Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.
II
Dizgi - Baskı - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı
Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Ağustos 1999
YAŞAR NABİ
BALKANLAR VE TÜRKLÜK
II
CGAZETESİNİN
OKURLARINA ARMAĞANIDIR.
BULGARİSTAN'DA TÜRKLÜK
MÜSLÜMAN TÜRKLER
Bulgaristan'daki kısa seyahatim esnasında gördüklerimle, oradaki Türklerden ve aramızda bulunan Bulgaristan göçmenlerinden dinlediklerim bana şu kanaati verdi ki, komşu memlekette, ekseriya millettaşlarımız aleyhine çok acı ve acıklı şiddet sahneleri halinde tezahür etmeye kadar varan ve devamlı bir propaganda ile beslendiği için hızı azalmayan fiili bir Türk husumetinin mevcut olduğuna dair ara sıra matbuatımıza akseden haber ve yazılar, Bulgar gazetelerinin bütün inkâr ve protestolarına rağmen, kasten uydurulmuş bir yalan ve iftira değildir. Esasen, komşularından isteyecek hiçbir şeyi olmayan ve bütün dünya ile dost geçinmeyi dış siyasetin prensibi yapmış olan bir milletin bu neviden yalanlarla herhangi bir memlekete karşı tahrik edici faaliyette bulunmakta hiçbir fayda ve menfaati bulunmadığı da aşikârdır.
Çok cefa çekmiş olduğu için tahammülü de o nispette fazla olan candan bağlı olduğu sulh uğruna bazen hayatî menfaatlerinden bile fedakârlıkta bulunmaktan çekinmeyen Türk milletini bile zaman zaman isyana sevkeden bir vaziyetin ne kadar ağır ve şeref kırıcı olması lâzım geldiği kolayca tasarlanabilir.
Türk ve Bulgar matbuatı arasında, senelerden beri devam edegelen müzmin polemiğin kısa bir tahlilini yapmak, Türk-Bulgar münasebetlerinin hakikî veçhesini çizmek için bize faydalı olabilir.
Türk gazetelerinin, ara sıra vaka ve vesika göstererek, bize dost olduğunu idida eden memleketin topraklarında Türklere karşı yapılan tazyik ve işkencelerden, gerçi bazen çok acı bir lisanla şikâyet eden yazılarına Bulgar gazeteleri hep aynı ve müşterek taktikli cevabı verirler: ''İki memleket ve hükümet arasındaki dostluk münasebetlerini bozacak mahiyette tahrikçi yazılar neşreden Türk gazetelerine teessüf ederiz. Bulgaristan'da bir Türk husumeti bulunduğu ve Bulgaristan Türklerine fena muamele edildiği hakkındaki haberlerin aslı esası yoktur. Matbuatın vazifesi mevcut dostluğun kuvvetlenmesine hizmet olmalıyken, Türk gazetelerinin neşriyatı bu vazifeyi ihmal mahiyetindedir.''
Bir iki gazetemizin, sırf tiraj gayesiyle, Bulgaristan işlerine tam bir vukufsuzluğu ispat eden bazı hücum yazılarını tasvip etmesek bile, büyük ıstırapları ve yoksullukları içinde, Bulgaristan Türklerinin tek teselli ve ümit kaynaklarını, yine matbuatımızda kendileriyle alâkadar olan yazıların teşkil ettiğini unutamayız ve onları, anayurt kardeşleri tarafından büsbütün unutuldukları vehmi içinde büsbütün karanlık bir ümitsizliğe düşürmeye hakkımız yoktur.
Sofya'da, matbuat müdürü Bay Naumof, kendi direktifi altında bulunan gazetelerin daima tekrarladıkları temi, bana da şifahen tekrar ederek gazeteciliğin misyonu hakkında vaaz ve nasihatta bulunmaya başladığı zaman, sözünü keserek: ''Fakat dedim, Türk gazetelerinin, Türk milletine karşı komşu memlekette beslenen husumeti ve bu husumetin soydaşlarımıza karşı çok elim bir şekilde tezahür etmesini görmemezlikten gelmeleri için insan tahammülünden üstün bir sabır icap etmez miydi ve bunu yapmakla, onlara, ana vazifelerinden birini ihmal etmiş olmazlar mıydı?''
Bu sualime karşı muhatabım, mutat kaçamaklı yolu tutarak, kin ve garazın Bulgar milletine tamamen yabancı bir his olduğundan ve bize samimî bir dostlukla bağlı olduklarından bahsederek, Türklerin, memleketinde bütün hak ve hürriyetlerine sahip olarak, kardeşçe muamele gördüklerini uzun boylu izaha kalkıştı.
Kendisine, evvelce edinmiş olduğum malûmattan doğan kanaatlerimi, bu defa, Bulgaristan'da yerindeki müşahedelerimin takviye etmiş olduğunu ve Türklerin, orada hiç de rahat yaşamadıklarını ve ekseriya, varlarını yoklarını terk edip, öldürülmek tehlikesini bile göze alarak hudutları gizlice geçmelerinin de bu hakikatin ispatı için reddedilmez bir delil teşkil ettiğini anlattım.
Kendisi, yine evvelki sözlerinde ısrar ederek, Bulgaristan'da temas etmiş olduğum kimselerin bana kasten yalan söylemiş olduklarını ve iki memleketin münasebetlerini karıştırmakta menfaatleri olan bir zümrenin böyle yanlış kanaatler vermeye âmil olduklarını anlatmaya kalkıştı.
Bu kadar haksız ve müdafaa edilmesi imkânsız bir tezi ileri sürerken gösterdiği samimiyet ve heyecana bakarak, kimbilir diyordum içimden, belki de, bu söylediklerine kendini inandırabilmiş bahtiyarlardandır. Bulgarlarda görüldüğü nispette aşkın bir yurtçuluk, yurdun menfaati hesabına, insanı en inanılmaz şeylere bile inandırabilir.
Bulgar matbuat müdürüne, aynı zamanda, Türkiye'nin olduğu kadar, Bulgaristan Türklerinin de nefretini kazanmış bir satılık adam olan mütfünün, Bulgar hükümeti tarafından ısrarla yerinde tutulmasının da iki memleketin dostluğuna hizmet sayılamayacağını ve müftünün, halkın arzusuna rağmen, Türk mekteplerinde Arap alfabesini idame hususunda gösterdiği gayretlerin, resmî mahfillerden teşvik ve yardım görmesinin de, yine Türklüğün vicdanını müteessir ettiğini söyledim.
