Balkanlar’da Türk edebiyatı,Türklerin bu yerlere adım attıkları ilk dönemlerden itibaren başlar. Türklerin XIV. yüzyıldan,XX. yüzyılın başlarına kadar Asya’nın dört tarafına uzanarak Balkan yarımadasına kadar yerleşmeleri, başta Bulgaristan olmak üzere, Rumeli’nin bütün bölgelerinde önemli değişikliklere yol açmıştır. Herşeyden önce “Rumeli” veya “Balkanlar” olarak adlandırılabilecek bu coğrafî bölge (Bulgaristan, Yunanistan(Batı Trakya),Yugoslavya, Arnavutluk,Avusturya,Macaristan ve Romanya’nın bir kısmı) asırlar içerisinde Türk mimarî eserleriyle, Türk kültür ve sanatıyla, Türk’ün güzel Türkçesiyle, Türk gelenek ve görenekleriyle, inançlarıyla bezenmiş, bu bölgenin ayrılmaz unsurları olmuşlardır. Özellikle, başta Edirne olmak üzere Balkan coğrafyasında Üsküp, Selânik, Saraybosna, Prizren,Priştine, Sofya, Belgrad, Filibe,Manastır,Vardar Yenicesi, Serez ve Kalkandelen gibi Rumeli şehirleri birer kültür merkezi hâline geldi. Bu şehirler, asırlarca Türk kültürünü besleyip büyüten, yaşatan gürül gürül pınarlar oldular. Bugün, bütün bunlardan geriye kalan nedir ve yeni bir asrın eşiğinde Balkanlarda Türk dili ve edebiyatı, Türk kültürü ve medeniyeti adına ayakta kalabilen değerler nelerdir sorusunun cevabına geçelim ve bu tespitlerimize öncelikle Bulgaristan’dan başlayalım isterseniz.
Bulgaristan Türklerinin edebiyatı, aslında Türklerin Rumeli’ne geçişleri kadar eskiye dayanır. Bu, o kadar eskidir ki, bugünkü Bulgarca’da, Osmanlı Türklerinin bu dile hediye ettiği 4-5 bin civarında kelime yaşamaktadır (1). Hatta Benö Tsonev,“Bulgar Dili’nin Tarihi” başlıklı eserinde Türkçe’nin Bulgarca üzerindeki etkisinden bahsederken, bu etkinin sadece kelimelerden ibaret olmadığını, Bulgarca’da birçok Türkçe deyimin, atasözünün, özlü sözlerin de kullanıldığını vurgulamakta ve bir hayli de örnek vermektedir(2). Bu nedenle, Çağdaş Bulgaristan Türk Edebiyatı bir bakıma eski Rumeli Türk edebiyatının bir devamıdır. Yazılı ve sözlü olarak yaşayan bu edebî geleneğin yakın dönemlerde zaman zaman kesintilere uğradığı ya da durgunlaştığı görülür. Böyle bir ortamda ve böyle bir süreçte soyut anlatımın en kurtarıcı yolu olan şiir, edebiyatta diğer bütün ifade tarzlarının önüne geçmiştir. Buna göre Çağdaş Bulgaristan Türk şiirinin başlangıcını Sofya’lı Âşık Hıfzî’nin; “Plevne Muharebesi Destanı” adlı manzumesi oluşturur (3). İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle Bulgaristan Türklerinin sosyal ve kültürel hayatında köklü değişmeler oldu. Özellikle çocuk edebiyatında şiir türü ön plâna çıkar. Komünist rejimin baskıları günden güne artarken Türk kültürü adına ne varsa ortadan kaldırılmaya, insanların isimleri değiştirilmeye, hatta Türkçe konuşmanın yasaklanmasına kadar gider bu baskılar...
Kaynağını zengin halk kültüründen alan Bulgaristan Türk şairleri, şiirlerinde aruzun yanısıra, heceyi ve serbest nazım tarzlarını benimsemişlerdir. Bu manzumelerde yer yer Rumeli şîvesinin izlerine rastlansa da esas itibariyle dil her zaman Anadolu Türkçesi olmuştur.
Çağdaş Bulgaristan Türk şiirinin önemli simaları arasında yer alan ilk isim Mehmet Müzekkâ Con(1885-1974)’dur. Con,Bulgaristan Türkleri edebiyatının İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemiyle sonraki dönemini birbirine bağlayan sanatçılardandır. 1890’lı yıllarda Vidin’de doğan Mustafa Şerif Alyanak ve 1896 yılında Nevrokop/Satovça’da doğanMehmetBehçet Perim(ö.1965) 1930’lu yıllarda Türkiye’ye gelen şairler arasındadır. Mehmet Fikri (1908-1941), bugün Omurtag olarak bilinen Osmanpazarı’ndan idi. Hayatı boyunca din, adalet, ahlâk ve fazilet için savaştı. Şiirlerinin asıl teması Bulgaristan Türkleri ve Bulgaristan’ın doğal güzellikleridir. 1890 yılında Kırcaali’de doğan İzzet Dinç(ö.1965) de şiirlerinde benzer temaları işledi. Deliorman şairlerinden Ahmet Şerifov 1926 yılında Razgrat’da dünyaya geldi. Şairin ilk şiir kitabı olan Müjde 1960 yılında yayınlandı. Şair, Bursa’da çıkan Balkanlarda Türk Kültürü dergisinin başında bulunmakta ve sanat hayatını sürdürmektedir. Halen Paris’te yaşamını sürdürmekte olan Mefküre Mollova1927 yılında Dobriç (Hacıoğlupazarcık)’te doğdu. Akademisyen şairlerden olan Mollova’nın Şiirler’i 1964 yılında yayınlandı. Şumnu’lu şairlerden Mülazım Çavuşev (1927-1995) basit, sade Türkçeyle yazdığı şiirlerinde vatan sevgisini ve tabiat konularını işledi. 1927 yılında Eskicuma (Targovişte)’da doğan Niyazi Hüseyinov (Bahtiyar), ilk şiir kitabını 1964 yılında Köy Yankıları adıyla yayınladı. 1989 göçünde Türkiye’ye gelen şairlerdendir. Şiirlerinde iyilik ve kötülük, sevinç ve keder gibi soyut temaları işleyen Lütfi Demirov, 1929-1990 yılları arasında yaşamış Razgrat yöresi şairlerindendi. İşte onun güzel şiirlerinden bir dörtlük:Benim Yârim:
Benim yârim incelerden incedir
İpek fistan giymiş görsen nicedir
Saçı sünbül, başı dağdan yücedir
Ferace altından çıkalı beri
