Yunan, Sırp, Bulgar, Karadağlı ya da Romen; Osmanlı'dan bağımsızlaşan her ülke, Avrupa devletlerinin koruması ve gözetimi altında etnik bakımdan temiz bir toprak yaratma yoluna girdi. Biri 1877-78'de, diğeri 1912-13 yıllarında gerçekleşen iki savaşla Osmanlı, Balkanlar'dan atıldı. Onun uzantısı sayılan Türkler ve Müslümanlar topraklarından söküldü. Milyonlarca kişi süngülerin önünde Türkiye'ye sürüldü. Köyler, şehirler basıldı, yağmalandı, yakıldı; 900 bine yakın Türk ve Müslüman katliamlarda, sürgün yollarında can verdi. Yüzyıla yayılan etnik temizlik hareketi sonucunda Türkler, Balkanlar'ın hayatından tart edildi. Geride küçük ve unutulmuş bir azınlık, içli Rumeli türküleri, hazin anılar ve tüyler ürpertici kıyım hikâyeleri kaldı. Atlas, bir zamanlar Balkanlar'ın pek çok bölgesinde toplam nüfusun çoğunluğunu oluşturan Türklerin ve onlarla özdeşleşmiş Arnavut, Boşnak, Pomak gibi Müslüman halkların tabi tutulduğu sürgün ve kıyımları araştırdı. Yüz yıldır sorulmayan bir sorunun, 'O Türkler neredeler şimdi? Onlara ne oldu' sorusunun cevabını aradı.
Yazı: Kemal Tayfur / Fotoğraflar: Tijen Burultay
Osmanlı'nın zaferiyle sonuçlanan Kosova Savaşı, Priştine yakınlarındaki geniş bir ovada gerçekleşti. Yenilgi, 19. yüzyılda Sırpların ulusça 'kutladığı' milli bir güne dönüştü. Bu yaklaşım, Arnavutların yurdu Kosova'yı sahiplenmeyi de beraberinde getirdi. Sırplar, 1980'li yıllarda, Padişah Sultan Murad'ın türbesinin bir iki kilometre ötesine, Gazimestan mevkiine bir anıt diktiler. Kaidede Sırp Prensi Lazar'ın şu sözleri yazılıydı: 'Her kim ki Sırp ve Sırp kökenlidir ve Kosova Ovası'na Türklerle savaşmaya gelmez; onun ne erkek, ne dişi, zürriyeti olmasın. Onun hasadı olmasın!' Sırp lider Miloseviç, Kosova Savaşı'nın 600. yılı anısına 1989'da burada bir miting düzenledi. Mitinge bir milyondan fazla Sırp katıldı. Önce Bosna'yı, ardından Kosova'yı kana boğan süreç böyle başladı. Gazimestan'daki Sırp anıtı şimdi uluslararası gücün koruması altında. Arnavutlar, anıtın kaldırılmasını istiyor.
|
|
|
Kosovalı bir gazeteciydi, savaşın tam göbeğindeydi ve felaketi günü gününe dünyaya duyurmak zorundaydı. Haber diye anlattığı her şey onun trajedisiydi; kardeşlerinin katlini, yaşadıkları topraklardan sürülüp atılmalarını, şanslı olanların malını mülkünü, evini barkını kaybetmek pahasına- mülteci olarak kurtulabildikleri bir dünyanın halini duyuruyordu. Bir gün sıranın kendisine geleceğini, bir sığınmacı durumuna düşeceğini aklına getirmiyordu.
Burbuçe Ruşiti, henüz bir genç kızken çocukluk arkadaşı Sırplarla ortak hayallerin ve umutların peşinde koştuğu yılları sürerken gün gelip duyurduğu olayların tanığı olacağını düşünemezdi. Oysa dedesi onu uyarmıştı: 'Unutma, Sırp komşu yastığının altından bıçağı eksik etmez!'
Burbuçe, Kosova'da gerginliğin tırmandığı günlerde, çocukluğunu ve gençliğini paylaştığı Sırp arkadaşıyla karşılaştı. Arkadaşı onu görmemiş gibi yapıp yüzünü çevirdiğinde, yastığın altındaki bıçağın çıktığını anladı. 'Tarih Balkanlar'da durmadan yineleniyor' diye düşündü.
Kim bilir, belki de bıçak yastığın altına hiç girmemişti. Hem sadece Kosova'da değil, bütün Balkan ülkelerinde yüz yıldan fazla bir zamandır bıçağın işi hiç bitmemişti. Kimi sakin dönemler vardı ki, o da bıçağın bilendiği aralara tekabül ediyor olmalıydı. Ve herkes biliyordu bıçak, Avrupa'ya bir tokat gibi uzanan Balkanlar'ın üzerinde parıldadığında, bu, yüz binlerce insanın katli, milyonlarcasının yerini yurdunu terk edip sığınacak bir kapı araması anlamına geliyordu.
Peki hangi kapı? En son Kosovalı Arnavutlar o kapıları zorladı. Arkalarında kol gezen ölümün hışmından kaçarken nereye sığınabilirlerdi? Arnavutluk'a mı? Makedonya'ya mı? Sınırlar kuşatılmış, yollar kapanmış, çoluk çocuk halkın geçebileceği yerler mayınlarla döşenmişti. Gene de her iki ülkeye yüz binlerce Arnavut sığındı. Bir o kadarı kara, soğuğa aldırmadan dağlarda, ormanlarda saklandı. Binlercesi de otobüslerle, trenlerle sınırları aştılar, Türkiye'ye sığındılar. Bir kısmı Kırklareli'ndeki göçmen kampına alındı, kimileri Türkiye'deki akrabalarına konuk oldu. Bazıları da, Türkiye'deki evlerine gelip yerleşti. Onlar, Burbuçe'nin babası gibi bu meşum günleri düşünerek çok önceden Türkiye'den ev almış olanlardı.
