Lütfen türkçe yazalım arkadaşlar.
Bildiğiniz gibi, site kuralları gereği, Türkçe olmayan mesaj içerikleri uyarısız silinmektedir.
akokoev:
Alvanlar /Yablanovo/ ’daki Türbeler:
Gül Baba
Arslan Baba
Koçlu Baba
Hasan Baba
Topuz Baba
Ali Baba
Hüseyin Baba
Nezir Baba
Baba Hasan
Alvan Baba
Can Destan:
KANLI OCAK
*Değerli Bilâl N. Şimşir’e
“ “Dünyada hiçbir şeyden
zalimlikten iğrendiğim kadar iğrenmedim.”
Sait Faik Abasıyanık
“Kılıç Artığı”
Ocak 2005, Bulgaristan Türklerinin yaşadığı isim değiştirme vahşetinin 20. yıl dönümüdür.
Hikâyesi uzun ve hazin olan Bulgaristan Türkleri, özellikle “93 Harbi” diye anılan Türk-Rus Savaşının (1877-1878) ardından kesintisiz soykırıma uğratılıp yok edilmeye çalışılan ve ağır baskılar sonucunda azınlık durumuna düşürülen şanlı Evlâd-ı Fatihan’ın ahfadı ve Rumeli Türklüğünün (Osmanlı İmparatorluğu zamanında Avrupa topraklarında yaşayan Türkler) başlıca öğesidir.
Yüzyıllardır Osmanlı’nın önce akıncı, sonra ileri karakolu niteliğindeki Evlâd-ı Fatihan’ı, Avrupa tarihini şekillendiren dev İmparatorluğun ana unsuru idi. Günümüzde ise fatihlerin torunları, geçmişte efendisi oldukları topraklarda maruz kaldıkları sürekli katliâmların sonucunda -ne yazık ki, bir “kılıç artığı” olarak,- azınlık durumuna düştüler. Buna mukabil, Bulgaristan Türklerinin, hâlâ Balkanlar’daki en büyük Türk kitlesini oluşturduklarını sevinçle belirtmek gerekir.
Bu bağlamda, Türkiye açısından tarihî ve stratejik önemini hiç yitirmeyen, kaybettiğimiz toprakların canlı kanıtı olan bu değerli kitlenin gelecekte de -tıpkı düzensiz Bulgar çete saldırılarının başladığı 1877’den, bunların resmiyet kazanıp artarak sürdüğü günümüze değin ve Bulgaristan’daki Türkler için acılar içinde geçen 128 yıl boyunca olduğu gibi- yılmadan, usanmadan, zorlu varlığını sürdürmek uğruna vereceği mücadelenin devam edeceğine olan inancım tam ve sonsuzdur. Çünkü Bulgaristan Türkü her şeyden önce Türktür, Türkçüdür, vatan evlâdıdır.
Dünya tersine dönse bile, bu gerçek değişmez, değişemez!
Karalar Karası 1985’in Kara Kışı
“Böylesine derin ruhsal yaralar, anıların bulanıklaşmasına mukabil, kolayca
iyileşmemektedir.”
John Keegan, “Savaş Sanatı Tarihi”
Evlâd-ı Fatihan’dan başlayarak “Rumeli Türklüğü”nden geçen ve zamanla “Türk azınlığı” konumuna getirilen bahtsız Bulgaristan Türklerinin hiç ak günleri olmadı. Ancak 21 Ocak 1985*(seferberlikRZ), Bulgaristan Türklerinin en kara günleri oldu!...
Ben, her ne kadar yavru vatan Kıbrıs’ta EOKA militanlarınca fiilen uygulanmaya konup 1963 Noel’ini kana bulayan Akritas Plânının Bulgar versiyonu olan “Kanlı Ocak” dramının kahramanlarının yüreklerini dağlayan o bedbaht günü bir kez daha hatırlatıp, zaten hiçbir zaman iyileşmeyecek olan yaralarını yeniden deşmek istemesem de; masum ve savunmasız Türk milletinin, kış boyunca maruz kaldığı tank, zırhlı araç, azgın köpek, gayrimeşru çocukların arasından seçilip acımasızlığı ile tanınan özel “Kızıl Bere” timleri ve askerle milis gücü kuşatması altında yaşadığı resmî kanallı zulmü ve ona karşı verdiği gayrimüsavi savaşımı unutması mümkün mü?...