Muhatabımın müşkül bir mevkide kalarak susacağını ve sözlerimi bu sükûtuyla olsun teyit edeceğini ummuştum. Fakat o, avukatlara ve diplomatlara has bir profesyonel pişkinlikle müftünün serbest intihapla (seçimle) o mevkie gelmiş ve Türk mekteplerinde okutulacak alfabenin seçilmesi de tamamıyla Türk halkının arzusuna bırakılmış olduğuna beni iknaya çalıştı.
Sayın Bulgar diplomatına, sadece, Bulgaristan'da hükümetin bile meşru bir seçime istinat etmediği bir sırada, bir azınlık unsurunun nefret ve düşmanlığını kazanmış bir adamın mevkiine intihapla (seçimle) gelmiş olduğunu iddia etmenin biraz tuhaf düştüğünü işaret etmekle iktifa ettim ve musahabemiz, iki memleket gazeteleri arasındaki bütün münakaşalar gibi, her iki tarafın kendi iddialarında ısrara devam etmeleriyle, bir anlaşma zeminine varamadan, mutat nezaket kelimeleri ve dostluk temennileriyle sona erdi.
Şimal (kuzey) komşularımız, milletten millete bir dostluğun ancak iki tarafın birbirlerinin hasyiset ve menfaatlerine karşı tam bir saygı ve anlayış götermeleriyle kabil olacağını bilmemezlikten gelmekte hakikaten büyük bir maharet sahibidirler. Onlara göre, ara sıra, bir gazete başyazısında, iki memleketi birbirinden ayıran hiçbir ihtilâfın mevcut olmadığını ve komşu hükümetler arasında eskiden beri mevcut olan dostluğun günden güne kuvvetli adımlarla ilerlediğini tebarüz ettirmek, vücut bulması istenilen ve beklenilen dostluk ve yakınlığın husulü için kâfi gelecektir.
Bulgaristan'da, Türklere karşı resmî veya gayri resmî mahfillerce takip edilen siyaseti üç muhtelif görüşten mütalâa etmek kabildir. Meselenin, ancak böyle türlü taraflı olarak tahlilidir ki, bizi, daha doğru bir teşhise götürebilir.
Bulgar görüşü: Bulgaristan'da bugün yaşayan Türkler, memleketi istilâ ederek asırlarca müddet boyunduruğu altında tutmuş, yabancı din ve kültürlü yabancı bir milletin, çekildikten sonra, bir nehir gibi, eski yatağında bıraktığı rüsubu (tortuyu) teşkil etmektedir.
Asırlarca müddet, Bulgarları en sıkı bir rejim altında tutarak, millî varlıklarının tezahürüne ve bir millet halinde medenî hayata karışmalarına mani olmuş olan Türklere karşı Bulgarların, bugün, en küçük bir samimî sempati hissetmelerine imkân yoktur.
Türk'te, müstevli Osmanlı'nın devamını ve mirasçısını görmek zaruridir. Çünkü, bir hâkim kitle, bütün varlığıyla günün birinde ortadan kalkmaz ve eğer Türkler de bu kitlenin devamı telâkki edilmeyecek olursa haklı bir kin ve garaza muhatap olarak kim bulunacaktır? Halbuki bir tarihî kinin muhatapsız devam edemeyeeği ortadadır. Şu halde, Türk, ister istemez, Bulgaristan'da milliyetçiliğin inkişafı ve kurtuluş tarihi ananesinin devamı için, bütün düşmanlığın bir silâh gibi kendisine çevrileceği bir hedef olacaktır.
Bulgar tarihinin en uzun devresini teşkil eden esaret faslı mekteplerde uzun boylu teşrih edilir ve bugün dünya yüzünde büyük bir Bulgar imparatorluğu mevcut olmayışının suçu da bu esaret felâketine yükletilirken, tabiidir ki Bulgarlığa en büyük darbeyi indirmiş olan bir soya ve onun mümessili olan Türklüğe karşı, taşkın bir yurtsever kalbin bütün garaz ve ihtirasları harekete gelecektir. Bu bir zarurettir. Şu halde, mekteplerde böyle bir santimantal zihniyetle yetiştirilmiş olan nesilleri, sonra hayatta, kendi topraklarında karşılaştıkları dünün efendilerini bütün tarihî hiddetlerine hedef tutarak onlara köle ve düşman muamelesi etmekten tabiidir ki hiçbir şey menedemeyecektir.
Bulgar toprağında Türk'ün hiçbir meşru hakkı olamaz. İstilâcı, gelmiş eski efendiyi kovmuş ve toprağı zaptetmiştir. Onun mirasçısı, bugün Bulgar hâkimiyeti altındaki memlekette toprak üstünde bir hak iddia etmekte ve güneşten payını istemektedir. Halbuki onun bugün sahip olduğu toprak ve o toprak yüzünden elde ettiği servet Bulgar'ın geçmiş zamanlarda çalınmış bir hakkın ifadesidir. Bu çalınmış hakkı, her vasıtaya başvurarak geri almak ve bugün yurttaş kılığı altında görünen dünün istilâcısını, geldiği gibi, yoksul ve çıplak, geldiği yere kovmak, bu memleketin asıl sahibinin en tabiî bir hakkıdır.
Böyle olunca da, Bulgaristan'da hâlâ yaşamalarına lütfen ve istemeyerek müsaade edilen ve yalnız sokakta rastlanışları bile Bulgar midelerini döndürmeye kâfi gelen bu unsurlara karşı bir insan muamelesi yapılması elbetteki beklenemez.
Bu görüş, Bulgar'ın, davasını müdafaa için harice karşı açıkça söylediği değil, kendi arasında ve kendi vicdanına karşı yaptığı bir müdafaadır.
Tabiidir ki milletlerarası telâkkiler ve bütün dünyaya şamil insanlık mefhumunun icapları, onları, harice karşı düşüncelerini değiştirmeye ve bütün dünyaca, hiçbir mazeretle özürlendirilemez bir ayıp sayılacak olan şiddet hareketlerini de, kendileri meşru gördükten sonra, yabancıya karşı tamamıyla inkâr yoluna sapmalarından başka tutulacak bir yol kalmamaktadır.
Kendimizi, bütün ayrı görüş ve telâkkilerimizden sıyırarak, Bulgar mantalitesini anlamaya çalışınca, hakikaten halli güç bir muadele (karşılık) karşısında kalırız. Bulgar'ın tarihî Türk düşmanlığı inkâr edilemez bir surette meşrudur. Tarihinde başka bir hadise olmayan Bulgar'ın, milletin yurtseverlik ve kahramanlık damarlarını harekete getirmek için Türklükten gördüğü fenalıkları ve ona karşı yapmış olduğu kahramanca ayaklanmaları sayıp dökmesi mazur görülmelidir. Türk tarihinde, Bulgar meselesi küçük, çok küçük bir fasıl teşkil eder. Bu itibarladır da, Bulgar Türk'ün nadiren hatırına gelir ve asırlardan beri maruz kaldığı bin türlü düşmanlıklar arasında Bulgar'ınkine ayrı bir mevki ve ehemmiyet vermeye zaman ve imkân bulamaz.
