(3. BBCAC) ARDINDAN
12-14 Eylül 2005 Tarihleri arasında Romanya’nın Köstence şehrinde yapılan 3.BBCAC toplantısına Türkiye’den katılan delegeler, toplantı vesilesi ile tarihimizde iz bırakan Bulgaristan ve Romanya’nın ilginç ve turistik yerlerini de görebilmek amacıyla kongre gidiş gelişini otobüsle yapma kararı verdi. Gönüllü katılacakların sayısı 35 i bulunca gezi planı kongre öncesi ve sonrası günleri de içine alacak şekilde bir turizm firması aracılığı ile yapıldı.
9 Eylül akşamı Ankara’dan hareket eden otobüse İstanbul’dan katılacak yolcular İstanbul Kadıköy ve Harbiye Tiyatrosu önünden alındı. 11 Üniversitemizden 33 kişi, bir rehber ve 2 şoför ile yola çıkıldı. Sabah 9.00 da Kapıkule sınır kapısına ulaşılmasına rağmen otobüsün evrak eksikleri, daha doğrusu otobüs firmasının Ali Rahmi ve Ahmet isimli şoförlerine noter aracılığı ile vermesi gereken yurt dışı yolcu taşıma belgesini vermeyi unutması yüzünden tüm yolcuların geri dönmesi tehlikesi ile karşılaşıldı. Hafta sonu noterlerin kapalı olduğu da dikkate alınınca sorunun çözümü de olanaksız görünüyordu. Bozuk moral ile bekleme sırasında çözüm yollarını tartışmak da işe yaramadı. Ancak üniversite hocalığının henüz yitirilmemiş saygınlığı ve sözüne güvenen memurlar sayesinde yasal sınırlar içerisinde noter yerine faks ile bu eksiksiz giderilebildi. 2-3 saat gecikme ile Bulgaristan sınırına ulaşıldı. Bu kez yeşil pasaportlular dahil tüm yolculardan 45 Euro haraç karşılığı vize alınması istendi. Bu işlemler de vakit aldı. Eksik evrak önemli değildi.Yeter ki görevli başına 10 USD veya 10 E rüşvet verilsin. Bu rüşvet olayı hem pasaport kontrol eden polisler, hem de gümrük memurları tarafından olağan bir işlem olarak görülüyor, her şey tamamlanınca kulübeye çağrılan şoförden isteniyor, her sınır giriş çıkışında aynı senaryo tekrarlanıyordu. Rehber Ömer beyin rehberlik görevi de esasen her mola yerinden harekette yolcuları saymak, her sınırda istenen rüşvetleri ödemekti. Zira Bulgaristan ve Romanya’ya ilk gidişi idi.
Kırklareli –Dereköy sınır kapısından geçerek doğrudan sahil yolundan ve Burgaz üzerinden Varna’ya ulaşma yerine Kapıkule sınırı seçilmesinin nedeni Bulgaristan gezimize rehberlik yapacak, yolları gösterecek rehberimiz Cemil beyi almaktı. Elindeki levhadan kolayca tanındık ve Cemil’i de aldıktan sonra Sivilingrad- Harmanlı üzerinden Varna’ya gitmek üzere E-5 yoluyla hareket ettik.
Cemil, Bulgaristan doğumlu olup, Sofya Politeknik Yüksekokulunda kimya tahsilini tamamlamış, bu yolculuğumuza rehberlik etmesi için kendini bizim turizm firmasının Bulgaristanlı ortağı görevlendirmişti. Cemil temiz görünümlü, güler yüzlü, sempatik, biraz mahcup bakışlı, az konuşan, kibar ve uzunca boylu bir gençti. Önce kısaca kendini tanıttı ve Bulgaristan hakkında genel bilgi verdi.
Cemil, Dereköy’e gidemeyeceğini bildirince Kapıkule’den alınmasına karar verilmişti. Gerçi bu satırların yazarı E-5 in güneyini ve batı Bulgaristan’ı, az çok biliyordu, Sofya’ya da gitmişti, ama Balkan dağları ve orta Bulgaristan’ı ilk kez görecekti. TIR şoförü olarak bir çok kez Avrupa’ya gidip gelen şoförler de hep E-5 üzerinden gidip, gelmişler, Arnavut asıllı Ali Rahmi ise yazar gibi Üsküp’e de Bulgaristan üzerinden birkaç kez gidip gelmişti. Türk rehber Ömer bey ise tüm Balkanlara ilk gezisini yapıyordu. . Bu güzergah değişikliğine güney, iç ve orta Bulgaristan’ı görme imkanı doğduğundan fazla itiraz edilmemiş, aksine memnun olunmuştu.