O gün, Bulgaristan Türklüğünün tarih boyunca maruz bırakıldığı haksızlık, acımasızlık ve aşağılanma, doruk noktasına ulaştığı gündü.
O gün, Bulgar makamları -üstelik, Türkiye ile komşuluk ilişkilerinin en iyi olduğu bir dönemde!- imzaladıkları tüm uluslar arası ve ikili antlaşmalara aykırı, barbarlığın son noktasını koydular ve 93 Harbinden bu yana kutsal varlığını büyük fedakârlıklarla korumaya çalışan Türk azınlığına dünyada eşi benzeri görülmemiş, akıl almaz, sözde bir “köküne dönüş operasyonu” uygulayarak, darbelerin en büyüğünü vurdular.
O gün, Türklüğe topyekûn savaş açan Bulgarlar, Türk aydınlanmasının beşiği, bir zamanların yenilmez
Üçüncü Osmanlı Ordusu ve Türklüğün kalesi niteliğindeki “zapt edilmez” Şumnu şehri ile civar kent, kasaba, köy ve komşu illerdeki Türk yerleşim bölgelerine dehşet saçtılar...
O günlerde ve akabinde yaşananları dergimizin bir başka sayısında anlatabilme gücünü bulmak umudu ile, haksızlığa direnip Bulgar Komünist Partisinin insanlık dışı uygulamalarına karşı koyan kahraman halkımı sevgi ve minnetle anarak, bu yazının temelinde yatıp Türklerin yaşadığı vahşetin Bulgarları bile şaşırtacak seviyeye ulaştığının göstergesi olan Georgi Popov’un 28 Ocak 1992 tarihli çok anlamlı makalesine* değinmek istiyorum.
“Köküne Dönüş” Mezalimi
Bulgaristan Türklerine karşı yapılan “tarihî eylem” için zamanlama açısından kıyıcı komünist iktidarın 1985 yılının kışını seçmesi, bir rastlantı mıdır?
Tartışılabilir, fakat iktidardakilerin, uğursuz senaryolarını gerçekleştirmek üzere kışa iş birlikçi olarak güvendikleri akla yakın: Kar ile soğuk, köpek ve tankların yapamadıklarını yapacaklardır.
Ocak 1985’te ısılar eksi 15-20 dereceye düşer. Zorbalık teknolojisinin esas öğesi, buna maruz kalacak olanların, Sliven (Türkçesi ve bundan sonra: İslimiye. S.K.) ve Kotel yöneticilerince isim değiştirme eyleminden habersiz tutulmalarıdır. İşte bu yüzden, İslimiye’nin batısında yer alan Gerlovo köylerindeki binlerce insan, meydanlarda yakılan ateşlere rağmen, gece donmaktadır.
İnsanların ps...olojik direncini kırmaya yönelik yıldırmanın bir başka öğesi, yerleşik bölgenin (İslimiye’ye bağlı Novaçevo köyü), ordu ve milis kuvvetlerince uzun süreli bir kuşatma altında tutulmasıdır.
Bir başka yöntem ise, tank, zırhlı araç, eğitilmiş köpek, itfaiye vs. araçlarla (Kotel’e bağlı Yablanovo köyü) yapılan anî baskınlardır.
Tankların üzerine yürüyen insanlara karşı havaya açılan ateş ve üzerlerinde uçuşan helikopterlerle anında yapılan müdahale, şok etkisi yaratır. Yablanovo’da öyle gürültü ve çığlıklar duyulur ki, âdeta savaş ya da tufan başlamışçasına, Omurtag’dakiler (Cuma/ Tırgovişte iline bağlı Osmanpazarı kenti. S.K.) bile titrer.
Cop ve yumruk türünden geleneksel zorbalık öğeleri de devreye girer. Novaçevo köyünde cop niyetine, korkunç ağrılara sebep olan fıçı yalıtım şeritleri kullanılır.
Sofya’dan özel olarak gönderilen Todor Saykov adlı sadist polis, tam anlamı ile kurbanlarının sırtından derisini soyan çok farklı türden özel bir cop kullanır.