Buna hiç şaşırmadım. Bir haftadır Kosova'daydım ve herkeste Türkiye'ye ilişkin aynı duygularla karşılaşıyordum. Sorduklarında, İstanbul'dan geldiğimi söylüyordum. Hemen düzeltiyorlardı: 'Başistanbul!' İşte o duygu; Balkanlar'da Türk olsun, Arnavut, Boşnak, Goralı, Rom, Tatar, Pomak, Çerkes olsun her Müslüman'ın ortak hasleti böyle beliriyordu. Hepsi Türkiye'yi ikinci bir vatan olarak algılıyordu. Hayır, hepsi dememeliyim; Türkler, Kosova'nın yalnız ve sahipsiz Türkleri için Türkiye hep anavatandı.
|
|
|
O yüzden Bosna'da savaş patladığında, Kosova'da silahlar gürlediğinde, Makedonya'da, Yunanistan'da, Romanya'da, Bulgaristan'da ırkçı saldırganlık Türklerin ve Müslümanların üzerine bir kâbus gibi çullandığında Türkiye'ye uzanan yollar, göçmen kafileleriyle dolup taşıyordu. 'Neden Türkiye' diye sormaya kimsenin hakkı yoktu. Başlarına gelen her şey; öldürülmeleri, aşağılanmaları, tecavüzlere uğramaları, malları mülkleri yağmalanarak yurtlarından sürülmeleri Türkiye ile doğrudan ilgiliydi çünkü. Onlar yaşadıklarından Türkiye'yi sorumlu tutmadılar, bunu asla dile getirmediler. Ama felaketle sonuçlanan her savaşın, her saldırının Osmanlı'nın bu topraklardaki 600 yıllık tarihinden -ki bu onların da tarihidir- bağımsız olmadığını da biliyorlardı.
Priştine yakınlarındaki Milosevo köyünde konuk olduğum Arnavut aile, Türkiye'den geldiğimi öğrendiklerinde nasıl da hayıflanmışlardı. Savaş patladığında komşuları Türkiye'ye gitmeye can atarken Esat Berişa, Hollanda'daki oğlunun çabalarıyla bu ülkeye gidebildiklerini söyledi. Savaş bitince yerle bir olmuş köylerine geri dönmüşlerdi. Karısı İfaket Hanım söze girdi, 'Komşuları dinleyince Türkiye'ye gitmediğimize çok pişman olduk' dedi. Kırklareli kampının olanakları daha iyi olduğu için değil. 'Hollanda'da kampımızı ziyarete gelirlerdi; kimi bizi merak ettiği için, kimi yardım etmek için. Ama bizi gördüklerinde yüzleri ağrırdı.' Evet aynen, Türkçe kelimelerle böyle söyledi: 'Yüzleri ağrırdı.' Avrupa'nın ortasından gelen bu savaş mağdurlarını ziyaret ederek kendi insancıllığını hatırlamak isteyen Avrupalı, 'namaz kılan, takkeli, Doğulu yüzlerle' karşılaştığında, elinde olmadan suratını ekşitiyordu.
Ülkelerinde rekabet içinde oldukları halkların tepkisi ise hiç de 'yüzlerin ağrımasıyla' ifade edilecek gibi değildi: Sırpların, Bulgarların, Romenlerin, Yunanların gözünde Türk olsun olmasın her Müslüman, Osmanlı'ydı, yani Türk'tü. Osmanlı'nın bu topraklardan atılması, onun mirası Müslümanların da toptan kazınması demekti. 'Mademki Türk'sünüz, Müslümansınız' derlerdi, 'bu topraklarda yaşama hakkınız yok. Yeriniz Türkiye'.
Yugoslavya bunun son örneğiydi. 1989 Haziran'ında Sırbistan'ın her yerinden yüz binlerce Sırp Kosova Ovası'na, Gazimestan mevkiine aktı. Arnavutlar, Türkler, Boşnaklar evlerine kapandı. Sırplar, tam 600 yıl önce, Osmanlı önünde bozguna uğrayan Sırp Krallığı'nın anısını canlandırıyor ve dünyada yenilgilerini 'kutlayan' ilk ulus olma sıfatını kazanıyordu. O gün, Sırpların faşist lideri Miloseviç, büyük Sırbistan'ın müjdesini verdi ve 'Bir daha kaybetmeyeceğiz' dedi.
Burada hedef elbette ki Arnavutlar ve Boşnaklardı ama onlar da Türklerin uzantısı sayılıyordu. Türklerle savaş bitmemişti demek ki. O yıllarda Balkanlar'ı dolaşan Amerikalı bir gazeteci de Balkan halklarının tek bir ortak noktada buluştuklarını tespit etmişti: Türk düşmanlığı! Yüz yıl önceki duygu alabildiğine canlıydı. Bu öylesine katı, öfkeli bir duyguydu ki, Osmanlı'nın tarihten silinmesi, Türklerin ve diğer Müslümanların öldürülüp sürülmeleri yetmemişti. Bağımsızlığına kavuşan her Balkan ülkesinin giriştiği ilk iş 'etnik bakımdan temiz bir toprak' yaratmak olmuştu. Kitleler halinde insanlar öldürülmüş, onların kültürlerinden izler taşıyan yapılar, camiler, köprüler, evler, hatta diktikleri ağaçlar bile yakılmıştı. Beş on yıl önce Kosova'da, Bosna'da, yirmi yıl önce Bulgaristan'da olduğu gibi.
Kosova'nın Yakova kasabasında bir kahvede dört kişi okey oynuyordu; biri Arnavut, biri Boşnak, biri Türk, biri de Hırvat'tı. Giyim kuşamları ve davranış biçimleriyle birini diğerinden ayırmanın imkânsız olduğu bu insanlar ortak dil Türkçeyi kullanıyorlardı. Ataları da onlar gibi bir arada yaşamıştı ve o zamanlar komşular arasında Sırplar ve Karadağlılar da vardı. 'İşte Osmanlı bu!' diye düşündüm.