Bulgaristan, Osman Gazi’nin oğlu I. Orhan zamanında Türklerin Çanakkale boğazını aşarak Osmanlının ilk Avrupa’ya çıkışı ile kısmen imparatorluğa katılmış, 1382 yılında Sofya işgal edilmişti. 1387 yılında Niğbolu kalesinin fethi ve 1389 de I. Kosova savaşı sonunda ise ülkenin tamamı 400 yıl sürecek Osmanlı hakimiyetine girmişti.1396 Yılında tüm Hıristiyanlar tekrar bu bölgeleri almak için büyük bir ordu ile Osmanlıya saldırdı. Yıldırım Beyazıt komutasındaki ordu bu tüm doğu ve batı Avrupa’nın birleşik ordusunu bu kez Niğbolu kalesi önündeki ovada yenerek birçoğunu esir aldığı gibi, Tuna ötesindeki Eflak ve Boğdan’ı (bugünkü Romanya ve Moldavya) da işgal etti.
1877 Yılında Rusların baskısı ile Osmanlı içerisinde özerk Bulgar prensliği oluşturulmak istendi. Tarihimizde “93 Rus harbi” ( Hicri-Rumi 1293) olarak bilinen 1877-78 Kırım Savaşı ardından Rus ordularının Niğbolu, Plevne ve Siliststre kalelerini işgaline kadar ülkenin tamamı Osmanlı egemenliğinde kalmıştı. 1978 Berlin Antlaşması ile ülkenin kuzeyinin tamamı Bulgar Prensliğine verildi. 1912 yılında Balkan harbi sonrası Ayestefonos (Yeşilköy) antlaşması ile Rus baskısı sonucu tüm Bulgaristan Osmanlı’dan bağımsız bir devlet olarak kabul edilmiş, Bulgar Krallığı kurulmuştu. 1. Dünya Savaşında Osmanlı ile tekrar işbirliğine girse de artık imparatorluk dışında kalmıştı. 2. Dünya Savaşı sonrası ise SSCB, yani koruyucuları Ruslar üzerinden Komünist rejimi benimsemişti. 1990 yılına kadar bu rejim ile yönetildi. Diğer tüm Varşova Paktı üyeleri gibi Bulgaristan da bu yılda Komünist rejim ve onun despot başı Zirkov’u devirerek Batı Avrupa yanlısı liberal yönetim ve serbest piyasa ekonomisine geçişi benimsedi. Derhal eski yasalarını Batı Avrupa Devletleri ve NATO direktifleri doğrultusunda değiştirdi. Diğer doğu bloğu ülkeleri gibi AB ‘ye giriş başvurusunu yaptı. Yasalarındaki eksiklikleri ve özelleştirmeyi kısa sürede tamamladı. AB’den bu geçiş süreci ve ekonomisini desteklemek için büyük destek ve teşvikler aldı. 2007 Yılı Nisan ayında Romanya ile birlikte tam üye olarak AB’ne katılacak.
Osmanlı, Balkanları Anadolu’dan daha çok benimsemiş, kendisini vatan yaptığını sanmıştı. Örnek olarak Belgrat, Sofya, Selanik, Saray Bosna Osmanlıya Kayseri, Malatya, Diyarbakır ve Trabzon’dan daha önce katılmıştı. Seferlerde ordu Belgrat’ta toplanırdı.Akıncı Türkler Avrupa’daki yeni işgal edilen topraklara yerleştirildiği gibi Anadolu içlerinde oturan Türkler de bu verimli topraklara göçe teşvik edilirdi. 1789 Fransız ihtilaline kadar şoven milliyetçilik moda olmadığı gibi, Türkler de diğer ırk mensupları gibi kendini Osmanlı üst kimliği içinde tanımlardı. Bu nedenlerle Anadolu’da olduğu gibi, imparatorluğun her yanında Türkler Hıristiyan komşuları ile yan yana ülkenin her yanında yaşarlardı. Hatta çoğu Makedonya, Bulgaristan, Moldavya, Dobruca ve Kosova başta olmak üzere bir çok bölgeyi kendilerine “vatan” olarak seçmişler, Osmanlı o topraklardan koparılmaya ve Anadolu’ya sürülmeye zorlandığında bile vatanlarını terk etmemişlerdi. Bu nedenle eski imparatorluk bölgelerinde hep Türkler yaşamış ve halen yaşamaktadır.
Dobruca bölgesinin merkezi olan Köstence şehrinde yapılacak olan Kongre nedeniyle bu gidişte, bir yandan tarihimize, Avrupa’daki serüvenimize ve de Avrupa’dan sürülmemize tanıklık eden bu sayılan bölge, şehir ve kaleleri vaktin ve olanakların elverdiği ölçüde görme, orada kalan Türkleri ziyaret etme bu zahmetli, yorucu otobüs yolculuğunun ana amacı idi.
Gerçi bu Rumeli deki toprakların kaybı sonucu bir çok Türk gönüllü veya zorlama sonucu diğer diyarlardaki kalan Türkler gibi Anadolu’ya göç etmişlerdi. Örnek olarak Birçok Girit Türkü daha adanın Yunanlılarca işgali sonrası göçe zorlanmış, Yunanistan’da kalan Türkler mübadele ile Anadolu’ya göç ettirilmişti. Ancak Bulgaristan ve Romanya ile benzeri bir mübadele antlaşması yapılmamıştı ve oralarda Türkler varlıklarını korumaya çabalamışlardı. II Dünya savaşı esnasında buralardan da gönüllü göçler olmuştu. Gönüllü göçler dışında bizim yaştakilerin tanık olduğu gibi birkaç kez özellikle Bulgaristan’ daki Türkler mesela 1951, 1963 ve 1989 yıllarında Türkiye’ye göçe zorlanmışlardı. Son zorlama göçten sonra Bulgaristan’daki rejim değişikliği olunca Türkiye’ye gelen bir milyon Türk’ün 300-400 bin kadarı tekrar vatanlarına dönmüştü. Seyahat boyunca bu konularda da bilgi almağa çalıştık.