Bir de, Türk milletinin geniş toleransını ve tarihî kinlerini tasfiye ederek yeni realitelere intibak hususunda gösterdiği hayrete değer elâstikîyeti Bulgarlardan da istemeye kimsenin hakkı yoktur.
Millî bir bütün halinde kendilerini idrak ediş tarihleri henüz çok yeni olan Bulgarlar, bu taze milliyetçiliğin mistik sarhoşluğundan henüz ayılmaya vakit bulamamışlarsa kabahat kendilerinde değildir. Diğer taraftan bu aşkın ve ihtiraslı milliyetçiliğin de onlarda, daima ileriye doğru hamleler için büyük bir hız veren bir enerji ve dinamizm kaynağı teşkil ettiği de inkâr edilemez.
Yalnız, yine bitaraf bir gözle, şurasını da müşahede etmekten geri kalmayız ki, bu neviden günün icaplarına değil de, çok santimantal ve mistik görüşlere istinat eden bir yurtseverlik de, birçok faydaları yanında, bazen bir milletin, en hayatî menfaatlerini ayakları altında çiğnemesine ve kendine hadise ve hallerin takibini emrettiği yoldan ayrılmasına sebebiyet verebilir. Nitekim, bu hükmün doğruluğunu Bulgarların yakın mazilerini tetkik ederken bir kere daha görebiliriz.
Gerçekten, İstiklâl Savaşımızın Sakarya ve Lozan'daki parlak zaferlerimizle sona ermesinden sonra ortaya çıkan vaziyet, Türk dostluğunu aramayı ve ona istinat etmeyi Bulgarlar için hayatî bir zaruret haline getirmişti.
Lozan'dan ne kadar memnun ve muzaffer çıkmış olsa bile, millî misakından Boğazlar ve Musul meselelerinde iki ayrı fedakârlıkta bulunmaya mecbur kalmış ve henüz milletler cemiyeti kadrosu içine girmemiş olan bir Türkiye'nin dostluğunu kazanarak, Türk-Yunan, Türk-Yugoslav ve netice itibarıyla da Balkan anlaşmasına mani olmak için Türklerle sıkı bir dostluk ve birlik tesis etmeyi, Bulgarlara, kendi menfaatleri dikte ediyordu.
Sovyetler Birliği'nden başka, henüz bütün devletlerin kendisine karşı çok kayıtsız ve çekingen davrandıkları bir sırada, cenup (güney) komşusunun uzatacağı dostluk eli, Türkiye tarafından büyük bir sempatiyle karşılanabilecekti. Bunun için, Bulgarların, sadece Türk sınırlarına karşı, yalnız hükümetçe değil, milletçe hiçbir revizyon talebinde bulunmamak gibi, Bulgarlar için katlanılması pek kolay bir taviz kâfi gelecekti. Üç senelik bir cephe arkadaşlığının, daha eski maziye ait bütün acı hisleri tasfiyeyi mümkün kılacak kadar sıcak ve taze duran hatırası, böyle bir dostluğun temelini atmak işini pek kolaylaştıracak bir unsur telâkki edilebilirdi.
Hususiyle mahrem bir odasında İstanbul'a muzaffer ordusunun başında girişini tasvir eden bir tablo asmak çocukluğunu göstermiş olan bir Ferdinand'ın (*) aşırı megolamanisinin memlekete ne büyük hüsranlara ve ne acıklı akıbetlere mal olduğunu bilen bir milletin emel ve gayelerinde daha realist olması icap ettiği de göz önünde tutulunca...
Fakat Lozan ertesinin ilk günlerinde pek çoklarınca yapılmış olduğuna hiç şüphe etmediğim bu tahmin tahakkuk etmedi. Bulgarlar, mantıki olmaktan ziyade hissi yurtseverliklerinin ve altında bulunmaktan kurtulamadıkları telkinlerin tesiri altında hayati menfaatlerini çiğneyerek, mantığın ve hadiselerin kendilerine emrettiği yola girmekten çekinerek, harp ertesinin haşin infiradında (yalnızlığında) devam etmeyi tercih ettiler. Büyük harpten muzaffer çıkmış ve bu itibarla da, kendi zararına tatmin edilmiş olan üç eski düşmanına karşı güdülmesi haklı görülebilecek olan bu siyasetin, büyük harbin eski mağlup ve müttefikine karşı da tatbikini haklı gösterecek ortada hiçbir ciddi sebep mevcut değildi.
İnfiradı (yalnızlığı) hiç sevmeyen ve herkesle iyi geçinmenin kendi menfaatleri icabı olduğuna inanan Türkiye'nin, daha yakın düşmanlarıyla, aradaki bütün husumet ve ihtilâfları ayıklayarak, yeni ve pozitif bir dostluk ve birliğin temellerini atma yoluna gitmesine, şimal (kuzey) komşusundan gördüğü kayıtsızlığın hiç tesiri olmamıştır, denemez.
Gerçi, sonra Akdeniz'de bir İtalyan tehlikesinin ortaya çıkması ve bu itibarla da, Türkiye ile Yunanistan ve Yugoslavya arasında sıkı bir anlaşmayı emrivaki haline koyması, vaktiyle vücuda getirilmiş olsaydı bile, bir Türk-Bulgar yakınlığını soğutmaya ve gevşetmeye kâfi gelebilirdi. Ancak, bu tehlike mevcut değilken ve onu haber verecek ortada hiçbir alâmet de yokken, Bulgarların Türk dostluğuna yanaşmamış olmaları, komşu memlekette iş başına gelen zümre hangisi olursa olsun, güdücü siyasetin, daima, realitelere değil hisse istinat ettiğini iddia etmek için ileri sürebilecek çok kuvvetli bir delildir.
Bitaraf görüş: Bulgaristan'daki Türk azınlığı umum nüfusun yedide biri gibi mühim bir nispet ifade etmektedir. Altı milyon nüfusluk bir memlekette, on yedi milyon nüfuslu büyük ve kuvvetli bir komşuya ait sayısı bu derece kabarık bir azınlık kitlesinin, istiklâl ve kuruluş tarihi henüz çok yeni olan bir küçük devlet için bir tehlike ve endişe kaynağı telâkki edilmesi tabii görülmelidir.