Prizren'deki Melamilerin şeyhi 40 yaşındaki Abdullah Rahte, Goralıların (dağlık bölgede yaşayan Türkler bu adla anılıyor) yaşadığı Brod köyünde, bir keşif daha yapmamı sağladı. Çocukluğunun geçtiği sokaklarda bize rehberlik ediyordu. Kolumdan tutup beni bir evin önüne götürdü. 'Bak' dedi, 'işte Osmanlı!' Eve baktım. Beyaz badanalı, küçük, mütevazı bir köy eviydi. Sokağa bakan penceresi yoktu. Abdullah Rahte, o güzelim Kosova Türkçesiyle açıkladı:
'Penceresi yok, üyle mi? Yok çünkü, evin bir huzuru olmalı. Sokağa da huzur gerek!'
Osmanlı'nın Balkanlar'daki varlığı bundan daha güzel anlatılamazdı. Huzur… Türklere ve Müslümanlara ve hangi milletten olursa olsun bütün Hıristiyanlara ve Yahudilere… Halkların ve dinlerin yüzyıllarca kardeşçe bir arada yaşamasının sırrı buydu. Mutlu bir altın çağdan söz ettiğim sanılmasın; fethedilip egemenlik altına alınan her yerde olduğu gibi, burada da kimi zaman Bulgar'ın, kimi zaman Sırp'ın ya da Arnavut'un devletle problemi oldu; zulüm ve terör, isyan ve tenkil burada da yaşandı. Ama Osmanlı yönetimi altında bu halkların birbirinin boğazına sarıldığı vaki değildi. Avrupalının pek aşina olduğu 'ırklar savaşı' henüz bu coğrafyaya çok yabancıydı.
Ta ki 1800'lü yılların başında, bugünkü Yunanistan'ın güney ucunda, Mora Yarımadası'nda kin ve düşmanlığın çığlığı yükselene kadar: 'Hıristiyanlara huzur! Konsoloslara saygı! Türklere ölüm!' Balkanlar'ın Türklerden temizlenmesine dönük ilk hareket Yunan başpiskoposunun tarihe armağan ettiği bu sloganla başladı. Mora'da başlayan 1821 isyanı, buradaki Türklerin toptan katline dönüştü ve tüm Balkan ülkelerine model oldu.
İsyan ve Batılı Müdahale
Model şuydu: 'Bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına uzanan yolda Türkler, bir engel olarak görülmekte idiler.' Buradaki Türk varlığı, Osmanlı müdahalesi için bahane oluşturabilir ve Türkler doğal olarak Osmanlı'ya bağlılık duyarlar diye varsayılıyordu. 'Çare, kökten kazıyıp yok etme idi.' Nitekim, Mora'daki (o zamanki Yunanistan sadece Mora Yarımadası'nı kapsıyordu) ayaklanma, doğrudan sivil Türkleri hedef aldı. O sırada Mora'da 30 bine yakın Türk yaşıyordu. İki ay içinde çoğu kıyımdan geçirildi. Yunan ayaklanmasını anlattığı 1861 tarihli kitabında George Finlay, şunları yazdı: 'Adamlar, kadınlar ve çocuklar hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler. Yaşlılar hala taş yığınlarını parmakla gösterip, gezginlere, ‘İşte şurada Ali Ağa'nın kulesi vardı; burada hem onu, hem eşlerini ve hizmetkarlarını öldürdük' diye anlatırlar. Ve bunu anlatan yaşlı adam, yolu üzerinde bir öç alıcı meleğin bekliyor olabileceğini aklına bile getirmeden, bir zamanlar Ali Ağa'nın olan tarlaları sürmek için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi…' Finlay'i bu denli dehşete düşüren şey, savaş ya da isyanlarda görülecek türden öldürmeler değildi. Yunan çeteci ve köylülerin, düpedüz karşılaştıkları her Türk'ü çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden doğramalarıydı. Kasabalar basılıyor, Türkler toplanıp 'bir dere yatağına' ya da uygun bir yere götürülüyor ve orada katlediliyorlardı. Alison Phillips 1897'de yayımlanan kitabında katliamın boyutlarını şöyle anlattı: 'Her yerde daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeğiyle, kadınıyla, çocuklarıyla kıyımdan geçirmekte idi. ‘Hiçbir Türk kalmayacak! Ne Mora'da, ne dünyada'; ağızdan ağza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilan eden şarkı böyle diyordu... Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, kentlere kaçabilenler dışında, bir tek Müslüman bırakılmamıştı.' Amerikalı tarihçi Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı kitabında, öldürülen Türklerin 25 bin kişi olduğunu yazdı.
|
|
|
|
Burada ölenlerin sayısından daha önemli olan, bunun bir arındırma politikası olması ve Balkanlar'ın tarihine damgasını vurmasıydı.
Olayların Osmanlı başkentindeki yankıları yakıcıydı. Katliamlar karşısında halkın kapıldığı infial ve öfke o denli büyüktü ki, İstanbul'daki Rumlara karşı her an misilleme hareketleri başlayabilirdi. Padişah Mahmud da öfkesini dizginleyemeyenlerdendi. Kayseri, Edirne, Tarabya, Edremit piskoposları ile İstanbul'daki patrik Gregorius'un idam fermanını verdi. Ortodoksların davranışlarından patrik sorumlu tutulmuştu. Patrik, Fener'deki patrikhanenin 'Orta Kapı'sında asıldı ve yaftası göğsünde üç gün teşhir edildi. (O kapı o gün bugündür kapalı tutuluyor.)