Rehberimiz Cemil’in anlattığına göre 2002 yılında AB yetkililerinin isteği ve denetiminde yapılan ayrıntılı nüfus sayımına göre Bulgaristan’ın toplam nüfusu 7 milyon kadar olup, bu nüfusun bir milyonu kendisini Türk ve Müslüman olarak tanımlamış. Bu ise nüfusun % 14 ü gibi büyük bir oranı oluşturuyor. Nüfusun çoğu Kırcaali ve Filibe civarında yaşasa da yine de ülke genelinde büyük etkileri olmalıydı. İnsan düşünüyor. Bu kadar zorunlu göçe rağmen halen nüfusun %14 ü Türk ise, göçler olmasa belki bugün yarısı Türklerden oluşacaktı. Parlamentoda 3. büyük partinin Ahmet Doğan başkanlığındaki Türklerin partisi olması sürpriz değil. Ancak tüm gezilen yollarda TV kanallarında hiç Türklerin izi görülmüyor. Yine rehberimize göre 2 yıl sonra AB ‘ye katılacak ülkeye yollarını, limanlarını, tarihi eserlerini yenilemeleri için AB büyük fonlar ayırmış, bir çok AB kuruluşu ülkede yatırımlar yapmıştı. Ülkeye daha önceki gelişlerimizle farkı yerinde görme imkanı olacaktı. Gideceğimiz bölgeleri tanımasak da ülkedeki değişim her yeri etkilemiş olmalıydı.
Harmanlı’da E-5 anayoldan sağa saptık. Planımız Stara Zaraga-Balkanlar- Veliko Tarnova üzerinden Sofya-Varna ana yoluna ulaşmak, sonra bu yolu izleyerek Şumnu, Yeni Pazar üzerinden Varna’ya ulaşmaktı. Cemil AB fonundan daha kestirme bir otoyol yapıldığını söyledi. Bizim grubun elinde ayrıntılı bir Bulgaristan Karayolları haritası yoktu ve sadece genel Avrupa haritası vardı. Cemil ise kitap halinde 25-30 sayfalık bir harita ile gelmişti. Tahmini hesabımıza göre güzel bir yoldan Varna’ya ulaşım 3 saat sürmeliydi. Harmanlı’dan sonra bir türlü yeni açıldığı söylenen yolu bulamadığımız gibi köy yolundan beter, asfaltı bozulmuş, kasisli, dar ve engebeli yolları izlemek zorunda kaldık. Bir türlü ana yola ulaşamadık. Yol boyunca ne bir WC, ne lokanta, kahve veya hızlı yiyecek satan yer bulabildik. Tuvaleti olan benzinciyi bile ancak 1.5 saat sonra bulduk. Bu ülke 1,5 yıl sonra bu koşullarda AB ye alınacak, ama bizim görüşmelere bile başlamamız başarı sayılıyor. Bu gerçekler tüm yolcuları Varna’ya kadar kahretti. Tüm yazılar ve işaretler Kril alfabesi ile yazıldığından alfabeyi çıkarmamıza rağmen izlememiz zor oldu. Bilmediğimiz yolları izleyerek yeni ana yola ulaşmaya boşuna çabaladık. Yol uzadı, lokanta, benzinlik ve WC yok. Sonunda Balkanlara tırmandık. Manzara açlığı unutturdu.
Balkan dağları ülkenin tam ortasından, doğu- batı doğrultusunda ikiye bölüyor. Dağları aştıktan sonra geniş bir düzlük başlıyor ve bu düzlük Romanya ile kuzey sınırını oluşturan Tuna kenarına kadar devam ediyor. Dağlar tamamen ormanla kaplı. Orman hem iğne yapraklı, hem de geniş yapraklı ağaçlardan oluşuyor. Dağların yükseklikleri çok fazla değil. En yüksek zirvesi ancak 1500 metre kadar. Yol boyundaki köyler boş gibi. Ne bir insan görünüyor, ne de bir etkinlik. Her taraf bağlık bahçelik. Fakat bağlar bakımsız ve kurumağa terk edilmiş. Halen biçilmemiş buğday tarlaları, kurumuş mısır ve ayçiçeği tarlaları da yaygın. Ayçiçekleri de henüz hasat edilmemiş. Gençler köylerini terk ederek ya yurt dışına ya da şehirlere kaçıyorlarmış. Tütünler bizim tütünlerden daha boylu ve büyük yapraklı. Virjinya tipi gibi görünüyor. Köylerde ve şehirlerde hiçbir minare ve cami göremedik. Gerçi kilise sayısı da azdı. Nüfusun %14 ü Türk ve Müslüman ise hiç olmazsa şehirlerde camiler görülmeli idi. Kimliklerini ne kadar koruyabilirler?