Sabahattin Bayramov 1931 yılında Dobriç’te doğan şairlerdendir. 1990 yılı baharında Türkiye’ye göç eden şair hâlen Bursa’da sanat hayatını sürdürmektedir. Adresim Şudur(1962) ve Sokaklarım Çağrışımlar İçinde (1966) adını verdiği şiir kitaplarında topladığı manzumelerinde hayâl zenginliği ve felsefî çağrışımlar ön plândadır. Bir başka Dobriç’li şair, 1934 doğumlu Nevzat Mehmedov, Bulgaristan Türkleri edebiyatının ünlü çocuk şairlerindendir. 1968 yılında Türkiye’ye göç eden şair; Ayı Dayı (1959), Deniz(1967) ve Üç Beygir(1967) adını verdiği kitaplarında yer alan çocuk şiirlerinde yine çocukların çok sevdiği hayvanlar dünyasını ve denizi konu olarak işler. Obir sevgi şairi olarak bilinir. Çağdaş Bulgaristan Türklerinin ileri gelen şairlerinden birisi de Ömer Osmanov (Erendoruk)’tur. 1934 yılında Kırcaali/Koşukavak’ta dünyaya gelen şairin asıl mesleği öğretmenlikti. 1989 yılında Bulgaristan’dan sınır dışı edilince Türkiye’ye geldi.Sıla hasreti şiirlerinin ağırlıklı teması oldu. Bunu şiirlerini topladığı kitaplarının adlarından da anlamak mümkündür. Üçüncü Mezar(1989), Ölmeden Ölmek(1991) ve SabırDuası (1991) onun hasret türküleridir. 1934 yılında Filibe yakınlarında doğan Recep Küpçüev, ömrü boyunca Bulgaristan Türklerinin haklı mücadelesini savunmuş, öğretmenlikten atılmış ve 1976 yılında Varna’da ölü bulunmuştur. Ötesi Var (1962) ve Ötesi Düş Değil(1967) iki önemli şiir kitabıdır. O bir deniz şairi olarak bilinir. Mehmet Çavuş(d. 1935-Eskicuma), Balkan Türklerinin çok iyi tanıdığı şairlerden birisidir. Hâlen İstanbul’da yaşayan Çavuş’un Yılların Serenadı (1964), Bulgaristan’dan Sesler(1985) adını taşıyan şiir kitapları ile XX. Yüzyıl Bulgaristan Türkleri Şiiri (1988) adını taşıyan bir şiir antolojisi bulunmaktadır. Ali bayram (d.1935) Silistre’li öğretmen şairlerden olup, şiirlerinde daha çok dil bilincini aşılamaya ve sevdirmeye çalıştı.Silistre’li şairlerden bir başkası Latif Aliyev (d.1935) de 1989 büyük göçünün vatanından ayırdığı şairlerdendir. Bir Bahçeden Bir Bahçeye (1961) adını verdiği şiir kitabında halk şiiri tarzında söyleyişleri vardır. Mustafa Mutkov, 1935 yılında Lofça’da doğdu. Tek şiir kitabının ismi Sabah Yolcusu (1965)’dur.
“Yine köşe başlarında beklesem onu
Bir yağmur geçse üzerimizden ince ince
Şakaklarımızdan usulca yuvarlansa damlalar
Tekrar elini tutsam onun
Yolumuza halı döşese bahar...”
mısraları, Musta Mutkov’un şiir dünyasına açılan güzel bir penceredir. 1936 yılında Eğridere’de dünyaya gelen Faik İsmailov (Arda), şiirlerinde daha çok Rodop Türklerinin elem ve kederlerini, varolma mücadelesini işledi. Onun manzumeleri,Bulgaristan Türkleri için her zaman birer umut ışığı ve yaşama sevinci oldu. Tek şiir kitabını 1965 yılında Ağarırken Tan adıyla yayınladı.1936 Razgrat doğumlu Mustafa Çetev de Bulgaristan Türklerinin en önemli yayın organlarından olan Hak ve Özgürlük gazetesinin yazarları arasındadır. Çetev’in özellikle çocuk şiirleri dikkati çeker. 1950’li yılların Bulgaristan Türkleri edebiyatında önemli isimlerden bir başkası da Kırcaali yöresi şairlerinden Süleyman Yusufov (S.Yusuf Adalı)(d.1936)’dur. Şiirlerinde hece ve serbest vezni kullanan şairin özellikle sıla hasreti temasını işlediğini görüyoruz. Bir Uçtan BirUca Memleket(1965), şairin tek şiir kitabıdır. Hasköylü şairlerden Durhan Hasanov(d.1937), 1989’da Türkiye’ye göç eden şairlerdendir. 1965 yılında yayınlanan İnsan Kardeşlerim adlı bir şiir kitabı vardır. Nazmi Nuriyev (d.1937), Osman Azizov (d.1937), Aliş Saidov (d.1938) ve Şahin Mustafof (d.1938) da Kırcaali yöresi şairlerindendir. 1938 yılında Razgrat’ın Şeremet Köyü’nde doğan Şaban Mahmudov da Bulgaristan Türklerinin yetiştirdiği öğretmen şairlerdendir. O da ne yazık ki 1989 göçünün vatanından ayırdığı şairlerdendir. 1966 yılında yayınladığı Gerginlik adındaki şiir kitabında yaygın olarak insan ve tabiat sevgisini işler. Yine Razgrat’lı bir başka şair Latif Karagöz’dür. Halen Türkiye’de yaşayan şairin ilk şiir kitabı Kon Kon Kelebek(1990) adını taşır.
Bulgaristan’da çağdaş Türk Edebiyatının en güzel seslerinden biri olan Naci Ferhadof, 1940 yılında Kırcaali’de dünyaya geldi. Yazdığı şiirleri 1965 yılında Dağlı ve Deniz adını taşıyan şiir kitabında yayınlandı. Türkçe’nin yasaklandığı yıllarda Bulgarca yazdı. İşte onun güzel şiirlerinden biri:
NERDESİN
Hani koca bir ömür boyu benimle yürüyecektin
Ağlarsam ağlayacak,
Gülersem gülecektin,
Hani delicesine vurgunduk karanfillere,
alev bir çiçek gibi yanacaktı aşkımız
gözlerimizde, kalplerimizde,
ayrılırsak kanayacaktı...
Hadi gülüm,
karanfillerin rengi değişti sensiz.
Peşinde koşmaktan titrer oldu dizlerim
Hadi gülüm,
Yıllar oldu yollarını gözlerim,
Varsın bu halimi görenler deli desin,
Bekliyorum çimen gözlüm, nerdesin!..
...
Yoruldum, çok aramaktan olacak seni...
Şimdi sen,
Belki başka gözlere sihirli bir perdesin,
ama ben,
hep öylesine iyimserim seni sevdim seveli,
bekliyorum, çimen gözlüm, nerdesin?.. (4)
İsmail Çavuşev (d.1940-Razgrat), gazeteci şairlerdendir. İnsan sevgisi, şiirlerinin başlıca temasıdır. Dilek adlı şiir kitabı 1967 yılında basılmıştır. Ahmet Eminov (Atasoy)(d.1944-Eskicuma), Rahim Recebov (Akdora)(d.1944-Kırcaali), Necmiye Mehmedova (Ulucan) (d.1945-Pravadı), Ahmet Kadirov (d.1948-Hasköy), Nebiye İbrahimova (Akbıyık)(d.1948-Razgrat) Hilmi Haşal(d.1954-Kırcaali) ve Kadriye Cesur (d.1968-Mestanlı) son dönemlerde yetişen ve hâlen sanat hayatını sürdüren şairler olarak dikkati çekerler.