Bulgarlar, kuvvetli ve homojen bir Bulgar yurdunun inşası işine girişmiş bulundukları sırada, elbette ki bu azınlıkları iyi bir gözle görerek, onların memleket içinde varlığını hissettirecek surette ekonomik ve kültürel bir inkişafa mazhar olmalarını istemeyecek ve her çareye başvurarak bunun önüne geçmeye çalışacaklardı. Asırlarca sürmüş bir hâkimiyetin yurt üzerinden son hak ve iddialarını da silip süpürmek için eski müstevlilerin soyundan olan insanları tasfiye etmek bir zarurettir.
Ancak, cenup (güney) komşusuyla dost geçinmek ve insanlık cemiyeti içinde şöhretini lekelememek için bu nazik işi çok ince bir itina ile yapması, nerde ve kime karşı olursa olsun insanlığın takbih ettiği zulüm ve tazyik hareketlerine başvurmaması lazım gelir.
Bulgaristan, bugün, Akdeniz'e götüren yolu elinde tutan ve dört tarafını saran komşularının teşkil ettiği müşterek cephe içinde çok nüfuzlu bir rol oynayan bir devleti kendine düşman etmekte hiçbir menfaat sahibi olamaz. Türkiye herkesle dost geçinmek arzusunu bütün dünyaya fiilen göstermiş ve kabul ettirmiş bir memleket olduğu için, onunla bir başka devlet arasında çıkacak bir ihtilâfın herhalde Türkiye tarafından tahrik edilmiş olmadığı kanaati ekseriyeti kazanacaktır.
Bütün bu düşünceler göz önünde tutulunca, Bulgaristan'ın, memleketindeki Türk azınlıkları meselesini, alâkalı komşusuyla anlaşmak suretiyle ve onu kızdırmaksızın tasfiye etmek yollarını araması en makul hareket olacaktır.
Türk görüşü: Eskiden, kendi yurdunda yaşamış olan azınlıklardan çok sıkıntılar çekmiş, çok ihanetler görmüş ve nihayet bu derde, memleketi baştan başa Türkleştirmekle nihayet verebilmiş olan Türk milleti, komşusunun, kendi topraklarında yaşayan Türklerden rahatsızlık duymasını anlar ve hatta vicdanında ona hak vermekten geri kalmaz. Mazi göz önüne getirilince, Bulgarların Türklüğe karşı samimi ve derin bir sempati besleyemeyeceğini de takdir eder ve esasen bu mesele onu fazla alâkadar da etmez.
Yalnız Bulgar milletinin, kendine homojen (bağdaşık) bir yurt inşası için memleketinden Türklerin gitmesini arzu etmesini ne kadar tabii bulursa, bunu temin için şiddete başvurmasını ve kendi soydaşlarına karşı insanlığa yakışmayacak muamelelerde bulunmasını o kadar haksız görür ve doğrudan doğruya kendi benliğine tevcih edilmiş (yönelmiş) olan bu darbenin acısıyla reaksiyona geçmekten kendini alamaz.
Türk, Bulgarların memleketlerindeki Türklere karşı tatbik ettikleri kaçırma politikasını şu itibarla haksız bulur ki:
a) Türkiye, hiçbir yerde ve hususiyle Balkanlar'da bir karış toprak talebinde bile bulunmadığını resmen bütün dünyaya ilan etmiştir.
b) Türkiye, Balkanlar'da yaşayan millettaşlarını tamamıyla anayurda almayı kararlaştırmış ve fakat bir iki milyon insanın nakli ve yerleştirilmesi işini bir iki yıla sığdıramayacağı pek tabii olduğundan, bu kararı planlı bir surette ve her sene komşu memleketlerden birer miktar göçmen almak suretiyle tedricen tatbik etmeye başlamıştır.
Bu iki nokta göz önünde tutulunca, Bulgarların kendi aralarında yaşayan Türklerin kuvvetli ve anayurda bağlı bir unsur halinde inkişaf etmelerinden endişe duymalarının yersiz olduğu ortaya çıkar.
Biz, Bulgaristan'da yaşayan soydaşlarımızı, orada ancak bir müddet için misafir telâkki ediyor ve komşumuzdan, bu zavallı insanlara muvakkat (geçici) ve zararsız bir misafire yakışacak muamelenin yapılmasını istiyoruz.
Yarın anayurda gelecek ve aramıza karışacak olan millettaşlarımız arasında bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin prensiplerine aykırı kötü propagandaların yapılmasını, bize aykırı bir alfabenin okutulmasını, bizim kültürümüzle hiçbir münasebeti olmayan geri ve zararlı bir kültürün yayılmakta devam etmesini elbetteki hoş göremeyiz. Bulgaristan Türklerinin yarın tamamıyla anayurda gelmelerinin kararlaşmış olması keyfiyeti, bu itibarla, onlar için normal azınlık haklarının daha fazla bir şey istememizi bile meşru kılar. Kaldı ki, Türkiye'nin, Bulgar komşusundan kendi azınlıkları için şimdiye kadar istemiş olduğu şeyler, azınlık hukukunun en iptidaî şartlarının tatbiki olmuştur.
Ne acı bir hakikattir ki, Türk hükümeti, Bulgaristan'daki Türklerin hayat masuniyetlerinin temini için bile birçok defa mücadele ve müdahale etmek mecburiyetinde kalmıştır.
Bulgarlar, tarihi hislerine ve millî duygularına saygı istemekte ne kadar haklı iseler, Türkler de, kendi bütünlüklerinin bir parçasına karşı insanca muamele edilmesini, bunların can, mal ve haysiyetlerinin masun tutulmasını istemekte, bunun için mücadele etmekte o kadar ve hatta çok daha fazla haklıdırlar.
Bu en iptidai haklarının temini uğrunda gösterecekleri asabiyet ve hassasiyetin derecesi ne olursa olsun, bu, hiçbir zaman yersiz bir dürüstlük ve bir tahrikçi hareket teşkil edemez.
Dobruca'da, Bulgaristan'daki Türklerden bin kat daha rahat ve haklarına sahip olarak yaşayan Bulgarların vaziyetlerinden her gün şikâyet etmekten geri kalmayan Bulgar gazeteleri, Türk gazetelerinin arada sırada kulaklarına akseden binbir ıstırap verici hadiseden birini sütunlarına geçirmelerine nasıl hayret edebilirler? Çok mutedil ve çok mantıki milliyetçi olan Türk'ün, milliyet hislerinden büsbütün sıyrılmasını elbette ki isteyemezler.