Şumnu yakınına geldiğimizi sanarak bir yol kavşağında durduk. Ancak kesinlikle Şumnu değildi ve çok uzak bir yerdi. Burada eski komünist rejimden kalma, Ukrayna’da olduğu gibi tescilli mola yerleri var. Yol kavşağının dört bir aralığında lokantalar, küçük dükkan ve büfeler, her şeyden önemlisi WC var. Yolcuları bu sonuncusu rahatlattı. 5 YTL ile tüm yolcuların WC parası ödendi. Herhalde hesaba akılları ermedi. Kredi kartı da kabul etmediler, ama biraz sohbet sonrası leva yerine Euro’yu da kabul ettiler. Bu kez yiyecekler bitti. Bu arada akşam yaklaştı. Rehberimiz Varna’ya 60 km kaldığımızı söyledi. Kararmadan Şumnu ve Yeni Pazar’ı görmeyi umuyorduk. Ancak epeyce yol aldıktan sonra ilk kez karşımıza km levhası çıktı ve Varna 80 km yazdı. Yolcu ve şoförlerin morali, rehberin verdiği bilgilere güvenleri azaldı. Şumnu yakınına geldiğimizde hava iyice karardı ve uzaktan sadece kalesini görebildik. Yorgunluk ve açlıktan Yeni Pazar’a da sapma istenmedi. Bundan sonrası otoyoldu ve daha hızlı bir yolculuktan sonra saat 22.00 de otelimize ulaştık.
Otel liman yakınında 3 yıldızlı, ama çoğu 4 yıldızlıdan daha güzel tertemiz bir oteldi. Adı Aqua Hotel Varna. Otele yerleşim kolay oldu. Daha vakit geçirmeden yürüyerek şehir merkezine gittik. Orada çok ilginç, güzel görünümlü sokak kahveleri, pastaneler ve publar vardı. Garsonları güzel mini şort ve etekli genç kızlardı. Servisleri de iyi idi. Şehir ortasından geçen ana yol araç trafiğine kapalı. Varna yol boyunca görülen perişanlıktan çok farklı olup, burası AB ye girişi hak ediyor. O standartlarını yakalamış. Grubun oturduğu sokak lokantasının özellikle salataları çok nefisti.
Yorgunluğa rağmen şehirdeki gezinti gece yarısına kadar sürdü. Ertesi gün başka bir rehber eşliğinde şehrin 15 km batısındaki “Taş Orman” denen 800 m uzunluğunda ve 50-100 m genişliğinden ağaç fosillerinden oluşan kalıntılar gezildi. Ancak bu ağaç fosilleri çok daha eski tarihli olduğundan Midilli adasındakiler gibi saydam ve daha canlı fosiller değildi. Şehrin deniz kenarındaki büyük parkında ve şehir içinde kısa bir tur attıktan sonra yeni Rehber ve Kapıkule’den aldığımız Türk asıllı Cemil rehberi Varna’da bırakarak Romanya yolunu tuttuk. Zaman darlığı yüzünden 1 saat sürecek yunus balıkları gösterisini de seyretme imkanı olamadı. Aynı şekilde pasaportlarda transit vize süresinin 30 saat olduğu yazılmasına rağmen komünist rejimden içine sinen korkunun etkisi ile Cemil rehber “24 saat içinde ülke dışına çıkmak ve en az 2 saat önce sınır kapısında sıraya girmiş olmanız gerekir” şeklinde şartlandırıcı korkutması sonucu gidiş yolunu bir saat uzatmayla kolaylıkla görebileceğimiz Silistre kalesini görmeden Romanya sınırına doğru hareket etme zorunda kalındı.
Varna’dan Kavarna’ya kadar yol Karadeniz sahilini izledi. Karadeniz’in bu kesimi, daha doğrusu batı sahilleri Türk sahillerine hiç benzemiyor. Bütün batı sahili düz ova. Yer yer çok hafif tepecikler var. Varna yakınındaki yapılar daha çok sayfiye yerleri olup villa ve otellerden oluşuyor. Bu sahilde başta Almanlar olmak üzere batı Avrupa ülkeleri vatandaşları çok sayıda konut satın almış, otel yaptırmışlar. Romanya’ya gidiş yolu Balçık ve Kavarna şehirlerinden geçerek Durankulak sınır kapısına ulaştı. Toplam yol 1,5 saat aldı ve 11.00 de sınırda olundu. Hiç sıra olmadığı gibi bizim otobüsten başka araç da yoktu. Halbuki Balçık’a geldikten sonra sağa saparak Dobric üzerinden kolaylıkla Silistre’ye ulaşıp, kaleyi gezdikten sonra feribotla Tuna’ yı geçerek Romanya’ya ulaşmak mümkün olabilirdi. Silistre’den sonra Tuna birkaç kola ayrılarak kuzeye yönelmekte ve deltasına dağılmaktadır. Diğer bir ifade ile en büyük debili hali ancak Silistre’de görülebilirdi. İstenirse tekrar aynı yoldan sınıra ulaşılabilirdi.