Çağdaş Bulgaristan Türk şiirine baktığımızda dikkatimizi çeken en önemli noktalardan birisi; şair yetiştiren coğrafî bölgelerin belirgin bir biçimde Güney-Batı Bulgaristan (Kırcaali yöresi) ve Kuzey-Doğu Bulgaristan (Silistre-Razgrat-Şumnu-Eskicuma Yöresi)’ın ön plâna çıkmasıdır. Bir başka husus; son dönem şairlerinin büyük bir çoğunluğunun öğretmen şairler oluşu ve rejimin baskılarından bunalan bu insanların Türkiye’ye göç etmiş olmalarıdır. Genelde Bulgaristan’da yaşayan Türk toplumunun sosyal problemleri, sıkıntıları, paylaşılan acılar, sıla hasreti, vatan ve millet sevgisi ve dolayısıyla millî duygular ve duygulanmalar, çocuk duyarlılıkları, tabiat güzellikleri çağdaş Bulgaristan Türk şiirinde ele alınan belli başlı temalar olarak dikkati çeker. Şairlerin, bir milletin varolma mücadelesi sürecinde ne kadar önemli bir konuma sahip oldukları yakın dönemde Bulgaristan’da yaşanan hadiselerle bir kez daha ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bugün Bulgaristan’daki durum, Türk dili, kültürü ve edebiyatı adına düne göre daha aydınlık ve ümit verici görünmektedir.
(*)Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü.
(1)Hasan Eren; Balkan Ülkelerinde ve Macaristan’da Türkoloji Çalışmaları. Dünyada Türklük Araştırmaları ve Türkiye. Marmara Üniv.Yay. İstanbul, 1987, s.74.
(2)Hayriye (Süleymanoğlu) Yenisoy; Bulgar Folklorunda Türk Folkloru Etkileri. Bilig Bilim ve Kültür Dergisi. Sayı:2, s.141. Ankara 1996.
(3)Hayriye (Süleymanoğlu) Yenisoy; Bulgaristan Türkleri Şiiri. Türk Dili. Dil ve Edebiyat Dergisi. Türk Şiiri Özel Sayısı V.(Türkiye Dışı Çağdaş TürkŞiiri), Sayı:531, s.449. Ankara 1996.
(4) Prof.Dr. Nimetullah Hafız; Bulgaristan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi. 2(1944-1984) Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.Ankara-1987.
« Son Düzenleme: Temmuz 10, 2006, 00:50:25 Gönderen: Serkan » Logged
BiLGeNHaL
Onursal Üye
Popülarite: 446
Offline
Cinsiyet:
Mesaj Sayısı: 725
Ynt: BULGARISTAN TURK EDEBIYATI
« Yanıtla #1 : Mart 11, 2007, 20:21:52 »
Ahmet Şerifov
(Ahmet Şerif Şerefli) (Razgrat, 1926)
Deliorman'ın Razgrat şehrine bağlı Torlak (Hlebarovo, şimdi yeni adı Tsar Kaloyan) köyünde doğdu. İlköğrenimini köyünde, rüştiyeyi Razgrat'ta okudu. Sanat okulunu da Razgrat'ta bitirdi. Sonra Şumnu'da da Nüvvab okulunda okudu.
Edebiyat alanında ilk adımını 1953'te attı. "Halk Gençliği" gazetesinin düzenlediği bir yarışmaya ka-tıldı. Bulgaristan Türklerinin edibiyat hayatında ilk olaydı bu yarışma. Aynı yıl "Eylülcü Çocuk" ga-zetesine kadroya alındı. Gazete kapatılmcaya kadar, yedi yıl burada çalıştı. Altmışlı yıllarda "Halk Genç-liği" ve "Yeni Işık" gazetelerinde, "Yeni Hayat" der-gisinde çalıştı. Dergi ve gazetelerde sadece edebî ve kültürel konularda yazılar yazdı.
Şiir olarak ilk kitabı 1960'ta "Narodna Pros-veta" (Halk Eğitimi) Yayınevince yayımlandı. Bu da "Müjde" başlıklı şiir kitabıydı. "Müjde" Bul-garistan'da cumhuriyet döneminde Türkçe olarak basılan ilk şiir kitabıdır. Şairin bu ilk kitabını 1963'te "Azın Çoğu" şiir derlemesi izledi. 1966 yı-lında Ahmet Şerif, "Şirin" başlıklı ilk büyük hikâyesini yayımladı. Bu eser, düz yazı alanında yazarın ilk denemesidir. 1967'de "Adım Adım Memleket" başlıklı lirik gezi yazılan basıldı. Bul-garistan'da Türkçe olarak ne bundan önce, ne de bundan sonra böyle bir eser yayımlanmamıştır.
Sanatçı, doğayı çok seven ve doğayı kendine dost edinmiş bir insandır. Hayatında 25-30 yıl kadar "Vitoşa","Lülin" gibi dağlarda yürüyüşlerini sürdürmüş, kendini doğada, doğayı kendinde keş-fetmiştir. İçinde bir doğa felsefesi oluşturmuştur. "Yer Yeşil, Gök Mavi Kalsın" çalışması da bu an-lamda bir eserdir. Eser, sanatçının 40. yazı yılı mü-nasebetiyle 1994'te Bursa'da yayımlandı.
1969 yılında Ahmet Şerif, "Üçüncü Adım" baş-lığıyla üçüncü şiir kitabını okurlarına sundu? Küçük çoucuklara da 1965'te ayrıca bir şiir kitabı yazdı. "Üçüncü Adım", Cumhuriyet döneminde Bulgaristan'da Türkçe olarak basılan son kitaptır. 1969'dan sonra Türkçe olarak kitap basmak ke-sinlikle yasaklanmıştır.
1970'ten 1989'un zorunlu göçüne kadar geçen yıllar, şair ve Bulgaristan Türkleri için büyük facia yıllan oldu. İşsizlik, göz hapsi yıllan, cezaevi fa-cialan, yarısürgün ve sürgün yılları vs. vs.
1975'te Ahmet Şerif cezaevine düştü. Ce-zaevine gönderilirken de yayımlamaya hazırlamış olduğu onüç eserini Bulgar güvenlik organları alıp götürdü, bir daha da bu eserler iade edilmedi. Şair, bu yazılanndan sadece şu başlıklann hatırında kal-dığını büyük bir üzüntüyle söylüyor: "Bu yazılarım güvenlik makamlarının depolannda mahvoldu gitti. Aklımda kalan birkaç başlık var: "Şiirler", "Rüzgarlar ve Tohumlar", "Atatürk Rüzgârlan", "Şeyh Bedrettin'in Apolojisi", "Kırcaali Defteri" gibi eserlerimden mahrum edildim."