Öte yandan, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki ordu, Mora'ya çıktı. İsyan kısa zamanda ve şiddetle bastırıldı. Ama işte tam da bu anda, Batılı devletler müdahale çarkını işletti. İsyana sevk ettikleri, destekleyip yönlendirdikleri Yunanistan'ın daha doğmadan ölmesine izin veremezlerdi. Ordularını Mora'dan çekmesi için Osmanlı'ya yönelen baskı ve tehditler işe yaramayınca, dünya askerlik tarihinin en utanç duyulacak saldırısını gerçekleştirdiler. İngiliz, Fransız ve Rus gemileri, Navarin'de demirli bulunan Osmanlı-Mısır donanmasını, savaş ilanına gerek duymadan topa tuttu; savaş hali olmadığı ve herhangi bir saldırı beklemediği için müttefik gemilerinin gelişini seyretmekle yetinen 57 Osmanlı gemisi batırıldı. Sekiz bin denizci oracıkta öldürüldü. Fransa, denizcilik tarihine 'şanlı bir zafer' yazdıklarını açıkladı. İngilizler temkinliydi; bir yanlışlık olmuş gibi davrandılar. Osmanlı'nın Mora'dan çekilmesi için bu da yeterli olmadı. Bu kez, İbrahim Paşa üzerindeki baskılar artırıldı. Sonunda İbrahim Paşa ikna edildi ve isyanı bastıran ordu Mora'dan çekildi. Osmanlı hâlâ Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul etmiyordu. Artık tek yol kalmıştı: Savaş. Rusya'nın saldırısı (1828) bu koşullar altında başladı ve Osmanlı'nın yenilgisiyle sonuçlandı. Edirne Antlaşması'nın imzalanması Yunanistan'a bağımsızlık, Sırbistan'a da özerklik getirdi. Osmanlı'dan koparılan bu ilk ülkenin kralı da Almanya'dan geldi; Bavyera Prensi Otto, beyaz bir atın üzerinde muzaffer bir komutan gibi Atina'ya girdi. Antlaşmada adına 'bağdaşmazlık ilkesi' denen yeni bir anlayış da yüzünü gösterdi: Buna göre, 'çatışmaları önlemek için' Mora'daki Türklerin çıkarılması öngörüldü. Özerkleştirilen Sırbistan'daki Türkler de, Belgrad ve bir iki kale hariç ülkeden sürüldüler. Balkanlar'ı kana boğacak, ileride mübadeleye gerekçe oluşturacak olan da işte bu Batılı ilkeydi. Bağımsızlık fitilini tutuşturan her Balkan halkına, aynı toprakları paylaşan Türk ve Müslümanları sürme, gerekirse yok etme işareti verilmişti.
93 Harbi
Artık isyanların niteliği de, pratiği de farklı bir yol izleyecekti. Daha önce yeniçeri zulmü, ayan baskısı, kötü yönetim gibi haklı gerekçelere dayanan başkaldırmalar, yerini milliyetçi bir içerik kazanan, doğrudan Batılı devletlerin (Düvel-i Muazzama) yönlendirmesi ve koruması altında gerçekleşen isyanlara bırakacaktı. Ve her isyan, başlar başlamaz sivil Türk ve Müslüman unsuru hedef alacaktı. Nitekim otuz yıl kadar sonra Karadağ, Hersek, Sırbistan ve Romanya'da patlayan isyanlar, derhal Hıristiyan-Müslüman çatışmasına dönüştü.
Osmanlı bu kez çabuk davrandı ve isyanları çok fazla yayılmadan bastırdı. Ama Yunan isyanında olduğu gibi, Batılı devletlerin müdahalesiyle bu ülkelerde de isyancılar ödüllendirildi. Osmanlı ordusunun Karadağ'daki ilerleyişi durduruldu. Özellikle Fransa'nın dayatmasıyla Memleketeyn (Kırım Savaşı'ndan sonra Ruslardan geri alınmıştı) özerk Romen Prensliği ile birleştirildi. Prensliğin başına da Hohenzoller hanedanından Prens ?arl getirildi. (Özerkliğini ya da bağımsızlığını elde eden uluslara, Avrupa'dan kral tayin edilmesi de bir kural haline gelmişti. Yunanistan ve Romanya'dan epey sonra Bulgaristan'da da krallığa Alman Prens Battenberg oturmuştu.) Sırbistan'da başta Belgrad olmak üzere Türklerin denetimindeki kaleler, savaş tehdidiyle boşalttırıldı; Türk ve Müslüman nüfusun buraları terk etmesi sağlandı. Öte yanda, Girit isyanı da tamamen bastırılmıştı ki; Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı hükümetine bir nota vererek özerklik talebinde bulundular.
|
|
|
|
Gene de Osmanlı, bu süreci Balkanlar'da büyük kayıplara uğramadan atlatmıştı. On yıl süren bir sükûnet evresinden sonra çark yeniden işlemeye başladı. Önce Hersek, ardından Bulgarlar ayaklandı (1876). Hersek isyanı, Avusturya'nın girişimiyle duruldu ama Bulgaristan'da Türkler ve Bulgarlar kanlı bir çatışmanın içine sürüklendiler. Karşılıklı katliamlar 39 gün boyunca devam etti. Kimi tarihçilere göre bin Türk, dört bin Bulgar öldü. O tarihteki Amerikan konsolosluk görevlisinin 12 bin Bulgar'ın öldürüldüğüne ilişkin tahmini ise fazlasıyla abartılıydı.
Ancak abartı bununla sınırlı değildi. Batı basınında 'Türk vahşetine' ilişkin haberlerin ardı arkası kesilmiyordu. Kıyım haberleri kamuoyunun ilgisini çekmiyor olmalıydı ki, gazeteler düpedüz hikâyeler üretmeye başladılar. Bu hikâyelerin en etkilisi de, Hıristiyan Bulgar kızlarının köle olarak satıldığı ya da Müslümanların haremlerine kapatıldığı yolundaydı. İngiltere'de etkili olan bu kampanya sonucu kamuoyu ve muhalefet, hükümeti müdahale etmeye çağırdı. Liberal politikacı Gladstone, çözüm olarak şunları söylemişti: 'Artık Türkler kötülüklerini mümkün olan tek yolla ortadan kaldırsınlar, yani oradan çekilip gitsinler… Hepsi ama hepsi, umarım çöle çevirdikleri bu topraklardan pılı pırtılarını toplayıp defolurlar.'