Bulgaristan sınırı çıkışında da şoförler hem polislere hem de gümrük memurlarına rüşvet verdi. Yolculara kolaylık sağlasalar da şoförü tekrar yalnız başına çağırıp, alenen para istemişler. Tek tek tüm pasaport kayıtlarının bilgisayara yapılması 1 saat aldı. Aynı işlem Romanya tarafında Banda Bece de tekrarlandı. Sınırın çıkışında Romanya rehberi Seyfettin karşıladı. Seyfettin asıl rehber Mehmet Beyin şoförü idi ve o da oğlu Levent’e bizi emanet etti. Bu arada hanımların gireceği temiz bir WC her iki kapıda da bulunamadı. Bu ihtiyaçlarını sınır sonrası Mangalya’da bir benzinlikte giderebildiler.
Sınırdan Köstence’ye (Constanta) 55-60 km süren br yol izlenerek kolayca ulaşıldı. Bulgaristan’da göremediğimiz cami minaresini Mangalya’da görebildik. Meğer bu cami meşhur Esma Sultan camisiymiş. Mangalia adı bildiğimiz mangal kömürü hazırlayan bu kasaba insanından gelen öz Türkçe ad. Yol boyunca yerleşim yeri isimleri “Tuzla”, “Çamurlu” gibi bilinen isimler olması ilginçti. Ayrıca gezegen isimleri de levhalarla gösteriliyordu. Bunlarda sahillerdeki turistik otel isimleriymiş. Köstence’de otel arama macerası da ayrı bir alemdi. Meğer Levent otelin yerini bulamamış.
Otel Köstence’nin turistik “Mamamia” yarım adasında Baveria Blue otel idi. Otel çok temiz ve 4 yıldızlı güzel bir oteldi. Esasen Mamamia yarım adası otellerle dolu ve tam ortasından geçen turistik bir teleferik dikkati çekti. Grubu Vitola Papescou ve Esmagül isimli iki görevli bayan karşıladı. Asistanlar da öğrenci yurduna yerleştirildi. Fakat hiç biri yurtları beğenmedi ve sonra onlar da çevredeki otellere ve Baveria otele taşındılar. Deniz kenarında nefis bir balık lokantası yorgunluğu unutturdu. Akşam verilen kokteyl hiç de zengin değildi.
Kongre başkanına kongrenin yapıldığı Ovadius üniversitesine nasıl ve ne zaman götürüleceğimiz sorulduğunda alınan cevap “Çok kolay, otel yakınındaki duraktan 310 no.lu otobüsle üniversite kapısına kadar gider, orada inersiniz” cevabı şaşırttı. Ülkemizin kongre organizasyonunda aldığı mesafe, yabancı konukları havaalanlarından karşılayarak otellerine ulaştırma, otellerinden kongre salonlarına kadar bir görevli eşliğinde taşıma düşünüldüğünde bu cevabın ne kadar şaşırtıcı olduğu daha iyi anlaşılır. Neyse ki Ankara’dan götürülen otobüs yolcuları yanında diğer misafirleri de sabah kolayca kongre merkezine ulaştırıldı.
Kongre kayıtları da bir alemdi. Yolcuları karşılayan 2 görevlinin kongre evraklarını tek tek dağıtması bir saat aldı. Bizde en küçük bir kongrede bile 3-5 görevli bu işlemleri 10-15 dakikada tamamlar. Açılış konuşmasını kongre başkanı bayan R. Mucanu, Mühendislik Fakültesi dekanı ve üniversite rektörü yaptılar. Solon sıradan bir amfi idi.
Kongre katılımcıları hiç de kongrenin adı ile uyumlu değildi. Karadeniz ülkelerinin çoğundan katılımcı yoktu. Türk çıkarması olmasa kongre belki de gerçekleşemezdi. 120 katılımcının 53’ünün Türk oluşu bu iddiamızı desteklemek için yeterli olsa gerek. Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan’dan hiç katılımcı yoktu, Rusya’dan tek bir bayan, Bulgaristan’dan bir bey, Yunanistan’dan 2 bey, Makedonya’dan 7 kişi, gerisi 8 ülkeden 8 davetli konuşmacı ve Romenler. Daha garibi kongre başkanı ve Ovadius üniversitesinden de bir kişi çağrılı konuşmacı olurken en kalabalık grubun katıldığı Türkiye ve Makedonya’dan, diğer bir ifade ile Romanya dışındaki hiçbir Karadeniz ülkesinden gerçek çağrılı konuşmacının olmaması idi. Belki bundan daha da garip durum, 7 sürekli komite üyesinden 4 ünün kongreye katılmamış olması idi. Kongre merkezi ve çevresinde hiçbir internet bağlantısı yoktu. Esasen üniversitede mevcut 2 bağlantının birinin dekanın, diğerinin rektörün bürosunda bulunması idi. Türkler arasında en yaygın konuşma ise bu ülkenin 1,5 yıl sonra AB’ye tam üye olarak katılması onaylanırken Türkiye ile ucu açık görüşmelerin başlanmasını bile erteleme girişimindeki çelişki idi. İster, istemez “Biz Müslümanız diye, Avrupalı bizi istemiyor” düşüncesi güç kazanıyor.