Türk hükûmeti, Bulgaritan'daki Türk azınlıklarının gördükleri tazyik ve maruz kaldıkları dürüst ve yolsuz hareketlerden dolayı, Milletler Cemiyeti'ni müracaat edebilir ve bir komisyonun bu iddiayı yerinde tahkik ve tetkik etmesini isteyebilirdi. O zaman, Bulgaristan, kendi üzerinde bütün şüpheleri davet etmeden bu teklifi reddedemeyeceği için, Bulgar gazetelerinde iki satırla tekzibi pek kolay olan bazı hakikatler olanca çıplaklık ve acılığıyla ortaya çıkabilirdi. Fakat, Türkiye milletlerarası sahada ortaya bir mesele çıkarmak ve bir memleketle ihtilaf haline getirmekten çekinerek, bu en tabii hakkını bile, bağlı olduğu derin barışçılık aşkına feda etmiştir.
Türk hükûmeti, elinde bulunan ve sayısı mühim bir yekûna varan vesikaları neşrederek, Bulgaristan Türklerinin ne kadar acıklı bir vaziyette yaşadıklarını yalnız Türk efkârı umumiyesine değil, bütün dünyaya tanıtabilirdi. Fakat Bulgar hükûmetinin daima teyit ettiği dostluk ve dürüstlük vaatleriyle iktifa ederek bunu da yapmayacak kadar büyüklük ve âlicenaplık göstermiştir. Tarih, devletimizin, harp sonrası devresi esnasında gösterdiği sulhçu zihniyeti ve bu uğurda hayati menfaatlerinden fedakârlık yapmaya kadar varan cömertliğini, hiç şüphesiz, insani toleransın (hoşgörünün) en yüksek bir örneği diye kaydedecektir.
Fakat, her tolerans ve tahammülün bir haddi olduğunu göz önünde tutarak, Bulgar dostlarımızın, her iki memleketin müşterek menfaati lehine olarak, bugünkü vaziyetin değişmesi ve normalleştirilmesi lüzumunu hissedecekleri günün yakın olmasını temenni edelim.
Bitaraf bir müşahidin söyledikleri
Bulgaristan'daki Türklerin ne şartlar içinde yaşadıklarını göstermek bakımından çok dikkate değer bir yazıyı, burada aynen tercüme ederek kitabıma almaktan kendimi menedemiyorum. Yugoslav matbuat bürosu tarafından yabancı gazetecilere dağıtılan malûmat ve makaleler serisinden olan ve ''Bulgaristan'da Müslümanlar'' başlığını taşıyan bu yazı, davamızı yabancı ve bitaraf bir gözle müşahede ve teşrih ettiği için, bizim, taraflılıkla ittiham edilebilecek iddialarımızdan daha kuvvetli bir vesika teşkil eder diye düşünüyorum:
''Bulgarların Müslümanlara ve hatta bunlardan hakiki Bulgar olanlarına karşı müsamahasızlıklarını bizim Müslümanlarımız iyi bilirler ve bu hususta aynı fikri paylaşırlar. Onun içindir ki bugün Bulgaristan'da Müslümanların ne şartlar içinde yaşadıklarını görmek için perdeyi kaldırmak çok ehemmiyetlidir.
Bu makaleyi yazarken malûmumuz olan vakalar arasında Bulgaristan'da Müslümanların içinde yaşadıkları sefilâne şartları izah ederek bu fikre emin bir dayanak bulabiliriz. Ve Bulgaristan her ne kadar dışarıya karşı ehemmiyetsiz azınlıklarla milliyet ve din bakımından homojen bir devlet gibi görünürse de, nüfusunun istatistiğine kısaca göz atmak Bulgaristan'da başka milliyet ve dinden büyük miktarda halkın yaşadığını gösterir.
Bulgar tarihçilerine göre Bulgaristan'daki Türk nüfusu Türklerin Balkanlara gelişi zamanından kalmadır. Türkler, Balkan yarımadasının fethinden sonra, o zamanki Türkiye için büyük bir ehemmiyeti olan vilâyetlerin kolonizasyonuna girişmişlerdir. Türk ordusunun ilerlemesine, küçük Asya'nın kısır vilâyetlerini terkeden ve fethedilmiş vilâyetlerde daha iyi hayat şartları arayan fakir Türk halkı da refakat ediyordu. Küçük Asya Türklerinin ilk dalgasından sonra, Kırım Tatarlarıyla irtibat tesis etmek maksadıyla Karadeniz'le Silven arasındaki mıntıkada ve Karadeniz boyunca yerleşen ikinci bir dalga müşahede edilmektedir.
15'inci asrın başında Türkler Bulgarları şehirlerden kovmaya başladılar. Bunlar Sredniya Gora ve Rodop dağlarına sığınmaya mecbur kaldılar. Bulgar tarihçilerinin yazdığı budur. Seyah Gerlah (1678) de Filibe'den geçerken şehirde yalnız 250 Rum evi bulduğunu ve diğerlerinin hepsinin Türk evleri olduğunu yazıyor. Bulgarlar hiç zikredilmemektedir. Bulgaristan'ın diğer şehirleri için de hâl böyledir.
Türklerin bugün Bulgarlara ait olan vilâyetlere gelişi hemen bütün köy, şehir, kır ve dağların eski Bulgarca adlarını değiştirmiş ve bunları Türkçe adlarla tebdil etmiştir. Bulgaristan'ın kurtuluşundan sonra Türk adlarının Bulgarlaştırılması için çok çalışıldı, fakat buna rağmen Bulgaristan'da meskûn yerlerin yarıdan fazlası Türkçe adlar taşır ve Türkçe adlı nehirlerle dağların sayısı daha da fazladır. Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı'nda bir komisyon, Bulgaristan'daki bütün yerlerin isimlerini Bulgarlaştırmak için faaliyette bulunmaktadır.
Son kırk sene zarfında Bulgaristan'daki Müslüman nüfusunun hareketleri enteresandır. 1892 resmi Bulgar istatistiğine göre o zamanki Bulgar prensliğinde 643.258 Müslüman vardı. Sonraki 8 sene zarfında, 1900'e kadar, Müslümanlar hemen hiç artmamıştır. O sene sayıları 643.000'i bulmaktadır ki %17.18'ini teşkil ediyordu. Bulgaristan'daki Müslüman nüfusu 1892'den 1900'e kadar Müslümanlarda doğumun azalması yüzünden değil göç yüzünden, değişmemiş kalmışken, Müslüman unsuru, 1900'den 1905'e kadar seri ve hissedilir bir azalış kaydetmektedir. 1905'te 603.867 Müslüman vardır ve sonraki 5 sene zarfında Müslümanların sayısı hemen hemen değişmemiş kalmıştır, yani 602.084'tür. Harplerden sonra, Bulgaristan'ın içinde çok miktarda Türk bulunan yeni vilâyetler kazanmış olmasına rağmen, Müslümanların miktarı hissedilir derecede azalmıştır. 1920 resmi istatistiğine gör Bulgaristan'da 525.244 Müslüman Türk ve 88.395 Müslüman Bulgar (*) vardı. Müslüman elemanların bu azalışındaki başlıca sebep, harpten sonra içinde yaşadıkları şartlar dolayısıyla göçmeye mecbur kalmalarıdır. En yakın istatistik Müslümanların hissedilir derecede bir tabii artışını ifade etmektedir.