Yablanovo’da insanların peşine karşı konmaz bir hışımla düşen iyi eğitilmiş özel MVR (İç İşleri Bakanlığı. S.K.) köpekleri de dondurucu etki yaratır.
Novaçevo’dan Ahmet Hasanoğlu’nun beş yaşındaki oğlu, karşısında dişlerini gösteren köpeği görünce, nerede ise dilini yutar. Olayların ardından yedi yıl (1985-1992. S.K.) geçmesine karşılık, çocuk hâlâ kekelemektedir.
Zorbalık teknolojisinin bir başka öğesi olan özel olarak getirilen kırmızı eşofmanlı dayakçılar, kullandıkları dövüş sanatları mucizeleri ile, gerçekleştirilen “faaliyet”e ayrı bir eğlence niteliği katarlar.
Fakat Yablanovo ile Novaçevo’daki özel “numara” (atraksiyon), İslimiye İlçe Savcı Yardımcısı Stoyan Stoyanov’un emri üzerine, erkek, kadın ve çocukları buzdan hayalete dönüştüren itfaiye araçlarıdır. Gradsko köyünden Hüseyin Mehmedov (böyle bir) araçla çiğnenir ve 15-20 gün sonra korkudan ölür. Ateşin karşısında oturmakta olan bir kadın, kucağındaki bebeği ile birlikte buz heykeline dönüşür. Filaretovo sakinlerinden biri zırhlı araçla çiğnenir; Novaçevo’dan Mustafa Hasanov ise öyle feci şekilde dövülür ki, günlerce koyun postuna sarılı olarak yatmak zorunda kalır.
Yablanovo, Novaçevo ve diğer köylerde on binlerce ve yüzlerce kişi dövülür yahut da İslimiye milis teşkilâtı cehenneminden geçer. Birçoğu -bir kısmı korkudan, diğeri utançtan,- uğradığı zulümlerle çirkin tecavüzlere ilişkin hâlâ suskunluğunu korumaktadır.
Tutuklular, tek parmakları duvara dayalı şekilde saatlerce durmak zorunda bırakılır ve yanlarından geçen çavuşlar veya sorgu hâkimleri tarafından gönlünce dövülürler.
Yablanovolu *Fedal Mustafov’un anlattığı üzere, dayak şekilleri çeşitlidir: Geleneksel yöntem olan susuzluk işkencesinden (hücreye bir teneke tuzlu peynir konur, lâkin su verilmez) başlanarak, yemeğe “bir şeyler”in katılmasına dek sürüp giden ve bunlardan insana nedensiz gülesi gelen işkenceler.
Küfürler ve ayaklara atılan tekmeler, enseye indirilen yumruklar ve anne adı ile alay etmeler gece gündüz sürer.
Ganev, Grınçev vs. işkenceci sorgu hâkimlerinin adları, Yablanovo’da günümüzde dahi dehşet yaratırlar.
Yablanovo’daki “etkinlik” esnasında, köy sokaklarını aşıran tanklar, megafonlardan yükselen askerî marşlar ve sözde vatansever haykırışları aracılığı ile yapılan manevî baskılar da devreye girer.
Bu satırları yazan, Nazi ve Stalin zulümleri ile örneksemelerden bilinçli olarak kaçınmaktadır: Onlar o denli aşikâr ve tanıdıklar ki, sınıflandırma ve yorum gerektirmezler. Fakat sonuçlara bir bakınız: Bu eylemi müteakip sadece iki yıl içerisinde Yablanovo’nun 5 bin kişilik nüfusu arasında hiç hatırlanmayan bir ölüm oranı baş gösterir. Çoğu kalp krizi ile beyin kanaması olmak üzere, 330’ü aşkın insan ölür. İsmail Mustafov hapiste iken, eşi kalp krizinden ölür. Kardeşi Sadık da, Sadık’ın oğlu İsmail de...
Eylemden 6 yıl sonra, dehşet hâlâ Novaçevo ile Gerlovo Balkanlar’ını dolaşmaktadır. İnsanlar, işkencecilerinden hiçbirinin -ne o zamanki OU MVR Âmiri (İç İşleri Bakanlığı İl İdare Âmiri. S.K.) general Ganev’in, ne ilk İslimiyeli partilisi Veliçko Petrov’un- cezalandırılmadığını görürler.