Kongre ve organizasyonun daha çok eleştirilecek yanı var. Belki de böyle bir kongre devam ettirilemez. Zira gelecek kongrenin hangi ülkede yapılacağına bile karar verilemedi. Romen konuşmacılardan birkaçının gelmemesi ve çağrılı konuşmacılardan 2 kişinin de gelmemesi ayrı bir eleştiri konusu.
Kongre sırasında ve akşamları Türkiye’den giden ve bir turizm – seyahat acantası açan rehberimiz Mehmet Bey yönetim ve rehberliğinde şehir gezleri kongrenin aksaklığını unutturdu. Bazı boşluklarda Türklerin özel otobüsleri ile kendi rehberlerinin yönetiminde şehir turu yapmaları ayrı bir güç gösterisi oldu. Bu küçük turlarda meşhur kilise, cami ve ilginç binalar görüldü. İsteyen alış-veriş yaptı. Köstence’de 7 cami faal durumda ve ibadete açık. Şehir merkezinde Köstence camisi ve minaresi bakımlı. Önemli bir Müslüman nüfus olmalı.
Rehberimiz Mehmet beyin söylediğine göre 24 milyon nüfuslu Romanya’da 2 milyon Türk asıllı Müslüman yaşıyor. Çoğu da Karadeniz sahili ve Tuna deltasını içine alan Dobruca bölgesinde. Türkler 3 grupta toplanabilir. Kırım Tatarları, Gül Türkleri ve diğer yerleşik eski Türkler. Parlemontada 20 Türk asıllı milletvekili varmış. Bizim grup da kongre sonrası Türklerin yoğun yaşadığı delta bölgesine gezi planlamıştık Mehmet Beyin rehberliğinde o bölgenin merkezi olan Tulcea (Tulça) şehri ve çevresine yapacağımız geziye çıkıyoruz. Yol boyundaki bir çok yerleşim yerinin ismi Türkçe. Bunlardan en meşhuru Babadag (aynen yazılıyor ve okunuyor).
Babadag da bulunan bu minareli ve büyük cami 1522 yılında Gazi Ali Paşa tarafından yaptırılmış olup halen dimdik ayakta ve ibadete açık. İmamını da biz göndermişiz. Diyanet Başkanlığının gönderdiği Sakaryalı imam 2 yıldır bu camide görev yapıyor. Ancak cemaat yokluğundan şikayetçi. Türkleri tespit etmiş, onların evlerine giderek din dersi verdiğini, onları camiye gelmeye ikna etmeye ve kaybettikleri İslamiyet’i öğretmeğe çalıştığını söyledi. İmama göre 70 hane, Babadag’lı birine göre 155 hane Türk var. Hepsi de içki düşkünüymüş. Bu gerçeği Tulça da gördüğümüz Türklerde de bizzat saptadık. Türkçeleri de tartışmalı. Türkçe bilenler ve biraz akıcı konuşanlar rejim değişikliği sonrası Türkiye’ye gelerek inşaatlarda çalışanlar.
Köstence’den Tulça’ya kadar tüm yol boyuna iki taraflı ceviz dikilmiş ve çok güzel, iri cevizleri görünüyor. Bu cevizler sahipsiz olup devlete ait.İsteyen gidip topluyor ve aç kalmıyormuş. Komünist sistemden kalma iyi bir sosyal yardım aracı. Tuna deltası düz ovalık ve çok büyük üzüm bağları var. Bir bağ onlarca hektar. her biri bir şarap fabrikasının yıllık ihtiyacını karşılar. Bu bölgede özellikle İtalyanlar eski kooperatif arazilerini bağ yapmak üzere satın alıyorlarmış. 10 yıl önce hektarı 100 USD iken şimdi 600 USD e kadar yükselmiş. Çok verimli topraklar, bu fiyat yine de çok ucuz. Mısır ve Ayçiçeği tarlaları da geniş yer kaplıyor. Buğdayda ortalama verim 450 kg/dönüm.
Tulça’ya yaklaştıkça Tuna deltası daha iyi görünüyor. Delta 250 km kare Avrupa’nın en büyük deltası. Her taraf su kanalı, nehir, ada, adacık, yarımada, kamışlık, ormanlık. Ormanda hakim ağaç kavak ve söğüt. Kayın ve gürgen de var. Tulça’da Rex otele yerleştikten sonra kısa bir şehir turu ve öğle yemeği ardından deltanın kalbine doğru otobüsle ulaşılacak en uç noktaya kadar bir geziye çıkıldı.