1989'da zorunlu göç kafilesinde Anavatan diye özlemini çektiği Türkiye'ye geldi. Burada Şerefli so-yadını aldı. 5-6 ayda kaleme aldığı belgesel ni-telikte olan "Türk Doğduk, Türk Öldük" başlıklı eseri 1990'da Kültür Bakanlıınca yayımlandı. Der-gilerde birçok şiirleri basıldı. "Deliorman Folkloru" adındaki eserini de Kültür Bakanlığı 1991'de Özel Arşiv'ne satın aldı. Sanatçının baskı safhasında daha birçok eseri var.
Bursa'da çıkan "Balkanlar'da Türk Kültürü" dergisinin başında bulundu. Halen sanatçılığını sürdürmektedir.
258
ADI KARA ("Müjde"den, 1960/Sofya)
Karadeniz karalı bakana karalı
yaralı bakana yaralı Bana göre Karadeniz'in ne karası var
ne de gönlünde yarası var! Karadeniz sevildiğinden bahtiyar,
bahtiyarlığından güzel! Karadeniz aşırı güzel dalgalanırken,
dalgalar dalgalarla sevdalanırken!.
GAZ LAMBASI
(1968/Sofya, "Üçüncü Adım"dan)
Eski alfabemde buldum adını gaz lambası, dilsizleşmiş, paslı bir ışık sembolü.
Tezekle, samanla ısıttığımız odada sendin
ışıyan, bir gün olsun sökemedin içimizdeki yası!
Yerin, sarmaştığımız toprak külhanın üstünde,
veya çarmıha gerilmiş gibiydin
kirli beyazlığında duvarın... Evimizi boğan sarı bir ışık... Unutmadım aydınlığında eğrilen iplikleri,
söylenen özlem dolu türküleri de... Biz çocuk, hep san güneşinde uyumuş,
uyanmıştık. Çileni doldurmuş yorgun görünüyorsun pek,
anlamsız yaşadığım günlerde sen vardın. Masallaşhracağım, çocuklar seni sevecek;
aydınlık çarmıhtayken
karanlığın dilinden yalnız sen anlardın.
ADIM ADIM MEMLEKET
(1%7/Sofya, "Adım Adım Memleket"ten)
"MEMLEKET YOLLARI"
Bu uzaklar da memleket. Ortalıkta bir çavdar yeşili. Genizlerimde bir çavdar kokusu.
Bir tarlakuşu havalandı. Bayıla bayıla sabah konserine başladı.
Ve henüz başak gösteren, sonsuz gibi görünen çavdar tarlası, hafiften bir sabah valsı tutturdu. Güneşin gümüşlediği çiy taneleri, gerdanından kopan inciler misali pul pul yerlere döküldüler. Esinti hızını biraz daha arttırdı. Papatyalar, gelincikler, tüm kır çiçekleri valsa katıldı.
Nesin sen memleketim? Yol musun? Tarla mısın? Tarla kuşu musun, şarkısı mısın? Nesin? Yoksa...
Rabişka dediğimiz memleket parçası burası.
Coğrafya kitaplarında onun bir ikinci adı daha var: Magura. Deniz yüzeyinden 461 metre yükseklikte. Hee, ötelerde görünen o köy Rabişka köyü. Vitbal'la Arçar çayları arasından bakan o maviş gözlü su, Rabişka gölü. Ama şimdi o göl değil, büyük bir baraj.
Ayaklarımın ucundan boş bir sigara kutusu aldım. Bir de kurşun kalemi parçası çıktı cebimden. Kutuya şu satırları karaladım:
Papatyalar açmış, gelincikler açmış Ne gönül alıcı, ne hoş bu manzara! Mavi dağlar başına beyaz tül atmış... Ötesini getiremedim. Duygularımı, ölçüye, kalıba koyamadım. Uzun uzun baktım. Çavdarların altından örtüle-açıla uzayıp gidiyordu yollar. Acaba bu yollar insanı nereye götürüyor, dedim kendi kendime. İçimdeki insan cevap verdi: "Bir bahçeye... " "Bir başka güzellik dünyasına!" Sigara kutusunun ardına daha bir üçlük ekledim:
Her yere bir serinlik, bir koku sinmiş Tepelerden koşa koşa inen sular Baraja sadece bir mavilik taşımış... Bir sigara içimi kadar bir zamanda geniş bir alana indim. Yağmurlardan kararmış, güneşlerden yanmış, tahtaları rüzgârlardan çatlamış bir barakanın başında bittim. Kapısında paslanmış bir
kilit. Yolcu rüzgârlardan başka geleni gideni yok. Patikalarında çimler, çiçekler bitmiş. Baraj inşaatından kalan bu tahta baraka, uzaklardan bakınca öyle bir hoş görünüyordu. İnsanın içinde yaşayan bir yarım güzelliği tamamlıyordu sanki.
Baraj da uzaklardan mavi mavi görünüyordu ya, yakınlardan bakınca rengi değişti. Suyu biraz yeşile çalıyordu. Sanki biraz da kırmızıya. Dibindeki balçıktan olmalı. Altında pul pul danseden balıklar: Sazan, som ve... Suyun güzellikleri ve zenginlikleri. Barajın çevresinde sazlar. Uzaklara su pompalayan pompalar. Sulanan yüzbin dekar toprak.
Bu yoldur dedim, yürüdüm, beldir, dedim, dağlan aştım. Gide gide bir mağaraya dayandım: Mağura. Mağaranın ağzı bir funya biçiminde. Özel yapılmış kapısı ve kapıcısı var, asistanı yani mihmandarı.
Giriş kapısının boyu 2.40 m. Yerden genişliği altı metre. Uzunluğu 3 km. İçi elektrikle aydınlatılmış. Her çıkıntı insanı bir başka âlemlere taşıyor. Burası masallar dünyası!...
Kapıdan yirmi metre ötesi genişçe, öyle bir salon gibi.
Derinliklerden bambaşka bir serinlik esmekte. Bu serinlik insanı öldürebilir diye de düşünebilir insan. Tıp bilimi buranın bir tür hastalığı tedavi etmek için çok elverişli olduğunu söyledi. İlk denemeleri yapılmak üzereymiş.
Yerde pişirilmiş topraktan kap parçalan.
Çürümüş, fosforlaşmış kemik kırıntıları. Sol cephe daha alçak tavanlı. Berrak, turna gözü gibi bir su birikintisi. Soğuk, ama ne soğuk. Suda yosunlu tavanın yansıması. Orta cephede yerden bitmiş gibi görünen dikitler, sarkıtlar sanki daha çok. Burada her taşın, her yerin adı var: "Romalı Kız", "Haydut Geçidi", "Partizanlar Alanı" vs.
Birden bir gün ışığı! Mağura'nın güney cephesinde barajın sularına dönük bir pencere. Buradan baraj ne şirin görünüyor bir bilesiniz.
Mağura'nın duvarlannda ilk çağlardan resimler de var. Avrupa'nın kuzey-doğusunda bu sanat çizgileri en orijinal. En zengin, en ilgi çekici. İlk üç bölümde relef figürler mevcut, daha sonra danseden çiftler. Av sahneleri ahenkleştirilmiş bir kompozisyon.