Eski İslimiye İl Adliye Başkanı Bojidar Suknarov, Yargıtay İdarî Mahkemesinde kariyer, hatta Çernobil davasına başkanlık bile yapar. İslimiye İl (Bölge) Savcıcı Dina Jelyazkova, her ne kadar binlerce kişinin hüküm giymesi veya Belene’ye gönderilmesi konusunda kendisi ile birlikte aynı nakaratı söyledi (iş birliği yaptı) ise de, hâlâ eski makamını işgal eder.
Eski İlçe Savcısı Stoyan Stoyanov ise, Büyük Halk Meclisinde vekillik dahi yapar.
İslimiye Emek Borsasının Şefi Goço Stoev ise, bir başka “köküne dönüş süreci” kahramanıdır...
MVR arşivlerinden zamanın birçok belgesi, hatta Yablanovo’daki Türkleri mahkûm eden 171/85 numaralı NOHD davası bile kaybolmuş durumda.
Suçlu(lar) yok ve “köküne dönüş” diye bir süreç olmamıştır.
“Harikalar” Diyarı Bulgaristan
Son 20 yılda Bulgaristan’da görünürde birçok şey “değişti”.
Elinden kutsal yaşama hakkı insafsızca alınan Türklerin buna isyanı, yıllardır üstü örtülmeye çalışılan gizli etnik huzursuzlukları ortaya çıkardı. Sabır taşı çatladı, bardak dolup taştı ve dünyadaki gelişmelere koşut, Bulgaristan’ın iç savaşın eşiğine gelmesine ramak kaldı.
Tüm bu olumsuzlukları önleyip yükselen gerilimi gidermek amacı ile, “insancıl” komünist rejimi “göç” diye adlandırılan, fiilen ise Bulgaristan ve Türkiye tarihinin en büyük Türk sürgününü -yani, sıradaki soykırımı- başlattı.
Bu sözde “göç”, ülke ekonomisi ile birlikte, 45 yıllık totaliter/dikta rejimini de çökertti ve birkaç yıl içerisinde -Türk hükûmetlerinin, her zamanki gibi halkı ile birlikte, el ele, bağrına bastığı soydaşlarının maddî ve iyileşmesi imkânsız manevî yaralarını sarmaya çalıştığı dönemde,- Türkiye’nin de iyi niyet, yardım ve desteği ile, Bulgaristan NATO saflarında yer aldı.
Bir asrı aşkın kendi vatandaşlarını doğdukları topraklardan kovmakla ünlenen bu cambaz ülkenin, günümüzde İslimiye hava alanını üs olarak dünkü hasmı NATO’ya satmış olmasının yanı sıra, NATO’nun da çarçabuk Karadeniz’deki Emine Burnu üssüne çöreklenmiş olduğu gerçeği, kuşkusuz, bir “harikalar” diyarı için şaşırtıcı bir olgu değildir.
Ancak on yıldır Avrupa Birliği kapılarını aşındıran bir zamanların Demirperdesi ile Varşova Paktının SSCB’nden sonraki en ateşli bağlaşığının bundan sonraki hamlesini tahmin etmek, doğrusu, Bulgar dönekliğinin sınır tanımazlığına tanık olan benim geniş hayal gücümü bile zorlar!...
Sonuç
“Domuz derisinden post olmaz,
eski düşmandan dost olmaz.”
Türk Atasözü
“Göç”ün ardından kavuşabildikleri Türk vatandaşlığı soydaşlarımızın geçmişteki ıstıraplarını bir nebze hafifletirse de, her yılın ilk ayı, o talihsiz kanlı Ocakta yaşadıkları (sıradaki) soykırım kâbusunu ve bu kâbusun sorumlularının cezasız kaldıkları gerçeğini hatırlatır.