Avrupa’nın en büyük nehirlerinden ve su yollarından biri olan Tuna nehri Almanya’nın Karaorman (Schwarzwald) dağlarından doğar, önce kuzeye, sonra sıra ile doğu, güney, doğu ve en son kuzeye doğru yönelen yatağından akarak yine diğer bir Karaorman (Caraorman) da Karadeniz’e ulaşır. 2860 km uzunluğundaki serüveninde Almanya’nın Ulm, Agusburg, Regensburg ve Passau, Avusturya’nın Linz ve Viyana, Slovakya’nın Bratislava, Macaristan’ın Estergon ve Budapeşte, Sırbistan’ın Belgrat şehrini izleyerek önce uzunca bir yolda Bulgaristan ve Romanya sınırını oluşturur, Silistre’den sonra kuzeye ve Romanya içine yönelir, sonra da Romanya’nın Moldavya ve Ukrayna sınırını da oluşturan geniş deltasından istemeyerek Karadeniz’e kavuşur. Yolu boyunca bir çok büyük nehrin de suyunu topladığından büyük debisi yanında genişliği de 1-2 km’yi bulur. Bu ünlü nehir kat ettiği 9 ülkenin taşımacılığını da üstlenir.
Tulça’dan sonra yol boyunca Malkoç, Beştepe, Muradiye, Marone, Morigöl gibi Türk köylerinden geçildi. Arada Victoria gibi Romen köyleri de var ancak hiçbir köyde cami görülmezken kiliseler görülüyor. Uçta Morigöl köyünü çıkınca karayolu biti ve orada otobüsten inilerek Kara ormanların tam kalbine kadar 2 tekne ile gidildi. Yol boyunca kamp kuran yabancı ve yerli balık avcıları, teknede balık tutmağa çalışan Tuna balıkçıları seyredilerek bir adacığa kurulan 2-3 otel ve birkaç balıkçı lokali, kulübe ve çay bahçesinin bulunduğu Kara orman bölgesine ulaşıldı. Orada bir kahve molasından sonra tekrar otobüsle dönüldü.
Malkoç oğlunun köyü Malkoç’ta durmak istedik, ama sokaklarda kimse görülmediği gibi bir cami avlusu ve kahvehane de yoktu. Bu arada kont Drakula ve Malkoçoğlu hikayelerini hatırladık. Meşhur Vampir olarak bilinen Kont Drakula aslen 1.50 m boyunda cüce bir kimyacı (simyacı) imiş. Kanda insana yarayan her tür besinin bulunduğunu kendince saptamış. Kan ile beslenerek ve kan içerek ölümsüzlüğe ulaşacağına karar vermiş. Koyun, dana, sığır kanı derken işi genç kızların kanını içmeye kadar ilerletmiş. Yine de 48 yaşında ölmüş. Yerine kazıklı Voyvoda olarak bildiğimiz oğlu geçmiş. Oğlu da kendisi gibi cüceymiş. Dobruca’nın batısındaki dağlık bölgeyi yönetiyormuş. Bu bölgenin valisi olan Osmanlı paşası Voyvoda’ya savaşsız Osmanlıya katılması için elçi göndermiş. BU cüce kont ise elçileri kazığa oturtarak ölülerini Osmanlı askerlerinin alabileceği bir yere bırakmış. Osmanlı Paşası da bu Voyvoda’nın üzerine Malkoçoğlu komutasında bir cengaver birlik gönderip, asi Kont’u yakalatmış ve aynı şekilde kazığa oturtarak öldürtmüş. Kellesini de askerlerine göndermiş.
Akşam üzeri cami ziyareti denendi fakat kapalı idi. Oldukça büyük ve minareli Anadolu stili cami ancak bahçe duvarları dışından görülebildi. Cami aydınlatılıyordu. Cemaatinin olup olmadığını öğrenemedik. Yol boyunca karşılaştığımız Türk asıllıların tamamı Türkiye’de inşaatlarda çalışmışlar. Nefis balık çorbası ve balıktan oluşan mönülü akşam yemeği sonrası sabah erken kalkmak üzere otel odalarına çıkıldı.
Otel çok rahat ve lükstü. Özellikle Kral dairesi çok geniş, çift TV’li oturma odalı, bavul ve giyinme için ayrıca odaları olan bir daire gibi döşenmiş.
Sabah 6.30 da yine yol boyunca cevizler ve üzüm bağları seyredilerek Köstence üzerinden Mangallı’ya gelindi. Diğer yol izlenmediğinden o yol üzerindeki Nalbant, Rahman, Campana,Urusia, Lazu gibi Türk köyleri görülemedi. Buna karşın Mangallı ve buradaki Esma Sultan camisi görüldü. Porselen alanlar oldu. Tekrar sınıra, yani Durankulak’a gelindi. Balçık be Dobric üzerinden 170 km süren yol sonrası Silistre’ye ulaşıldı. Kaleyi bulmak çok kolay oldu. Basamaklarından tahmin edilerek durdurulan otobüsten indikten sonra ilk gelen Türk asıllı genç kişiler tahmin edildiği gibi yolun karşı tarafındaki kaleye çıkan merdiveni gösterdiler.