Avcılardan kaçan av hayvanları: Karacalar, geyikler, kuşlar. Bütün bunlar mağara yaşantısının bir hikâyesi. Bilginler bu ölümsüz sanat eserlerinin Tunç Devri sonlannda yapıldığı iddiasındalar.
Memleket dediğimiz bu toprak bir kitap.
Sadece gezmek görmek yetmiyor insana. Onu öğrenmek gerek. Bu toprağın her karışı bir güzellik tablosu. Bir savaş destanı. Bu toprak savaşlarda kanla, gözyaşıyla yıkanmış. Gene gene bizim olmuş. Yaşamış, büyümüş ve gelişmiş...
Bu öpülesi mukaddes toprak.
Tuna'nın sularından yeşil yeşil bakan Vatan."
SOFYA'DAKİ AYDINLARIN KİTAPLARI İMHA EDİLDİ
("Türk Doğduk, Türk Öldük"ten, sf; 218-220)
Bendeki Türkçe kitapları, daha 1975'te tu-tuklanıp cezaevine gönderildiğim zaman mü-sadere edip imha etmişlerdi. Geri kalan kitaplarım, 1980'den sonra yok edildi.
Sofya'da yaşayan Türk aydınlarının elinde, Bulgaristan Türk kültürünü yansıtan değerli ki-taplar bulunuyordu. Yazarlar, folklorcular, ta-rihçiler vs. yılların biriktirdiklerini ellerine ge-çirmişler, özel kitaplıklarında gelecek nesiller için saklıyorlardı. Hükümet bunları biliyordu tabi, bunlann çoğunu ortadan kaldırdı. Böyle yap-masaydı rahat edemezdi. Hep aynı günde evler ba-sılmış kitaplar kamyonlara yükletilerek acımasızca yakılmıştı.
Sofya Üniversitesi'nde müderris Hayriye Me-mova'nın Türkçe kitaplanra,f olklor araştırmalanru ve el yazılarını da bir kamyona doldurup, imhaya gö-türdüler. Gelen gizli polisler arasında Hayriye Haram'ın Türkoloji'de okuttuğu Bulgar öğrenciler de bulunuyordu. Türk eserlerini silip süpürmek, öğ-retmenlerine hakaret etmek onlara utanç vermiyordu. Irkçılığın namusu, saygısı imha ve hakaretti.
Doçent Dr. İbrahim Tatarlı'dan müsadere edi-len kitaplar da çoktu. Tatarlı, komünizm idareyi elinden almadan önce bu dava için çalışmış kim-sedir. Bu hususta ona imtiyaz tanımadılar. Gerçi Tatarlı'yı işsiz bırakmadılar (İlimler Akademisi'nin Balkanoloji Enstitüsü'nde çalışıyor), ama ya-
pacaklannı da yaptılar.
Edebiyat tarihi bilimler adayı Riza Mollov'dan alınanlar çok değerli eserlerdi. Çok eski kitaplar, eski gazete koleksiyonları, el yazmaları alındı. Bundan 30 sene önce Türkçe kütüphaneler, kı-raathaneler kapatılınca değerli kitapların, el ya-zılarının çoğunu ele geçirme fırsatım bulmuştu. Zaten araştırmalannı eski edebiyat ve folklor üze-rine yapıyordu: (hanımı Mefkure Mollova da dil-cidir. İyi Fransızca biliyor ve Fransızca makaleler yayınlıyordu). Vidin, Filibe, Varna, Lom, Şumnu, Provadı, Silistre kütüphanelerinden çok sayıda de-ğerli eserleri o saklıyordu. Rıza Mollov ve hanımı Sofya Üniversitesi'nde Türk Edebiyatı ve Türk Dili müderrisleriydiler. Milli duygulan yüzünden gö-revlerinden aynı anda alınmışlardı. İkisi de yıllarca işsiz kaldılar. Ad değiştirirken Bulgann onuruna dokunacak sözler söylediği için, ad değişiminden sonra Rıza Mollov'u bağışlamadı Bulgar polisi. Ga-zeteci Hasan Çakalov gibi o da aniden öldü. Bul-garin gönlü rahatladı.
Kitap imhasında Salih Baklacıev de hissesini aldı. Yazar, gazeteci ve iyi bir folklorcuydu. De-liorman, Dobruca folkloruyla ilgili ciddi çalışmalar
yapıyordu. Varna'da tatildeyken polis onu kumun üzerinden kaldırdı, uçakla Sofya'ya getirdi. Elin-deki kitapları alıp yoketmek iç'i tabi. Bildiğim 35-40 bin ata sözü fişi vardı onun kütüphanesinde. 20 senelik bir araştırma gerektirmişti; bu ata sözlerini toplayıp tasnif etmek. Alacağını aldıktan sonra Baklacıev'i polis yine uçakla Varna'ya götürmüştü. Sanki ortada bir şey olmamış gibi görünmek is-tiyordu polisler.
Aydın kıyımında, kültürel değerleri imhada, manevi kaynaklarımızı kuratmada pek amansızdı, Jivkov katilleri. Birgün Hitler gibi, Stalin gibi, Jiv-kov da lânetlenecektir. (Bu gerçekleşti bile) saklı mezarlar açıklanacaktır. Toprak, ölüleri saklıyor, fakat gerçekleri asla. Gerçekler toprağa gömülmüş tohumlardır; bir gün filizlenip ortaya çıkacaklardır.
Kitapları imha edilenler bunlardan ibaret de-ğildir.
Todor Jivkov: "Marksizim doğma değildir. Biz sosyalizm kuruculuğunda Marksizm'i tashih edi-yoruz ve onu yeniden yaratıyoruz" diyordu. Evet, Marksizm'i yeniden yaratmak; Todor Jivkov'a göre Türk varlığını imha etmek, Türklere kıymak, kö-leler gibi çalıştırmak demekti.
83 YIL ÖNCE DELİORMAN AĞZIYLA YAZILMIŞ ANONİM MANZUM DESTAN: USLU İLE SÜSLÜ
(Balkanlar 'da Türk Kültürü, Sayı-10, sf; 4-7,1994)
Uslu ile Süslü adındaki bu anonim manzum destan içimde bir sevinç rüzgân estirdi. Ve derin derin düşündürdü. Deliorman'da, bundan daha eski bir eser yazıldığını hatırlamıyorum. Unu-tulmuşluğun sedef kabuklan içinde tam 83 yıl sak-lanılmış bir inci. Üstünde şair adı yerine sadece bir "Deliormanlı" imzasını bırakmış.