1 Eylül 1926 tarihinde, resmi Bulgar rakamlarına göre Bulgaristan'da 789.287 Müslüman vardır ki umum nüfusun %14.41'ini teşkil eder. Bununla beraber nüfusun miktarı 1926'dan şimdiye kadar 825.000'i (*) bulmuştur ki bunun 607.736'sı ana dili olarak Türkçeyi ve gerisi de Bulgarcayı kullanmaktadır.
Bulgaristan'daki Müslüman nüfusun büyük bir kısmı, tahminen 300.000 kişi, Bulgaristan'ın doğu şimalinde, Deliorman'da yaşayan sakin ve uysal köylülerden mürekkeptir. 1923 sivil harbinden sonra Deliorman'ın Müslüman halkı muhtelif yurtsever teşekküller ve otoritelerin hileleri yüzünden korkunç bir terör altında yaşadı. Maksat Bulgaristan'ın homojen bir devlet olabilmesi için onları göçmeye mecbur etmekti.
Bu, birtakım Bulgar spekülasyoncularına Müslüman emlâkini ucuzca ele geçirmek imkânını vermek için iyi bir yurtçu usuldü. Müslümanlara karşı şiddet hareketlerinde başlıca rol, Rodna Zaştita organizasyonu tarafından oynandı. Bu teşekkülün şefleri olan General Skoynov ve Tzaraktziyev hükümet ve askeri mahfillerle mükemmel münasebetlerde bulunuyor ve onların arzu ve planlarının icracısı oluyordular. Bu teşekkülün mahalli şefleri ekseriyetle Bulgar ihtiyat zabitleridir, ve kadrosu ekseriyetle millî liberallerden mürekkeptir. Bulgaristan'daki Müslüman gazeteleri Müslümanlara karşı yapılmış olan bir sürü şiddet hareketlerinden bahsetmektedirler. Andre Liyapçev başvekilken, bir Müslüman mümessil heyeti kendisine, içinde Deliorman Müslümanlarına karşı yapılan tazyik, fena muamele, katil, hırsızlık, şiddet, cami yakmak ve daha başka şeylerin anlatıldığı bir muhtıra verdiler, fakat bu neticesiz kaldı.
Deliormanda Müslüman halk Rodna-Zaştita'nın tazyiklerine maruz bulunurken, yeni ilhak edilmiş olan Bulgar vilayetlerinde, Müslümanlar, toprak mülkiyeti hususunda hukuki münasebetlerin karışıklığı yüzünden otoritelerin hilelerine mevzu oluyorlardı. Bu vilayetlerde mülkiyet meselesi 1921'de hususi bir kanunla tanzim edilmiş ve sonra bu kanunun, hedefleri Müslüman halkı göçmeye mecbur etmek olan idare edici mahfillerin şovenist arzularına uygun olarak birçok defa değiştirilmiş ve düzeltilmiştir. Bu kanunun hükümlerine göre, sahipleri Balkan Harbi esnasında kaçmış ve kanunun neşrine kadar geri dönmemiş olan bütün mülkler devlete geçiyordu. 27 Temmuz 1925'ten evvel geri dönecek ve hususi bir usul dairesinde sahiplik haklarını ispat edecek olan göçmüş mülk sahipleri için bir istisna gözetiliyordu. Fakat usul çok karışık ve yavaştır, öyle ki Müslümanlardan pek küçük bir miktarı haklarını ispat ederek mülklerine yeniden sahip olabildi.
1925 Türk-Bulgar dostluk antlaşması mülkiyet hakkını kat'i surette halledecek muntazam bir protokolü ihtiva eder. Fakat Bulgaristan ve Türkiye hükümlerini ayrı ayrı şekilde tefsir ettikleri için, protokol, nihai bir uzlaşmaya intizaren tatbik edilememektedir.
Pomak denilen ve saf Bulgar kanından olan, yalnız Bulgarca konuşan Müslümanların vaziyeti bile daha iyi değildir, bizzat Bulgarlar da bunların, her bakımdan Bulgaristan'ın en namuslu ve dürüst insanları olduğunu takdir etmektedirler. Başka yerlerle hiçbir irtibatı olmayan dağlık mıntıkalarda yerleşmiş olan Pomaklar Hristiyan halkın kinine ve fena idarenin tazyikine maruz bulunmaktadırlar, hususiyle ki bunlar çok aşağı bir entelektüel seviyededirler. Bunun içindir ki Pomakların büyük bir miktarı, Türkçe konuşmamalarına rağmen, Türkiye'ye göçmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Esasen, maruf şovenist Bulgar muharriri İvan Karaivanof ''Millî Terbiye'' isimli kitabında Müslüman halka yapılan zulümler hakkında enteresan tafsilat vermektedir. Bu kitapta, diğerleri arasında, şu itirafa rastlanmaktadır: ''1912-1913 Balkan Harbi esnasında ordularımız Rodop mıntıkasını aldıkları ve Yaver Paşa'nın ordusunu esir ettikleri zaman, zabitlerimiz, askerlerimiz ve ayıbımızı tamamlamak için, papazlarımız, silah ve şiddete başvurarak Pomakların adlarını Ali'den İlya'ya, Hasan'dan Assen'e çevirerek vaftiz ediyorlar, binaları, camileri yıkıyorlardı, ihtiyar Müslümanlar, başları eğik ve dudakları titreyerek diyorlardı ki: ''Ey gâvurlar, camileri yıkmayınız, bir gün gelecektir ki onları taşlarla değil fakat gâvurların kafaları ile yeniden yapacağız.''