93 Harbinden bu yana olduğu gibi; Bulgaristan Türklerinin 20 yıl evvel yaşadıkları isim değiştirme vahşeti ile 16 yıl evvel yaşadıkları zorunlu “göç” adlı sürgünün tüm belgelerinin Bulgar makamlarınca yok edilmesi yüzünden, bugün evrak üzerinde ne böyle bir suç işlenmiş görünür, ne de bu suçu işleyenlerden hesap sorulur.
Geriye, yalnızca o insanlık ayıbında verilen şehitler, “son” (?!) tehcir esnasında yitirilen yaşamlar, onulmaz yaraları işaretleyen izler ve geçmişin kekremsi anıları kalır...
Göçmen
Kimseye söylenmeyecek,
Söylenmeyecek.
Acılar var içimde.
Gidiyorum.
Yabancılar memleketine.
Artık göçmenim.
Adımım göçmen.
Kalbim göçmen.
Her şeyim göçmen.
Arıyorum kendimi.
Ülkümü, evvelki benliğimi
Bulamıyorum...
Onlar ayrı,
Ben gerçeklere
Artık göçmenim
Göçmenim
Göçmen.
E.E.**
Yaşanan barbarlığı fark edip Türk azınlığına uygulanan maddî/fizikî-manevî baskıların suçlularının hâlâ cezalandırılmadığı (fiilen ise, hiçbir zaman cezalandırılmayacağı!) gerçeğini esefle bildiren yukarıdaki vicdan sahibi Bulgar asıllı yazarın dahi, insanî anlayışlarından dolayı kendi soydaşlarınca sanal âlemde hakarete uğradığını görmek, insanın ruhunu ayrıca sızlatıyor...
Zira pişmanlıkların olmadığı yerlerde, “kötülük teknolojisi”nin bir parçası olan eski cürümlerin yeniden hortlaması ve aynı derin acıların yeniden yaşanması, gayet doğal...
__________
* Georgi Popov, Yedi Yıl Sonra Suçlu(lar) Yok/“Köküne Dönüş Süreci”nin Teknolojisinden, Demokrasi Gazetesi, Sayı: 23 (599)
** İsmi gizli kalan bir Batı Trakyalı şair. Feyyaz Sağlam, Batı Trakya/Yunanistan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990, s. 136.
Makalenin yayımlandığı TDAV Türk Dünyası Tarih Dergisi ile, derginin eklemiş olduğu resimler.
Nisan 2005
http://www.geocities.com/kanatsemra2/y26
Can Destan notları:
*Bilal Şimşir-Emekli Büyükelçi ve siyasi tarihçi,bilim adamı, diplomat.Şimdiye kadarı 66 cilt kitap ve 190 kadar bilimsel makale yazmıştır.”Bulgaristan Türkleri” adlı kitabı vardır.Atatürk için en çok eser veren yazarımız.Kıbrıs,Ermeni sorunlarını titizlikle incelemiştir.1992 yılında ,Ankara’da Dışişleri Bakanlığında ,bir tesadüf eseri kendisiyle görüşüp sohbet etmem, hayatımın mutlu anıları arasındadır.
*21 Ocak 1985—Deliorman’da, Razgratta birçok Türk erkeğine seferberlik uygulanmış, toplanmış, uzaklara bertaraf edilmişti.21 Ocakta, sabah saat 4-te “askeri alarm”(voenna trevoga) söylenip evden alınmıştım…Kapıda gözyaşlı eşim,ellerinde 16 aylık küçük oğlum vardı.
Bu kişilere askeri yasalar işleyecek,yerlerinde isim değiştirme kampanyasında etkin tepki gösterememeleri düşünülmüştü Sofya’da.Bu kişiler “Türkçülük”le işaretlenmişlerdi.Slivne Balkanında bulunduğum askeri kampa Genel Karargah’tan albay Stefanov gönderilmişti. Savunma Bakanı Dobri Dcurov’un Bulgar ordusunda Türk ismi kalmaması emri vardığını söyledi.Ben ise Yedek subay- Topçu idim (Kırım savaşından madalyalı dönen ecdadım Gazi Ali gibi)…
Yazılı emri görmek istedim,Anayasa’dan bahsettim.”Emirlere itaat etmeyenin sorumluluğunu bilirsiniz!” dedi.Ve sonra kızarak:
“SORU SORMAYACAKSIN ,SORGULAMAYACAKSIN!” bağırdı.