Deliorman, 116 sene önce kaybettiğimiz ecdat toprağı, vatan parçası. Tarihte 93 Harbi diye anılan Rus-Türk Savaşları'nda bu topraklarda 300 bin şehit vermişiz. Çekilen ordunun ardından bir mil-yon kadan da Türkiye'ye hicret etmiş. Bir başka sözle bu topraklarda kalanlar "kılıç artığı" olarak nitelendirilmiş, böyle bir faciadan 33 sene sonra "bir Deliormanlı" belirmiş, 1700 mısralık bir man-zum destan-roman kaleme almış, baskısını yap-tırarak okurlanna sunmuş. Eser, Rus-Türk, Di-mötika ve Balkan Savaşı'nı anlatır:
Şair:
"Bundan elli sene evvel-bir az geçmiş zamanda, Şu pek eski Türk ilinde-bizim Deliorman'da Vuku bulan bir hadise kasabasının birinde Gün-gece söylenmektedir ehalinin dilinde."
diye başlar eserine. İlk planda iki varlıklı dost çıkar karşımıza. Her ikisinin de varlıkları: Güzel evleri, sarayları, konakları, hamamları, bir sözle dünya zenginlikleri vardır. Çocukları olmadığından mut-suzdurlar. Biri: Orhan, diğeri Turhan Beylerdir. Elli sularında bulunsalar da Allah'tan evlâda ka-vuşma umutlarını yitirmemişlerdir. Secde ederek Yaratana "Hem de senin sevdiğin kullarına rah-metin çoktur", "Kadir Mevlâm bizi şu dünyaya ge-tirdin", "Getirdin de kısmet edüp büyük zenginlik verdin", "Ama evlât vermedin" diye yalvarıp dur-muşlar. "Nihayet dualan kabul olup Yaradan", "Her birine güzel birer evlât ihsan eyledi." diye işler düşüncelerini şair.
Daha önceleri ve o yıllarda yazılan eserlerin romantik ve masalımsı yapısına uygun bir biçimde gelişir olaylar. Rüyalarında huzurlarına birer pir gelir, her ikisine de çocukları olacağına dair müj-deler sunar. Turhan Bey'in bir erkek çocuğu gelir dünyaya. Gerçi onun bundan önce de çocukları doğmuş, fakat çok yaşamamışlardır. Ömürsüz ol-dukları için son doğan çocuğun adını YAŞAR ko-yarlar. Çok yaşasın diye. Bu halk arasında kabul bulmuş bir inançtır, dostu Orhan Bey'in de bir kız çocuğu dünyaya gelir. Bu sevinç, anne ve baba başta olmak üzere herkesçe bayram edilir. Yeni do-ğanın adı SEVİNÇ olur.
Masallarda, hele de Leylâ ile Mecnun, Ferhat ile Şirin gibi halk destanlarında olduğu gibi Yaşar da, Sevinç de güzeldirler: Birer içim su. Yıllar geçer, Se-vinç onbeşine, Yaşar'sa onaltısına gelirler. Ve bir-birlerine "urulurlar" (vurulurlar). Birbirlerini gün-düzleri hayallerinde, geceleri rüyalarında görürler.
Delikanlı Yaşar bir gece yine Sevinç'i rü-yasında görür. Kendisi çok varlıklı bir hükümdar olmuştur. Ve birden "Gökkapısı" açılır. Yer-yüzünde birçok alâmetler belirir. Geceler gün-düzlere dönüşür. Bir kır at Yaşar'm huzuruna gelir ve konuşur: "Der ki: Yaşar bin sırtıma ulaştırayım seni Ağyar'a". Yedi kat yere inip cehennemi do-laşıp görmek isteyen delikanlı kır ata biner. Kuş gibi uçan at O'nu Kafdağm ardında bir yerlerde bı-rakır. Yaşar taşlı yollarda bir süre yol alır. Ve bir kuyu başına "irer". Kuşağının bir ucunu bir ka-yaya bağlar ve aşağılara salınır. Bir "kapı" gözükür ve kapının önünde bir dev. Yaşar'ı paralayıp yemek ister. Delikanlı hançerine sarılır ve bir vu-ruşta yedi başlı devin altı başını uçurur. Ma-sallarda olduğu gibi yedinci başını kesmez, fakat her yer kanlar içinde kalır. Yaşar bir göğüslemede kapıyı açar. Odaların birinde gergef nakışlayan bir kız çıkar karşısına. Güzeller güzeli bir kız. başını kaldıran kız hayretler içinde konuşur:
"Nasıl oldu da buraya gelebildin?"
Ve devam eder:
"Ben buraya geleli yedi sene oldu."
Canın kıymetliyse, yeniden dünya yüzü gör-mek istersen geriye dön, diye öğütler. "Şu ileriki oda içinde bir ejder yatar/Kendisi hergün bir insan yer, yedi tane başı var." Yaşar aldırmaz. Ve ej-derhalı odaya dalar. Karşısında kurbanını gören masal yaratığı dişlerini gıcırdatmaya başlar. "Ben dünyada insan kanından başka birşey içmez iken" der-demez Yaşar ejderin altı başını bir vuruşta uçurmuştur. Yedinci başı bırakır. İnanca göre ye-
dincisini uçurmak, masal hayvanının yeniden di-rilişini sağlamaktır.
Yaşar, ejderha ile döğüşmekten yorgun düşer. Hemen oracıkta hançerini başının altına yastık ya-parak uykuya dalar. Bir rüya görür. Yanına gelen kızı kendisine bir yüzük, bir de külah verir. Ve uya-rıda bulunur: Bunlar senin yoldaşın olsun. Başın sı-kılınca külahı başına giyer, yüzüğü de sağ elinin parmağına takarsın. Dediğimi yaparsan selâmet bu-lursun, der ve kız birden ortadan kaybolur.
Yaşar, yeniden yaya-yapıldak yollara düşer. Birara, bir ağlayış-meleyiş duyar, açmak istediği kapı açılmaz. Bir çare düşünür. Aklına verilen nes-neler gelir. Hemen külahı başına, yüzüğü sağ elin bir parmağına geçirir. Kapı birden açılır. Bir de ne görsün! Kadınlı erkekli bir kalabalık. Hepsi de acı-lar, çaresizlikler içinde. Bu korkunç manzara sar-sıcıdır. Yaşar ikinci kata iner. Burası bir başka âlemdir. Her köşede bir yığın çaresiz, çırıl-çıplak. Üçüncü kata iner Yaşar buradaki manzarayı da hoş karşılamaz. Kadınlı erkekli bir kalabalık. Kolları ar-kadan bağlıdır, önlerinde ekmek yerine birer taş... Dördüncü kattaysa binlerce hasta. Yaralan kurt-lanmış, pis kokular içinde. Beşinci katta yırtıcı hay-vanlardan arslanlar, sırtlanlar, dev yılanlar insanları parçalayıp karınlarını doyurmaktadırlar. Altıncı kat bir kan denizidir. Binlerce insan bu kan denizinde yüzmekte. Kimilerin yansı insan, ikinci yansı hay-van. Son katta, sonu olmayan ve sönmeyen bir ateş. İnsanlar odun gibi yanıp kül olmakta...
