaktadır.
O sıralarda kadronun önde gelen isimlerinden biri olan Yüzbaşı Yakup Cemil söz konusu süreci şöyle anlatır: "Balkanlara hızla girip, kaybettiğimiz topraklarımızı geri almamız üzerine Düveli Muazzama derhal sadrazamın makamına koştular. Güya, Londra Antlaşması'nı tek taraflı olarak bozmuşuz, hemen işgal ettiğimiz topraklardan çıkmalıymışız. Kim kimin toprağını işgal etmişti? İttihat ve Terakki'nin uygun görmesiyle Süleyman Askeri Bey, Eşref Kuşçubaşı, Çerkez Reşid, Sapancalı Hakkı ve Fehmi Beyler gibi arkadaşlarla Meriç'i geçip Trakya'ya daldık. Gümülcine, Kırcali, Dimetoka gibi yerleri bir bir geri aldık. Serez'e de el atıp Yunan hududuna dayandık. Bulgarların Ege bağlantısını kesmiş olduk. Avrupa ayağa kalktı. Dış baskıları azaltmak için Garb-i Trakya Muvakkat Hükümeti'ni kurduk. Bu bir cumhuriyetti ve Türk Tarihinde bir ilki gerçekleştirmiştik. Bayrağımız vardı, başkentimiz Gümülcine'ydi, pul bile bastırmıştık."
Bir taraftan kendi askerlerinin başarısı, öbür taraftan Batılı devletlerin gelişmelere olan muhalefeti arasında sıkışıp kalan Osmanlı Devleti ve başından beri yaşanan hadiseleri kendi politik çıkarlarına aykırı bulan Bulgaristan, yeni kurulan Türk Devleti'ni resmi manada tanımamışsa da Yunanistan bu devleti memnunluk içinde karşılamıştır. Bunun doğal sonucu olmalıdır ki, 2 Ekim 1913'te Dedeağaç, Yunanlılarca Türk Devleti'ne bırakılmıştır. Hatta Yunanlılar silah ve cephane yardımı bile yapabileceklerini belirtmişlerse de bunun zamanla boş bir vaat olduğu anlaşılmıştır.
Ne var ki, bütün bu gelişmeler Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'nin kalıcılığını sağlayamamıştır. Bulgaristan'ın Batılı devletler ve Rusya üzerinde yaptığı baskılar sonucu Osmanlı Devleti uluslararası arenada köşeye sıkıştırılmıştır. Bu baskılara daha fazla dayanamayan Osmanlı Devleti, Bulgaristan'la 29 Eylül 1913'te İstanbul Antlaşmasını imzalamış ve Batı Trakya'nın Bulgaristan'a ilhakını resmen onaylamıştır. Ayrıca, Batı Trakya Hükümeti üyelerinin ve bu hükümet yanlısı kişilerin İstanbul Antlaşması'na uymaları istenmiş ve söz konusu kişilerin bölgeyi en geç 25 Ekim 1913 tarihine kadar Bulgarlara teslim etmeleri hususunda süre tanınmıştır. Nitekim 25 Ekim 1913'te Batı Trakya Müstakil Hükümeti kendini feshederken; İstanbul'dan gelen Albay Cemal Bey'in gözetiminde Bulgar kuvvetleri bölgenin işgalini 30 Ekim'e kadar sessizce tamamlamışlardır. Ancak, Devletin silah ve cephanesi ileride yeniden kullanmak ümidiyle bölge ahalisince saklanmıştır.
Osmanlı Devleti'nin bölgeyi Bulgarlara bırakmasının nedeni bazı kaynaklarda İttihat ve Terakkinin iç politik çekişmelerinin sonucu olduğu şeklinde de geçmektedir. Şöyle ki, Osmanlı Devleti'nin yönetimini beğenmeyen Türk aydınlar birer birer Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'ne akın etmişler ve Devlet yönetim kademelerinde yer almışlardır. İş, bu safhaya varınca kurulan yeni Devlet, Osmanlı Devleti açısından potansiyel bir rakip durumuna gelmiştir. Ancak, olaya salt "iktidar olma hevesi uğruna İttihat ve Terakkinin Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'ni gözden çıkardı" şeklinde bakmak yanlışa sebep olmaktadır. Bab-ı Ali baskınından sonra devlet kademelerinde görev alan İttihat ve Terakkinin acemi yöneticilerinin uygulamaları ve yabancı devletlerin telkinlerine uyularak yürütülen bir dış politika böylesi bir sonucun meydana gelmesinde belirleyici olmuştur. Ancak, Bulgarların silah gücüyle yıkamadıkları Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'ni başka bir Türk Devleti'nin aracı edilerek tarihten silinmesi, Osmanlı Devleti üzerinde olumsuz tenkitler yapılmasına zemin hazırlamıştır. Netice itibariyle, 56 günlük siyasi bir ömürden sonra Batı Trakya Türk Cumhuriyeti'nin tarih sahnesinden çekilişi ve bölgenin Bulgarlara bırakılması, Batı Trakya Türk halkı üzerinde büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır.