(«Няма да питаш! Няма да разпитваш!»)
Dünyam kararmış,başım dönmüştü.Salhaneye getirilmiş,gözleri bağlanmış “avanak
öküz”, enenmiş hayvan yerine konmuştum.
Asla,ömür boyu, unutamam bunu…
“Gönüllü” formu imzalamadım.Ayaz gece yarısı, bekçileri olan buzlu hendekte Kalava’lı (Dyankovo-Rz) Erdinç’in ellerini hatırlıyorum.Karla kanlı yüzümü siliyor,kırık gözlüklerimi yanıma toplamış, morarmış şiş dudaklarınla gülümsemeye çalışıyordu.O karlı buzlu, kanlı 23 Ocak gecesi Kardeş etmişti bizi. . .
NE KADAR BENZER ÖYKÜ DOLU, İÇİNDE TAŞIR NESLİMİZ !
*Fedal Mustafa Kocaİbram
(15.06.1920-18.05.1997) Alvanlar(Yablanovo) köyünden.
-Rahmetliyi bilirdim. Çerkeşli (Slavyantsi- Burgas) Aytabanlar soyunda evli kızı Hatice’den olan torunları Ayşe ve Gürsel ile çocuklarım kuzendir.
Bulgaristan’ın faşist döneminde illegal RMS (Devrimci Gençlik Birliği) katılmış.
Atılgan,müteşebbis bir adamdı.Daha 50. yıllarında Sosyalizmin Bulgaristan Türklerine
Adalet,müreffeh hayat,kültür ve eğitim açılımı getireceğine inananlardandı.Yeni idarenin “oturmasına” canla başla çalışmıştı. BKP- ye faal üye.Madalyalar almıştı.Yablanovo Devlet Tarım İşletmesi (DZS) kurucusu ve müdürü olarak,17 köyde- oymakta herkes, küçüğü büyüğü onu biliyordu.
İsim değiştirme kampanyasının aktif karşıtı.Mukavemette “akıl verdiği” için tutuklandı,Kotel (Kazan) polisinde 70 gün hücrede tek tutuldu. Mahkeme ona 8 yıl hapis cezası verdi.Stara Zagora hapishanesinde 3.5 yıl yattı ve demokratik dönem gelince salıverildi. Hayatının sonuna kadar Marksizm felsefesine inanıyordu.Ve bu felsefenin Jivkov Rejimi ile hiçbir ilişkisi olmadığını iddia ediyordu.
Eşi Zümbül ablanın şefkat dolu gülümseyişi gözüm önünde.
Sofya Türk Pedagoji Okulu mezunu,öğretmen Hatice Aytaban-kızı, Kotelde yaşayan ve diabetten genç giden fotografçı oğlu Nazif, Yablanovo’da ebe olan kızı Esma ve Razgradın Brestovene (Karağaç) köyünde evli, hemşirelik yapan kızı Cumaziye olarak 4 çocuğu vardı.
akokoev:
""Yablanovo nun ismi buyuk nitekim insnlari malesef son 10 yil , hem ahlak acisindan, hem manevi yonden kuculmekteler.Tabii uzaktan Yablanovo ismini duymak gurur verici ama yablanovolularin durumlarinin duzulmesi icin, egitim ve ozellikle dogru dini egitim icin caba sarf edilmeli ve bu koyluye ozellikle manevi yonden yardimda bulunulmalidir.HAni o yarim olan camii bir de aktif ve faal oldugunu gorsek."" /guestbook'tan alinti/
Malkoc_KIZI:
kazan - alvanlar köyünden DUMALI MAHREMİN KÜÇÜK OĞLU MAKSUT'un çocuklarıyız. alvanlar köyünde yaşayan, atalarımızı bilen,elinde fotoğraflar olan kişilerle tanışıp konuşamak geçmişimizi çocuklarımıza torunlarımıza aktarmak istiyoruz. AMCALARIM : ALİ OSMAN, RÜSTEM, HÜSNÜ ve ABLALARI AYŞE. HALAM AYŞE Dükkancılarla evli. İlgilenen arkadaşalara teşekkürler tüm alvanlar köyüne selamlar...
Navigasyon