Yaşar böylece yeraltı dünyasını gezip gör-dükten sonra geriye döner. Hem adımlar, hem de "kuruntu" kurar. Sağ elindeki yüzüğü sol eline ak-tarır. Bir kuşa dönüşüp yüce yüce uçar. Yola çıktığı yere gelmiştir. Külahı ve yüzüğü veren kız yanma gelir. Söz söylemeden verdiklerini (külahla yü-züğü) geri alır ve ortadan "savulur". Yaşar kısa uy-kusundan uyanır. Uyandığı yer dev evidir. Ku-şağın ucuna sıkıca asılır ve kendini yukanya çeker. Dünya yüzüne çıkmak demektir bu.
Ak yeleli kır ata biner bir süre yol aldıktan sonra gölgeli bir çayıra gelir, dinlenmek üzere atını yeşile salar, kendisi de bir gölgede upuzun yatar ve yüzünü mendiliyle örter. Uyumuştur. Yeniden rüyalar âlemine dalar. Bir dev kuş gelir onu ka-nadına alır ve göklerin yedi katına çıkarır. Yer al-tında olduğu gibi katları sıra sıra gezip görmeye başlar. Birinci katta, saf saf dizilmiş, kendisine secde eden melekler dünyasını bulur. En ulu "yağ-mur meleği" de buradadır. İkinci kat gökler inciler dünyasıdır. Üçüncüsü-gümüşler dünyası. Dör-
düncüsü yığın yığın altınlar ve yıldızlar alemi. Be-şincisinde yakutları ve saf saf olmuş "huri kız-larını bulur. Her biri ayrı ayrı Yaşar'ın huzurunda secdeye varır. Saf altın ve gümüşten yapılmış bir "fayton"la gezdirir misafiri melekler.
Yaşar, göklerin altıncısı ve yedincisini gezip göremeden uyanır, rüyalar âleminde süren uzun yolculuklar burada sona erer. Ve eserin masalımsı bölümü de burada kapanır. Müslüman Türkler yedi kat yer, yedi kat gök'ün varlığına inanırlar. Kır atlar, kanatlı, güçlü masal kuşları, yedi başlı devler, sihirli yüzükler, külahlar, gergef nakışlayan dilberler hep Türk'türler. Bunlar bir eseri bizden ve milli yapan öğelerdir.
Anonim yazarın sembolleştirdiği aslında yer-yüzündeki hayattır. Açlar, hastalar, yaralılar, al-datılanlar, fakirler, zenginler... Bir sözle haklılar ve haksızlar, buraya kadar. Yaşar masal âleminde Türk çizgileriyle bezenmiş bir masal kahramanıdır. Gençtir, güçlüdür, millidir, ama âşıktır. Saranp solar. Aşkını utandığından annesiyle, babasıyla bö-lüşemez. Ama onlar ağzı yumulmuş oğullarının âşık olduğunu farkederler. Ağzından bir söz almak için evlerine bir dadı getirirler. Dadı, anneye, ba-baya Yaşar'ın Sevinç'e aşık olduğunu müjdeler. Dünürcüler gelip gider. Söz kesilir, davullu zurnalı düğün yapılır. Ve Sevinç gelinin bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Adı: Uslu olur. Bu, sıradan bir çocuk değildir elbet. Doğuştan nişanlıdır. Göğ-sünde bir Ay izi vardır. Bu anne baba sırrı, doğan çocuğun büyüyünce büyük adam olacağına işa-rettir.
Bundan ötesi eserin ikinci yansıdır. Yapısı ger-çekler üzerine kurulmuştur. Olaylar sırasıyla akıp gider, görüntüler birbirini kovalar. Masal kah-ramanı artık gerçek bir kahraman niteliğindedir. 93 Harbi patlak verir. Yaşar'ı savaş çağırmıştır. Gen-cecik karısını, beşikte Uslu'sunu bırakır, savaşa gider. Savaştayken bir kız çocuğu doğar. Çok güzel, çok sevecen, narin olduğu için ona SÜSLÜ adını verirler. Doğuştan göğsünde bir yıldız işareti vardır. Bunlar, Tanrı'nm göğüslerine yazdığı kader nişanlarıdır.
Yaşar, Plevne yakınlarında OsmanPaşa'nın or-dusunda ateşe girer. Tuna nehrini geçen Ruslar'a, Ruslardan yana savaş veren Romenlere ağır kayıp verdirilir. Bu destani, (var veya yok olma) savaşı Türkler, arkadan takviye gelmeyince kaybeder. Ve bir gün yenilgileriyle sona erer. Yaşar'ın doğduğu topraklar düşman ordusunun eline geçer.
Fırsat bulup Deliorman'daki yurdunu görmek
için evine gider. Yakınlarından bir kimseyi bu-lamaz. Herşey yıkılmış, toprak ve küle dö-nüşmüştür. Yaşar kanatlan kırık bozuk-düzen olan ordunun ardına düşer ve Türk yurduna gider. İs-tanbul bölgesinde yaşlı bir Paşa'nın çiftliğinde işçi olarak çalışmak zorunda kalır. Paşalann çocuklan yoktur. Yaşar'ın iyi yürekliliği, ahlâkı, eğitimi, mal sahibinin dikkatini çeker. Ve bir gün Yaşar'ı hu-zurlarına çağırarak der ki:
"Bizim altun diye uzanıp saldığımız Hakikatte toprak çıktı her ele aldığımız".
Birkaç bilge söz söyledikten sonra esas konuya gelirler. Yaşarı evlâtlık almak istediklerini, mal-mülk sahibi olmasına karar verdiklerini belirtir ve onu bir muhacir kızıyla evlendirmek düşüncesinde olduklarını da belirtirler. Kader bu işte. Gerdek ge-cesi Yaşar öz karısıyla yüzyüze gelir. Sevinirler. Birkaç zaman sonra mal sahibi yaşlı paşa ve ailesi de rahmetli olmuşlardır. Genç ailenin derdi sadece ortadan kaybolan çocukları: Uslu ile Süslü'dür. Savaş, bağlan koparmış, onları yurtlarından et-miştir.
Yaşar'ın kapısını bir gün bir yaşlı dede, çalar, bir lokma ekmeğe muhtaç bir dede. Sonunda gelen Turhan dede, yani Yaşar'ın babası olduğu anlaşılır. Bu olay mutlu bir kavuşmadır.
Bir başka günde iş istemek amacıyla bir genç gelir. Adını bağışlar: Oğuz. Bir süre çiftlikte kal-dıktan sonra Yaşar bu gencin iyi yürekli, geleceği aydın bir kabiliyet olacağını düşünür. Onu öğ-renime gönderir. Önce Harbiye Okulu'nda daha sonra Avrupa'da okumak sevdasına düşmüştür. Oğuz, Avrupa'da tıp okuyan bir kızla tanışır. Adı: Mara'dır. Birbirlerini beğenirler. 1897 Harbi başlar. Yunan Türk Yurdu'na saldırmıştır. Oğuz, Av-rupa'dan öğrenimi yarıda keserek gelir, ateşe girer. Ethempaşa'nın kolunda savaşır. Savaş kazanılır. Kan dökmek sona erince Oğuz çiftliğe döner, kur-şun yaralannı Yaşar Bey'e, Sevinç Hanım'a gös-termek ister. Göğsünü açınca "ay" işaretini far-kederler. Oğuz'un Uslu olduğu anlaşılır ve sarmaşırlar, sevinç gözyaşları dökerler. Gerçek adı Uslu olan Oğuz, hayat hikâyesini anlatır. Harp yıl-larında bir Bulgar ailesi kendisini evlâtlık aldığını söyler. Komşulardan bir Türk dedesi arada bir "Sen Türk yavrususun, unutma" der ona. Adını Oğuz bil, "Aslında adın Uslu'dur; kızkardeşinse Süslü. Türk olduğunu unutma yavrum..." diye ha-tırlatmalarda bulunmuş Oğuz'a.