Rusya, öteden beri planladığı saldırı için İngiltere engelinin devre dışı kaldığını anladığı anda, 24 Nisan 1877'de, harekete geçti: 'Avrupa iradesi, Hrıstiyanlık vicdanı ve medenî dünyanın arzusu adına ‘suçlu Türk'ü cezalandırmak' ve ‘zavallı Bulgarları kurtarmak' misyonuyla' savaş ilan etti. Romanya, savaşı fırsat bildi ve tarafsız kalmak için Osmanlı'dan bağımsızlığını tanıması talebinde bulundu. Bu talep reddedilince, topraklarını Rus ordularına açtı. Ruslar, 22 Haziran'da savaşmadan Tuna'yı geçtiler ve birkaç hafta içinde Balkan Dağları'nı aştılar. Aralık ayında Osmanlı İmparatorluğu'nun Bulgaristan topraklarının işgali tamamlandı, ocakta Edirne düştü.
Osmanlı için kesin ve sert bir yenilgiydi. Rus orduları, İstanbul'a bir adım mesafedeki Yeşilköy'e kadar gelmişlerdi. Burada imzalanan Ayestefanos Antlaşması'nın şartları o denli ağırdı ki, çıkarlarının tehlikeye girdiğini gören başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler paniğe kapıldılar. İngiltere donanmasını Marmara'ya soktu ve Rusya'ya karşı savaş vaziyeti aldı. İngiltere, Osmanlı'nın elde kalan topraklarının korumasına yardım ediyordu ama bu hizmetinin bir karşılığı olmalıydı: Osmanlı'dan Kıbrıs'ın kendilerine bırakılmasını istedi ve istediğini de kabul ettirdi. Ardından toplanan Berlin Kongresi (1878), barışın şartlarını belirledi. Makedonya, Osmanlı'ya bırakıldı. Bulgaristan toprakları ikiye bölündü. Kuzeyde Osmanlı Devleti'ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği, güneyde de başında Hıristiyan bir valinin bulunduğu Doğu Rumeli vilayeti kuruldu. (Doğu Rumeli 1885'te Bulgaristan tarafından ilhak edildi.) Bosna-Hersek ve Yenipazar sancağı Avusturya'ya verildi. Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsızlıklarını elde etmekle kalmadı; Niş Sırbistan'a, Antivari Karadağ'a, Dobruca Romanya'ya verildi. Savaşın galibi Rusya, Beserabya, Kars, Ardahan ve Batum'u aldı. Teselya Yunanistan'ın hissesine düştü. Fransa'nın kazancı ise kongre kararlarında değil, kulislerde belirlenmişti; Tunus Fransa'nın olacaktı. İngiltere zaten Kıbrıs'ı almıştı. Ama Mısır'ı da hanesine yazdırmıştı.
Büyük Muhaceret
Tarihimize 93 Harbi diye geçen bu savaş, Balkanlar'da sivillerin doğrudan hedef alındığı ilk savaştı. Mesele toprak kayıplarının çok ötesindeydi. Kaybedilen topraklarda ve sonradan Bulgaristan olacak ülkede yaşayan Türkler, toptan kıyıma ve sürgüne tabi tutulmuşlardı. Bir milyonun üzerinde insan süngülerin önünde yollara düşmüş ve bunların yüz binlercesi can vermişti.
Bulgaristan, Türklerin en yoğun yaşadıkları Balkan ülkesiydi. Savaştan önce, yani 1877'de, sonradan Bulgaristan olacak Tuna vilayeti ile Edirne vilayetinin Filibe ve İslimye sancaklarında yaşayan Türklerin (aralarında Çerkesler de vardı) sayısı 1 milyon 500 bin ila 1 milyon 700 bin civarındaydı ve toplam nüfusun yarıya yakınını oluşturuyordu. Bulgarların sayısı kimi kaynaklara göre Türklerden biraz daha az, kimine göre biraz daha fazlaydı. Osmanlı, Rus, İngiliz, Fransız kaynakları her iki halkın nüfusunun aşağı yukarı aynı olduğunda birleşiyordu. Tarihçi Justin Mc Carthy, Türk nüfusun 1 milyon 500 bin olduğunu söylüyor. Nüfusla ilgili kaynakları değerlendiren tarihçi Ömer Turan ise savaştan önce Bulgar olmayanların (1 milyon 949 bin), Bulgarlardan (1 milyon 793 bin) daha çok olduğunu, Bulgar olmayanların yüzde doksanını da Türklerin oluşturduğunu söylüyor: Buna göre, Türkler 1 milyon 600 bin civarındaydı. Rum, Ulah, Yahudi, Ermeni gibi Bulgar olmayan toplulukların sayısı da 350 bin kadardı. Demek ki, 'Bulgar devletinin kurulması hazırlıklarının yapıldığı bölgede Bulgarlar çoğunluğu teşkil etmemektedirler.' Bu durum işgal sonrasını planlayan Rus Prens Panslavist Çerkaski'nin başkanlığında kurulan Bulgaristan Mülkî İdare Teşkilatı'nca da tespit edilmişti. Örneğin Tuna Vilayeti'ne bağlı Ruscuk, Sofya, Tulça ve Varna sancaklarında Türkler; Vidin ve Tırnovo'da ise gayrimüslimler çoğunluktaydı. Diğer Hıristiyan unsurlar dışta tutulunca, hiçbir yerde Bulgarların, etnik bir grup olarak çoğunluğu sağlayamadıkları anlaşılıyordu. Tarihçi Turan, Bulgaristan Mülkî İdare Teşkilatı'nın Tuna ve Edirne vilayetlerindeki Türkleri ve Müslümanları 'def etmeyi veya yok etmeyi' amaçlayan 'nüfus ihtilali'nin, bölgenin bu demografik durumunun tespitiyle planlandığını belirtiyor. Açıkçası katliam ve sürgünlerin nedeni kurulacak Bulgar devletinin Slav çoğunluğa dayanması fikriydi ve önceden planlanmıştı.