''1929 Sonteşrin (kasım) ayında Bulgaristan Müslümanlarının ilk kongresinde mektepler hakkında bir karar alındı, bunda deniliyordu ki:
a) Müslüman mekteplerinin masrafları için alınan vergi, vasıtalı vergilere nispetle çok yüksektir. Ve bazen Müslüman halk tarafından devlete ödenen vasıtalı vergilerin %300-400'üne çıkmaktadır. Müslüman halk, bu vergilerin ancak Müslümanları maddeten iflasa sürüklemek ve göçmeye mecbur etmek için bu kadar yüksek olduğu kanaatindedir; b) mektep müdürleri ekseriya mekteplerin hakiki ihtiyaçlarını çok aşacak surette masrafları yüksek tutmaktadır; c) mekteplerin bina ve toprakları zaptolunarak Bulgar köylüleri arasında taksim edilmektedir, d) Müslüman muallimler ekseriya ithamlara maruz kalmaktadırlar, e) onlarca Müslüman mektebi Müslüman halkın bu kadar yüksek vergileri ödeyememesi yüzünden veya sözde bu mekteplerin hijyen şartlarını haiz olmamasından dolayı kapatılmıştır. Kongre aynı amanda şunu da tebarüz ettirdi ki birtakım memur ve gayri mesul organizasyonlar Müslüman halka karşı fena muamelelerde bulunmakta ve bu haller onları göçmeye mecbur etmektedir.
1931'de resmi rakamlara göre, Müslümanların Bulgaristan'da şehirlerde 53 ve köylerde 869 mektebi vardı. Mekteplerde 47.254 Müslüman çocuğu okumakta ve bunların muallim miktarı, içinde köy imamları da dahil olmak üzere 1809'a varmaktadır. Bundan başka Müslümanların Bulgaristan'da üç sınıflı 17 rüştiyesi vardır ki burada 55 muallimle 1483 talebe bulunmaktadır.
Bu mekteplerde Bulgar dili, Bulgar tarihi ve coğrafya Bulgar muallimler tarafından okutulmaktadır. Müslüman mekteplerin ekserisi hijyen şartlarına uzaktan bile cevap verememektedir, çünkü binalar alçak tavanlı, ekseriya penceresiz ve döşemesizdir. Müslüman halk, maddi vaziyetinin zayıflığı yüzünden yeni mektepler inşa etmek imkânlarına malik değildir. Mekteplerin masrafları, devletin bir yardımı olmadan, sadece Müslüman halk tarafından verilmektedir.
Stambuliski hükümeti devresi müstesna olmak üzere, onlarca yıldan beri hususi Müslüman mektepleri kapatılagelmektedir. Balkan harpleri esnasında bu mekteplerin, büyük bir miktarı kapanmıştır. Dünya Harbi'nden sonra mekteplerin kapatılması politikası devam etmektedir. Böylece 1923'ten şimdiye kadar Bulgarlar Osmanpazar ve Şumnu mıntıkalarınıda, 250'den fazla mektep kapatmışlardır. Müslüman çocukları Bulgar mekteplerine gitmeye mecbur kalmakta ve burada milliyetlerinin değiştirilmesine çalışılmaktadır. 1928'de hükümet Şumnu'daki tek Müslüman muallim mektebini kapatmıştır.
Bulgaristan'daki Müslüman halk çok mahdut bir entelektüeller zümresine maliktir. Bu zümre, ekseriyetle, Türkiye'deki inkılâplara muhalif hocalardan mürekkeptir. Üniversite diplomasına sahip kimseler ekseriyetle Bulgaristan'da iş bulamadıkları için Türkiye'ye gitmektedirler.
Entelektüelsiz kalan Müslümanların hiçbir muayyen politik emelleri yoktur ve bunların teşkil ettikleri kitleye, Kemalist inkılâplarına meyleden terakkici gençlerden başka, kimse rehberlik etmemektedir. Bulgaristan Müslümanlarının, adeta ölemedikleri için yaşıyorlarmış gibi bir halleri vardır. Tek hayvani gayeleri ırkın temadisine ve tam bitkinliğe kadar yaşamak için sefil imkânları aramaya inhisar etmektedir. Müslümanların hükümete karşı asla isyan etmemiş olmaları ve ellerinden alınan her şeye karşı tahammül ve sabır göstermiş bulunmaları bu psişik halete atfedilmelidir. Hatta Türklere karşı yapılan harpler esnasında bile bunlar Bulgar ordusunda mert askerler olarak hizmet görmüşlerdir.
Bulgaristan'da devlet hizmetinde, ne idarede, ne adliyede, ne üniversitede, ne de liselerde gözde bir mevkie sahip tek bir Müslüman bulunmadığı da zikredilmelidir. Orduda ise bir tek Müslüman zabit bulunmadığı şöyle dursun bir zabit vekili bile yoktur. Bütün Bulgaristan'da, daha ziyade Müslümanlarla meskûn fakir mıntıkalarda çalışan birkaç Müslüman doktor ve avukat vardır.
Bulgaristan'daki Müslüman nüfusu çok aşağı bir kültür seviyesinde bulunduğu için, onun üzerinde en büyük nüfuzu icra eden din adamlarıdır. Bulgaristan Müslümanlarının yazılı bir dini statüleri olmasına rağmen başmüftü ile diğer müftüleri ve vakıf müdürünü, milletin iştiraki olmadan hükümet tayin eder, öyle ki her hükûmet onların vasıtasıyla Müslüman kitlelerine söz geçirebileceğine az çok güvenebilir. Bulgaristan Müslümanlarının statülerine göre başmüftü, muhtar dini bir heyet tarafından seçilmek iktiza eder. Buna rağmen Bulgar hükümeti, bir kararname ile bugünkü Bulgar başmüftüsünü tayin etmiştir ki, Müslümanların söylediklerine nazaran iktidarsız ve bu mevkinin icap ettirdiği vasıflardan mahrum biridir, çünkü ancak bundan 35 sene evvel herhangi bir medreseyi bitirebilmiştir. Hükümet onu sırf Demokrat Partisi'nden olduğu için bu vazifeye tayin etmiştir. Kendisi bugün Bulgar hükümetinden ayda 4500 leva ve vakıftan 10.000 leva almaktadır. Başmüftünün akıbeti daima iktidarda bulunan hükümete bağlı bulunduğu için, her rejimin her maksadına, Müslüman halkın arzu ve istediklerine bakmadan ve dini azınlıklar hakkındaki milletlerarası kaideleri gözetmeden, itaat etmesi kolayca anlaşılır.
Bulgaristan Müslümanlarının mukadderatının ne dereceye kadar sefil bir manzara arzettiğini daha başka misaller de gösterir.
Kırcaali, Eğri-dere, Kavak ve Mestanlı şehirlerinde nüfusun %70'i Müslüman olmasına rağben bunlardan hiçbirinde belediye reisi Müslüman değildir. Nüfusun %50'si Müslüman olan Razgrad, Şumnu, Provda, Sviştov şehirlerinde de vaziyet aynıdır. Bütün bu şehirlerde yeniden Bulgarlar ve bilhassa son zamanlarda Trakya'dan göçen Bulgarlar yerleştirilmektedir.