Bir sır, çözüldükten, büyük kavuşma hikâyesi bittikten sonra Oğuz yarıda kalan öğrenimini ta-
marnlamak için yeniden Avrupa'ya gider. O be-ğendiği kızı Mara'yı orada bulamaz. Tabii ke-derlenir. Öğrenimini bitirdikten sonra Edirne'ye döner. Kendisine rütbe verilir. 1912'de Balkan Sa-vaşı başlar. Türk Yurdu'na Bulgar, Yunan, Sırp ve Karadağlılar saldırırlar. Belli bir süre düşman eline düşen Edirne tekrar Türk'ün olur. Oğuz Edirne'yi teslim alan rütbelilerdendir. Fırsat bulur, ya-ralanan arkadaşlarını görmek için gittiği hastanede doktor olarak Mara çıkar karşısına. Tabii sevinçleri sonsuzdur.
Oğuz, Mara'yı alır çiftliğe, babasına götürür. Evlenmek için düğün hazırlıkları yapılır. Gerdek gecesinde Mara'nın göğsünde "yıldız" işaretini far-keder ve annesinin söylediği sözleri hatırlar. Kız-kardeşi olduğu sonucuna varınca, annelerinin ya-nına koşarlar. Savaşların dağıttığı aile yeniden anavatanda kurulur.
Uslu, aslında şehit kanlarının rengini almış Türk bayrağının Ay'ıdır, Süslü'yse Yıldız'ıdır. Ve ikisi bir bütündür. Biri Türk babasıdır, diğeri Türk annesi. Anonim yazar bu eserin yapısını ne ro-mantik düşünmüş!
Mara'nın, yani Süslü'nün hayat hikâyesi de Oğuz'un, yani Uslu'nun hayat hikâyesinin bir başka benzeridir.
Değer verdiğim bu anonim eserin içeriği kı-saca böyledir işte. Hemen hemen halkın ko-nuştuğu bir dille yazılmış, Türk efsanelerinden esinlenmiş, geleneksel bir çerçeveye oturtulmuş. İdeal, eks...siz olduğu için değil, Deliorman'da ilk olduğu için (ben böyle düşünüyorum) büyük. Ve bir başlangıç.
Değer verdiğim ve bir buluş diye ni-telendirdiğim bu anonim eserin içeriği hikâye et-tiğim gibidir. Bir bütün olarak kitabı okurların eline veremeyeceğimden özetini sunmayı yararlı buldum.
Eserin halk diliyle yazılmış olması da önemli 83 yıl önce Deliorman'da edebi dilde sanat eseri ya-zılacak bir kimse bulunamazdı. Evlerde kitap ye-rine balmumundan yapılmış muşambalarda sarılı bir mukaddes kitap (Kur'an) vardı sadece. Cami bi-tişiklerindeyse suparalardan dua öğrenilen Sıbyan okulları. Elif Be'yi yazmadan (tekrarlamakla öğ-renen) ebcet hesabıyla hesap bilen çocuklar vardı.
Din, tarih ve masal destanları halkın ağzında eklene eklene büyümüşler ve kimileri unu-tulmuşlardır. Uslu ile Süslü bir masal değil, tam bir edebiyat ürünüdür. Deliorman'da doğmuş, sı-nırlı bir aydın kitlesince zamanında okunmuş,
Türkçe'yi yasaklayan baskı rejimlerinde unu-tulmuş, nüshaları yokedilmiş.
Tabii bu anonim eser ne Kırgızların 400 bin di-zelik Manas Destanı, ne Finlerin Kalevelası, ne Dante'nin İlahi Komedyası. O sadece eski yazıyla halk dilinde yazılmış bir destan-roman, 10/13,5 ebadında 1700 dizelik bir eser. Destanın kahramanı Yaşar adında bir genç. O aslında bizim Mehmetçik. Vatan sevgisini aşktan üstün tutan, savaşı mu-kaddes bilen, ahlâkı mutlu yaşamak sanatı bilen bir Deliormanlı.
Yazar hece veznini (4+4+4+3=15) kullanmış. Kafiyelerin tunçluğuna özen gösterilememiş. Bir sütun üzerine bina edilmiş, hikâyemsi bir anlatış mevcut. Noktasına virgülüne önem verilmiş 105 sayfalık bir eser.
Bulgaristan'da yaşayan Türklerin 28 ağzı tes-pit edildiği bilinen bir gerçek. Eserin yazan De-liormanlı olduğuna kaniyim. "Ayaz" kelimesini aydınlık anlamında kullanmış yazar. "Peresenlik" perilerin (kötü perilerin) cirit attıkları noktalardır. Dahası var: "Savuşmak, savulmak, "annecik"-ninecik, "bulaşlamak"-başlamak, "köv"-köy, "abba"-dede vs. kelimeler kullanılmış eserde. "Bir eyyam düşündü" bir süre düşündü anlamında bir deyimdir. "Ehali"-halk demektir.
Bu eser 42 sene önce, Rodopların en saklı kö-şelerinde (Susuz'da) okunduğuna dair izler var ki-tabın sayfalarında. Son sayfasına "27. IX. 1951 se-nesi, Susuz'da öğretmen Hüseyin Ahmet Mustafa tarafından baştanbaşa okunmuştur" diye not bı-rakılmış. Altında okuyanın imzası da vardır. 61. sayfanın hemen altında bu defa yeni yazıyla bir başka not düşülmüş: "Okuyan Urpekli Ahmet Güler" ve imza. Aynı gün yanıbaşında eski yazıyla bir başka not: "Susuz'da öğretmen Şerif Ahmet efendi tarafından okunmuştur. 1951." Ve imza.
İnsanı düşündüren ve sevindiren izler.
83 yıl saklı bir yolculuktan sonra elime geçen Uslu ile Süslü'yü bir daha elime aldım. "Bir De-liormanlı" imzası bir mütevaziliktir diye dü-şündüm. Baskısı Filibe'de, "Balkan Matbaası"nda 1331 (Hicri) yılında yapılmış ve "Her hakkı mü-ellife aittir" denilmiş. Eserin arka kapağında "Mayıs, Hezargrat 1331" diye bir tarih atılmış.
Gönül diler ki Uslu ile Süslü cevher bir kitap olarak yeniden basılsın ve okurlara sunulsun. Bu iyi niyet Türk kültürüne bir katkı demektir.