|
|
|
Savaş ve ardından yürütülen saldırılarla Türk nüfusun bir milyon kadarı topraklarından sürüldü. Bunun 515 bini sığındıkları topraklarda kaldı. Sığıntıların 105 bini Edirne'ye, 60 bini Selanik'e, 140 bini Kosova ve Manastır'a, 120 bini İstanbul'a, 90 bini de Anadolu'ya yerleştirildi. Bazıları da savaştan sonra geri döndü. Bulgaristan'ın 1887 yılı nüfus sayımına göre kalan Türlerin sayısı 672 bindi. Savaştan sonra da 52 bin Türk'ün Osmanlı ülkesine göçtüğü kayıtlıydı. Bunlara, Osmanlı ellerinde kalmış 515 bin de eklendiğinde, başlangıçtaki 1 milyon 500 bin rakamına ulaşmak mümkün olmuyordu. Tarihçi Ömer Turan da Türk nüfusun savaştan sonra yarı yarıya azalarak 800 bin kişiye düştüğünü belirtiyor. Bunun 515 bini göçmen olarak Osmanlı topraklarına yerleştirildiğine göre, 250 binden fazla (McCarthy'ye göre tamı tamına 261 bin) Türk'ün akıbeti meçhuldü.
Meçhul değildi aslında, nüfus tablolarında 'telefat' hanesinde gösterildiğine göre, bu insanlar ölmüştü. Peki bu kadar insan nasıl öldü? Bir kısmı kuşkusuz, savaşlarda ve çatışmalarda can vermişti. Ama ezici çoğunluğu katliama uğramıştı, sürgün sırasında açlık, hastalık ve soğuğa kurban gitmişti.
Vahşi Tümen
Bu katliamın sorumlusu Rus ordusu, bu ordunun Rus kazaklarından oluşturulmuş dehşetengiz birliği Vahşi Tümen ile Bulgar çeteleri idi. Vahşi Tümen, Rus düzenli ordusunun ardı sıra gelerek, Bulgar çetelerle işbirliği halinde Türk köylerine kıyım ve yağma saldırıları düzenlediler. Sivil halkın dehşete kapılıp korku içinde topraklarını terk etmeleri için her türlü şiddete ve rezilliğe başvurdular. Düzenli ordu da onlardan geri kalmadı; geçtikleri her yer 'çöle döndü'.
Bulgar çetelerinin sırtına ise daha da kirli görevler yüklenmişti. Osmanlı ordusunun ikmal yollarına sabotaj ve saldırılar düzenlemek sıradan işleriydi. Asıl görevleri köy basmak, tecavüz ve yağmaydı. Rusların cinayetten imtina ettiği durumlarda, kuşatılmış köylere girip kıyıma kalkışmaktı. Sürülenler geri dönmesin diye köyleri ve çiftlikleri yakıp yıkmaktı. Türklerin 'tarlalarını, evlerini, besi hayvanlarını ve her türlü mallarını ellerinden almak'tı. En canice eylemleri ise savaş meydanlarındaki yaralı Osmanlı askerleri ve esirlere son darbeyi indirmekti.
Yapılanlar öyle yaygındı ki, diplomatlar ve gözlemciler, yaşananların 'istisna değil, olağan' olduğunu bildiriyordu. Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı yapıtında 'Olayların çoğunda Müslümanlara zulmeden Bulgarların sıradan köylüler olduğunu' söylüyor. 'Hatta bazen, halkı karma olan köylerde yüzyıllardan beri babaları dedeleri Müslümanlarla yan yana yaşamış olan köylülerdi. Bunların o çeşit eylemlere girişmelerinin nedeni, Müslümanlara karşı nefret duyuyor olmaktan ya da milliyetçilikten çok, mal kapma hevesiydi.' O yüzden sadece Müslümanların değil, Yahudilerin de malları talan edildi.
Savaştan önce 'Türk vahşeti'ne ilişkin haberler yapan Batılı gazetelerin muhabirleri ortak bir bildiri kaleme almak gereğini duydular. Aralarında Times, New York Herald, Republique Français, Frankfurter Zeitung, Daily Telegraph gibi büyük yayın kuruluşlarının da bulunduğu 21 gazete ve derginin muhabiri 'Bulgaristan'ın suçsuz Müslüman ahalisine karşı işlenmiş insanlık dışı eylemlerin bir özetini imzaya bağlamayı görev' saymışlardı. Olaylardan Rus ordusunu sorumlu tutan gazeteciler 'kurbanların büyük çoğunluğunun kadınlarla çocuklar olduğunu' da bildiriyordu. Ayrıca bölgede görev yapan Batılı devletlerin konsolosları, bağlı oldukları bakanlıkları olaylar hakkında günü gününe bilgilendirmişlerdi. Örneğin Burgaz'daki İngiliz Konsolosu Brophy, 'Türk yönetiminin en kötü olmuş haline kıyasla dahi, sözde büyük bir Avrupa devletinin (Rusya) yönetimi altında durumun eskisine göre on kat daha fazla kötü olduğunu' görmüş ve pek büyük şaşkınlığa kapılmıştı. Edirne Konsolosu Blunt, Türklerin yaşadığı kıyımları derlemişti. Bir başkası, 'Rusların kararlı benimsedikleri amacın, bütün Müslümanları ülkeden sürüp çıkarmak' olduğunu tespit etmişti. Bu tanıklıklar ve araştırmacı Bilal ?imşir'in yayımladığı sayısız İngiliz belgesi, bu büyük kıyımın büyük devletlerin gözü önünde işlendiğini gösteriyor.
Kıyımın bir başka boyutu da Osmanlı uygarlığının izleriyle ilgiliydi. Ekrem Hakkı Ayverdi'ye göre bugünkü Bulgaristan topraklarında, Türk evleri ve dükkânları dışında, 3 bin 339 Osmanlı mimari eseri vardı. Bunların 2 bin 356'sı cami, 415'i eğitim yapısı, 174'ü tekke ve zaviye, diğerleri de han, hamam, hastane, çeşme, köprü gibi yapılardı. Çoğu savaş sırasında, geri kalanlar da savaştan sonra şehir planlarını bozdukları gerekçesiyle yerle bir edildi. Örneğin Filibe şehrinde 33, Sofya'da 82 cami bulunmaktaydı. Savaş sonrasında her iki şehirde de birer cami kalmıştı. Yüzyıllardır hâkim unsur olarak yaşadıkları topraklar üzerinde Türkler, birdenbire azınlık durumuna düşmekle kalmamışlar, mal ve mülklerini, camilerini, okullarını, hatta mezarlıklarını bile kaybetmişlerdi.