Vakıfa gelince, elinde bulunan emlâkin kıymeti bugün için ancak 350 milyon levayı bulmaktadır. 20 sene önce Bulgaristan'daki Müslüman vakfının emlâki bugünkü para ile bir milyar leva olarak tahmin ediliyordu. Bu vakıf emlâkinden bir kısmı Bulgar devleti ve hususi muhasebeleri tarafından zaptedildi. Vakıf emlâkinin çok daha büyük bir ikinci kısmı ıpek cüz'i bir tazminat mukabilinde istimlâk edildi. Mesela, az zaman önce ben Bulgaristan'da bulunurken, Varna belediyesi, üzerinde birçok ev ve büyük bir Müslüman mezarlığı bulunan bir vakıf mülkünü istimlâk etti. 5 milyon leva kıymetinde olan bu emlâk mukabilinde belediye yalnız 600.000 leva ödedi.
Bulgaristan'daki Müslümanların en büyük kısmı çok aşağı seviyede olarak ziraatle meşguldürler. Toprak yüz sene evvelki aynı usuller ve vasıtalarla işletilmektedir. Müslüman halkın daha rasyonel bir istihsale erişmeleri için hükümet tarafından hiçbir yardımda bulunulmamaktadır. Halbuki Hristiyan köylüler, devletin cömert yardımları sayesinde modern kültür bakımından çok ilerlemişlerdir. Şehirlerde oturan Müslümanlara en küçük zanaatlarda (işçi, arabacı, küçük bakkal) çalışmaktadırlar, hiçbir büyük Müslüman tüccar tanımıyorum.
''Bulgaristan Müslümanlarının 1929'daki kongrelerinden iki sene sonra, Müslüman halk, kitle halinde ve hiçbir telkine tabi olmadan, mülklere, verasete, vesayete ait davaların resmi mahkemelerde görülmesini isteyen her şehir ve köyden binlerce imzalı bir karar aldılar, çünkü müftülerinin bitaraflığına güvenleri yoktu. Müslüman halk bu hareketiyle, memleketteki bir imtiyazından bile vazgeçiyordu, tek kendisine herhangi bir adalet garantisi verilsin diye, fakat, ne yazık ki, bu arzuları reddedildi.
Bulgaristan Müslümanlarının vaziyetleri hakkındaki bu kısa tablo onların mukadderatını kâfi derecede göstermektedir. Bu tablo şu hadisede tebarüz ettirildiği zaman daha tam olacaktır ki, son 20 sene zarfında 20 bin Müslüman zorla vaftiz edilmiştir. Fakat bu vaftiz muamelesi esnasında içlerinden ne kadarı öldürülmüştür, bunu öğrenemedim.''
Boşnak münevverlerinden birine ait olduğu anlaşılan İsmail Ağa Cemaloviç imzasını taşıyan bu makale, Türklerin içinde yaşadıkları hayat şartlarının ne kadar ağır ve tahammül edilemez bir halde olduğunu açıkça göstermektedir. Biz, elimizdeki vesikalara istinaden bu malûmatı biraz daha genişletebiliriz.
Türk düşmanlığının tarihçesi
Bulgaristan Türkleri, Stambuliski hükümeti devrini, Müslümanlar için bir altın devir gibi hâlâ hatırlarlar. Bulgar millî menfaatlerinin icaplarını çok iyi kavramış olan bu devlet adamı, Türkiye ile dost geçinmeyi prensip ittihaz etmiş olduğu gibi, memleketinde yaşayan Türklere hürriyet ve haklarının verilmesinde Bulgarlık için hiçbir zarar ve tehlike bulunmadığını çok iyi kavramış ve idaresi zamanında Müslüman halka karşı en geniş bir tolerans zihniyetiyle hareket etmişti. Onun devrinde, Bulgaristan Türklerinin iktisadi ve içtimai vaziyetleri iyi olduğu gibi, Türk mektepleri de gerek kalite ve gerekse kantite bakımından çok yükselmişti.
9 haziran 1923 ihtilâliyle Stambuliski hükümetinin devrilmesinedn sonra, şovenizm, her yeni kabinede biraz daha kuvvet ve ehemmiyet kazanarak, alabildiğine inkişaf etmeye ve Türk düşmanlığı, gayri resmi, yarı resmi, resmi mahfillerin ana meşgalesi haline gelmeye ve o zamana kadar kanunun tatbik edilmesi yüzünden dışarı vurulmamış olan kinler gemi azıya almaya başladı.
Bununla beraber henüz parlamento hayatı mevcut bulunduğu için, yapılan bütün zulüm ve haksızlıklar mevzii kalıyor, kitlevi bir imha siyasetinin tatbikine, birkaç Türk mebusunun parlamento kürsüsünden yükselebilecek sesi bir dereceye kadar bir mani teşkil ediyordu. Bundan başka, partiler, bütün nüfusun altıda birini teşkil eden Türklerin reylerini kendilerine çekmek için onlara -gerçi çok defa yerine getirilmeyen- vaatler ve tavizlerde bulunmaya mecbur kalıyorlardı. Bu arada, bazı dost ve insan Bulgarların da, -bilhassa komünistler arasında- Türklerden yana çıkarak onların hesabına adalet isteyen sesleri de yükselmek imkânını bulabiliyordu.
Vakta ki 13 Mayıs 1935 inkılâbıyla Bulgaristan'da meşruiyet ve meşrutiyet çiğnenerek askeri bir diktatörlük teşekkül etti, Türkler, en büyük darbeyi, canevlerine yemiş bulundular. Yeni askeri hükümet, memleketteki Türk azınlıklarına karşı o zamana kadar görülmemiş derecede haşin ve insafsız bir çehre takındı. Türklerin, Stambuliski'den sonra gelen kabineler devrinde ellerinden alınandan arta kalan servetlerinin imhası ve vücudu arzu edilmeyen bu kitlelerin bir an önce Bulgaristan'ı terketmeleri gayesiyle, bütün şoven ihtiraslar zincirlerinden çözüldü. Türklerin, azınlıklara ait milletler arası hükümlerle Türkiye ile aktedilmiş antlaşmaların gözettiği bütün hakları, en aleni ve inkâr götürmez bir şekilde çiğnendi.
Türk düşmanlığı propagandası
Tarih, Bulgaristan'da, Türk düşmanlığı propagandasını besleyen en mühim unsurdur. Millî bayramlar ve yıldönümleri, birçok hatiplerin millî kahramanlıklardan bahsetmek vesilesiyle Türklük aleyhinde bir sürü yalan ve tahriklerini açıkça haykırmalarına fırsat vermektedir. Türk matbuatının bu husustan şikâyet eden yazılarına Bulgar