Sonuç olarak bazı noktaların belirtilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Rodoplar'da gerçekleşen Türk direnişi Rodopları aşan nitelikte sonuçlara sahiptir. Kanaatimizce, Rodoplar'da ve Batı Trakya'da gerçekleşen bu direniş Kurtuluş savaşımız açısından bir laboratuar işlevi görmüştür. Bunun yanında, Kurtuluş savaşımıza can veren özgürlükçü havayı sadece İzmir'in işgali sonrasında ortaya çıkan atmosferde değil, aynı zamanda 93 Harbi sonrasında Rodoplar'da oluşan bağımsızlıkçı ve özgürlükçü havada aramak daha doğru olacaktır. Asıl ilginç ve üzücü olan nokta ise, günümüzde oralarda yaşayan insanlarımızın böylesi bir geçmişe sahip olmalarına rağmen, bu psikolojiden iyice soyutlanmış olmalarıdır. Bölgede yaşayan soydaşlarımız unutmamalıdırlar ki, bağlı bulundukları devletlerin bir parçası olmadan önce, Oğuz Türklüğünün doğal bir uzantısıdırlar.
Farklı bir nokta da Dış Türklere yönelik olarak ülkemizde sosyal bir ilgisizlik oluşudur. Türk halkı, maalesef Dış Türklere ve özellikle Balkan Türklüğü hususunda duyarsız ve bilgisiz kalmaktadır. Özellikle, soydaşları tanımlamaya yönelik olarak günlük hayatta ve çeşitli basın platformlarında "Bulgar Türkü", "Yunan Türkü", "Bulgar göçmenleri" gibi tanımlamaların yapılması hayli üzücüdür. Sorun, kimin daha Türk olduğu sorunu değildir, sorun duyarsızlıktır, ilgisizliktir, bilgisizliktir. Evlad-ı Fatihanlar önce Atatürk'ün çocukları, sonra da Fatih Sultan Mehmet'in torunlarıdırlar. Unutulmamalıdır ki, "Muhacirler kaybedilmiş toprakların aziz hatıralarıdır."
KAYNAKLAR
AYDIN, Ahmet; "Batı Trakya Faciasının İç Yüzü", İstanbul: Akın Yayınları, 1971.
Batı Trakya'nın Sesi, Sayı:65, Ağustos 1988.
BIYIKLIOĞLU, Tevfik; Trakya'da Milli Mücadele, I.Cilt, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987.
GÜNDAĞ, Nevzat; "Garbi Trakya Hükümet-i Müstakilesi", Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987.
ÖZKAN, Tuncay; "MİT'in Gizli Tarihi", İstanbul: Alfa Yayınları, 2003.
YALÇIN, Soner; "Teşkilatın İki Silahşoru", İstanbul: Doğan Kitap, 2001.
(*) Kader Özlem Kimdir?
1986 Kırcali-Bulgaristan doğumlu. 1989 yılında Bulgaristan Türkleri için dönüm noktası olan göçle birlikte Türkiye’ye göç etti. Eğitim-öğretim hayatına Bursa’da devam etti. Orta öğrenimini Bursa Anadolu Hürriyet Lisesi’nde tamamladıktan sonra 2003 yılında Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslar arası İlişkiler Bölümünü kazandı. 1 yıllık İngilizce hazırlık sınıfı sonrası lisans dalıma devam etti. Lisans eğitimi boyunca başta Balkan kökenli dernekler olmak üzere çeşitli sivil toplum örgütlerinde aktif rol üstlendi. 2007 yılında bir yurtdışı eğitim bursuyla Portekiz’de 6 ay süreyle eğitim gördü. 2008 yılında Uluslararası İlişkiler bölümünde mezun olurken; aynı bölümde lisansüstü eğitine devam etmektedir. Başta Balkanlar olmak üzere, Avrupa Birliği ve Güvenlik konularında bilimsel çalışmalar yapmaktadır. İleri derecede İngilizcenin yanı sıra temel-orta düzeyde İspanyolca ve Portekizce bilmektedir. Ocak 2009 itibarıyla Bal-Göç Genel Sekreter Yardımcılığı görevine getirilmiştir.
|