Gene de Bulgaristan'daki Türklerin sayısı, Bulgarlar için hâlâ tehdit edici düzeydeydi. Bosna Hersek'in bazı bölgelerinde, Balkan ülkelerinin gözlerini diktiği ve her birinin üzerinde hak iddia ettiği Makedonya (Kosova, Manastır, Selanik vilayetleri) ile Trakya'da ise Türk ve Müslümanlar mutlak çoğunluktaydı. Müslüman nüfusu rahatsız ederek uzaklaştırma siyaseti, o yüzden, savaştan sonra da devam etti. Makedonya'da sivil halka yönelik çete (çentiklerin) saldırılarının ardı arkası kesilmedi. Bulgaristan'ın 1885'te Doğu Rumeli'yi, Avusturya'nın da 1908'de Bosna Hersek'i ilhakı üzerine, Hıristiyanların yönetimi altında bulunmayı kabul etmeyen Müslümanlar dalgalar halinde Türkiye'ye göçtü. Karadağ'da neredeyse tek bir Müslüman kalmadı. Öte yandan Ege adalarındaki Türkler de bir daha dönmemek üzere Anadolu'ya taşınıyordu. Örneğin Girit'te, 1821'de Türklerin sayısı 160 bindi. Bu sayı 1876'da 95 bine, 1897'den sonra da 33 bine düştü. (Onlar da mübadelede göçmek zorunda kaldı.) Sonuçta bütün bu bölgelerden, savaştan sonra gerçekleşen göçlerle yaklaşık 340 bin kişi daha Osmanlı ellerine sığındı.
Balkanlar'ın Müslüman nüfusu eriyordu. Son darbeyi Balkan Savaşları vuracaktı; ama bir farkla: Bu kez öldürülenlerin sayısı göç edebilenlerden, İstanbul ve Anadolu'ya sığınabilenlerden çok daha fazla olacaktı.
Elveda Balkan'ım
Yüz yıl önce, Balkan şehirlerini ziyaret eden Batılı gazeteciler ve yazarlar, rahatsızlık duyacak kadar Doğu manzarasıyla karşılaşmışlardı. Osmanlı etkisi tahammül edilemeyecek kadar derindi. O günleri bir tarafa bırakalım. Amerikalı gazeteci Robert Kaplan, 1990'larda 'Üsküp'te gümüş kubbelerden süzülen Türk minareleri' ve 'tavla oynayan beyaz takkeli adamlar'la karşılaştığında 'Asya karmaşasının… korkunç ve caydırıcı' etkisiyle irkilmişti.
Nazizmin kaynağını bile Balkanlar'a akıtılmış 'Doğulu zorbalığın ve çöküntünün zehri'nde arayan bu ırkçı Amerikalıyı okurken Prizren'deydim. Aynı rahatsızlığı burada da duymuş olmalı. Prizren, Kosova Türklerinin yoğun olarak yaşadığı şehirlerden biri. Bistrica Irmağı'nın kıyısındaki kalenin etekleri Osmanlı devrini yaşıyor hâlâ. O zamandan kalma camileri, tekke ve dergâhları, avlulu evleri, dar sokakları, ırmak üzerindeki köprüleri, çarşısı, insanları ve insanlarının alışkanlıklarıyla bu şehir, mirasını ve kimliğini, Türkiye'dekilerden daha iyi korumuştu. ?air ve ressam Zeynel Beksaç, 40-50 yıl önce şehirde herkesin Türkçe konuştuğunu hatırlayanlardan. ?imdi o kadar yaygın olmasa da şehrin her yerinde, lokantada ya da postanede, çarşıda pazarda derdimi Türkçe anlatmakta hiç zorluk çekmedim.
Kosova, Balkan Savaşları'nda Osmanlı'nın ilk kaybettiği topraklardandı. Sırplar, Kosova Savaşı'nın intikamını Kumanovo galibiyetiyle almışlardı ve tüm Kosova ellerine düşmüştü. Bir hayır kurumu görevlisi Mary Edith Durham, o sıralar Karadağ'daydı. Çarpışmalar bitince Britanya askeri ataşesi ile birlikte Prizren'e gitmek istedi, ancak Sırp yetkililer izin vermedi. Durham, savaş alanlarından dönen Karadağlılara, gitmesine neden izin verilmediğini sorduğunda şu cevabı aldı: 'Tek bir Arnavut'un suratında burun bırakmadık da ondan!' ?aka mıydı bu? Hayır; Durham, sonradan Arnavutluk'un kuzeyinde burunları ve üst dudakları kesilmiş esir Osmanlı askerleriyle karşılaştığında infiale kapıldı: 'Savaş, insan soyunun en aptal yanlarını ortaya çıkarır; iğrenç, hayvani gaddarlık kendine bir erdem süsü verir. Balkan Slavlarına ve onların bozulmuş Hıristiyanlığına gelince, bana öyle geliyor ki bütün uygarlık ayağa kalkıp onları daha çok vahşetten alıkoymalı.'
Korkunç suçların işlendiği Kosova ve Makedonya'ya gazetecilerin, daha doğrusu tarafsız gazetecilerin girmesi yasaktı. Genel olarak Batı basınında tam bir 'sessizlik komplosu' söz konusuydu. Bunu, o sırada gazeteci olarak Balkanlar'da bulunan Rus Devrimi'nin ikinci büyük önderi Troçki söylemişti. Troçki, Rus ve Batı basınının tavrı karşısında hiddete kapılmıştı: 'Önde gelen bütün gazetelerin, tüm dönemimize bir onursuzluk lekesi vuracak o gaddarlıkların ahlaki açıdan sorumluları ve destekçileri durumuna girdiklerini' haykırdı.
Danimarkalı bir gazeteci de Priştine'de beş bin Arnavut'un öldürüldüğünü, 'Sırp harekâtının, Arnavut halkına yönelik dehşet verici bir katliama dönüştüğünü' yazmıştı. Katolik bir papaz, gördükleri karşısında suskun kalamamış, Daily Telegraph da onun söylediklerini haber yapmıştı. Üsküp Katolik başpiskoposunun Vatikan'a verdiği rapora göreyse, Ferizaj'da yaşı 15'in üstünde olan Müslüman Arnavutlardan yalnızca üçü sağ bırakılmış, Gjilan çarpışmadan teslim olduğu halde oradaki Müslüman nüfus katliamdan geçirilmiş, Yakova ise tümüyle yağmalanmıştı.
Prizren'de de durum korkunçtu. 'Kent ölüm krallığı gibi görünüyor. Arnavut evlerinin kapıları çalınıyor, erkekleri dışarı çıkarıp anında vuruyorlar… Yağma, talan, ve tecavüzlerin ise haddi hesabı yok… Bütün bu dehşet yetmiyormuş gibi bir de komutan Bozo Yankoviç elinde tabancayla kent ileri gelenlerini Kral Petar'a teşekkür telgrafı göndermeye zorluyor!'
Bir Sırp gazeteci görüp de yazamadıklarını Troçki'ye anlatmıştı. 'Ferizaj'da askerlerin piliç kızartıp Arnavut öldürdüklerini, esir ve yaralıların işlerini süngüyle bitirdiklerini' söylemişti. Sırp gazeteci, askerlere çıkışmıştı: 'Niye tıpkı eşkıyalar gibi hareket ediyorsunuz?' Aldığı cevap şu olmuştu: 'Hayır, öyle değil işin aslı. Biz, düzenli ordu, belirli sınırlara uyduk ve on iki yaşın altındakileri asla öldürmedik. Komitacılar hakkında kesin bir şey söylemem mümkün değil, onlar başka bir grup.' Komitacılar denilenler, 'işsiz güçsüz, serseri takımından devşirilmiş, cinayet, soygun ve şiddeti kendileri için vahşi bir eğlence haline getirmiş' çetecilerdi. Troçki'yi asıl şok edense, serseri denilen komitacılar arasında, 'entelektüeller, fikir adamları ve ateşli milliyetçilerin' de bulunduğunu öğrenmesiydi. Aslında ordunun uyguladığı terörün yanında, komitacılarınki küçük şiddet eylemleri olarak kalıyordu. Onlar, daha çok düzenli ordunun darmadağın ettiği köy ve kasabalara dalıp nasılsa sağ kalmış insanları öldürüyor, kalan kırıntıları talan ediyorlardı. Troçki'nin aktardığı şu üç sahne, vahşet ve yağmada sınır tanımayanların sadece serseriler olmadığını gösteriyor.
Birincisi, Sırp toplumunun tepe noktasındaki şahsiyetle, Kral Petar ile ilgilidir. Kral, Kumanovo'ya giderken bir grup esirle karşılaşır. 'Bu adamlar benim ne işime yarar' diye bağırır. 'Öldürülsünler, yalnız kurşunlanarak değil; o, cephane israfı olur, değneklerle dövülerek.'
İkincisi Sırp Veliaht Prensi Aleksandar hakkındadır. Prens, bir subayın elinde kâğıda sarılı bir şey taşıdığını görür. 'O nedir elinizdeki' der, 'verin bir bakayım'. Kâğıdın içinden, zengin bir Arnavut'tan gasp edilmiş altın bir hançer çıkar. 'Sırp veliaht prensi oracıkta, mülksüzleştiriciyi mülksüzleştirir.'
Üçüncüsü de bir askerin yaptıklarıdır: 'Kaç tane Arnavut öldürdüm bilmiyorum. Ama bir tekinin bile üzerinden para edecek bir şey çıkmadı. Sonra bir bula (genç Türk köylü kadını) öldürdüm, üzerinde on tane altın lira buldum.'
Bu üç olay, esir ve sivillerin katledilmesi ve yağmalanması olgusunun ne denli yaygın ve olağan olduğunu gösteriyordu. Öyle ki, Sırbistan'ın dört bir yanından yürüyerek gelen Sırp köylüler de bu yağma ve cinayetlerde rol alıyordu.
Öldürülenlerin sayısına ilişkin Üsküp Katolik başpiskoposunun verdiği rakamlar korkunçtu. Buna göre Kosova'da öldürülen Müslümanların sayısı 25 binden fazlaydı. Binlerce kişi de göç yollarına düşmüştü. Bir Avusturya yetkilisi, Yakova'dan 20 bin, Prizren'den 30 bin kişinin evlerini terk ettiğini, yöreden 21 bin kişinin de onlara katıldığını kaydetmişti. Kaynaklar, o sırada Kosova'dan ayrılan Türk ve Arnavutların toplam sayısının 120 bine ulaştığını, Karadağ'daki 16 bin Müslümanın sürüldüğünü belirlemişti. Bu bölgelerden Türkler, geri çekilmekte olan Osmanlı ordularının izlediği hattı takip ederek Türkiye'ye doğru sonu belirsiz bir yolculuğa çıkmışlardı. Çünkü yolları üzerinde bir taraftan Bulgaristan, bir taraftan da Yunanistan onlara doğru ilerliyordu. Her yandan kuşatılmışlardı. Arnavutların çoğu ise, Arnavutluk'a kaçmıştı. Ancak Arnavutluk da Sırplar ve Karadağlılar tarafından işgal ve talan edilmiş, halk yiyecek maddesi bile bulamaz hale getirilmişti. Edith Durham, sığıntıların önemli bir kısmının açlıktan öldüğünü bildirmişti.
Bu ölüm ve sürgün operasyonunun tek nedeni, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında olduğu gib |