Silistre kalesi çok ihtişamlı olup 325 basamak merdiven ile kaleye ulaşılıyor. Kale çok geniş bir alanı kaplıyor. Tuna ve deltasına hakim konumda. Kaleden Tuna’nın görünüşü muhteşem. Topların başında resimler çekildi, iç mekan gezildi. Bir ordu tam tekmil bu kalede kalabilir. Hemen yanı başına TV kulesi dikmişler. Sergilenen kitap ve savaş malzemeleri de hızla görüldükten sonra aşağı inildi. Yemek yiyecek bir yer bulunamadı ve Rusçuk’a hareket edildi. Burada maalesef Belgrat’tan sonraki son Tuna köprüsünü araç trafiğinin yoğunluğu nedeni ile görmek mümkün olamadı. Türk TIR parkı ve Türk lokantalarında da yeterli yemek bulunamadı. Tavsiye üzerine Trabzonlu Hacı babanın lokantasının yolu tutuldu. Hacı baba oldukça çıkan 36 kişilik kafileyi kuru ve taze fasulye, mantar, ızgara tavuk, Adana ve et şişten oluşan mönüsü ile 30 dakikada doyurdu. Çayları da nefisti. Ancak şehir uzakta kaldı ve yine köprü ve Tuna görülemedi. Sonra son hedef Plevne kalesine hareket edildi. Kısa süre sonra hava karardı. Gerçi sürekli yağan yağmur Silistre kalesini ziyaretimiz süresince durduğu gibi Plevne’ye geldiğimizde de durmuştu. Ancak hava kapalı olduğundan kaleyi görmek ve yerini bulmak oldukça vakit aldı. Sorularımız da yanıtsız kaldı. Meğer kalenin buradaki adı “Panorama Plevne” imiş. Öyle sorunca bulduk. Kalenin tam zirvesine komünist rejim zamanında dev ölçekte silindirik bir anıt yapmışlar. Yüksekliği en az 50-60 m ‘yi bulan dev anıt binanın içini görmek mümkün olamadan dönüş yoluna koyulduk. 35 km uzaklıkta ve Tuna üzerindeki Niğbolu kalesini görme de mümkün olamadı.
Yağmur ve karanlığa tüm Bulgaristan yollarındaki işaret levhası azlığı ve levhaların küçük yazısı eklenince her kavşakta bir yol bulma şaşkınlığı yaşandı. Yol tarifleri de iyi işaretleme olmayınca işe yaramadı. Her kavşakta ve dönemeçte 2. levhanın olmaması nedeniyle yanlış yola sapıldı. Bu da sinirleri çok gerdi.
Özellikle kuzey-güney anayola kavuşulacak Verniko Tornava şehrinde ana yola çıkıldığı sanılırken kendimizi şehir merkezinde bulduk. Bir ara yol biti, yolu taksi şoförlerine sorduk, sağa dönüp devam etmemiz söylendi. Yine yol biter gibi oldu, gittikçe kötüleşti. Birden tekrar “uygun bir yerden dönelim, yanlış geldik” diye düşünürken bu kez ortaya çıkan işaret levhası doğru yolda olduğumuzu gösterdi. Biraz sonra kötü yolun yerini güzel bir asfalt yol aldı. Bu yol izlenerek etraf iyice görülmese de güzel manzaralı Balkan dağları çok kolaylıkla geçildi.
Çok güzel yol aldığımızı sanırken Stara Zagora ve Novi Zagora ve Zagora levhaları birbirine girdi. Bu üç şehir etrafında dolaşır bulduk. Bir türlü Harmanlı’ya ulaşmak mümkün olmadı. Birden yeni bir yola geçit veren ve İstanbul yazan yeni bir işaret levhası karşımıza çıktı. Çok güzel ve yeni yoldan Harmanlı’ya ulaşmayı umarken yolun sonuna ulaştık, kapalı yoldan tek çıkış Zagora kasabasına idi. Sorduğumuz TIR şoförü bu stanbul levhası görerek saptığımız yoldan gerisin geri ilk giriş ayrımına kadar gitmemizi söyleyince moraller iyice bozuldu, sinirler gerildi, saat 23.00 de ulaşmayı düşündüğümüz sınır kapısına ancak saat 5.30-6.00 arası ulaşabildik.
Türk tarafına geçiş ve oradan çıkış da üç saat alınca saat 8.30 oldu ve kahvaltı için Edirne’ye gelince memleketimizin ve esnaflarımızın kıymetini daha iyi takdir ettik. Gençler toprağı öpmek istedi. AB ‘nin her istediği yasal değişikliği ve özelleştirmeyi tamamlayarak AB ‘e katılmayı garanti eden bu ülkelerin AB yaşam standartlarına ulaşması için herhalde en az 2 nesle ihtiyaç var.
Bulgaristan ve Romanya genel olarak Türkiye’den daha geri ve özellikle müteşebbis ruhtan yoksun. Kongre düzenlemekte de acemiler. Öyle güzel kongre merkezleri olmadığı gibi büyük salonları da yok gibi. Gezilen şehirlerde bizdeki gibi internet kahveleri de göze çarpmadı. Adeta bedavaya satarak özelleştirmeyi tamamlamışlar, ancak müteşebbis ruhu gelişmemiş. Daha çok liberal batı Avrupa ülkeleri tesislerini kurmuşlar. Sistem değişikliğinden sonra hemen hemen her alanda Türk müteşebbisler de özellikle Romanya’ya akın etmişler. Sonra çoğu dönmek zorunda kalmış. Mesela bir ara tüm fırınlar Türklerin elindeyken, bu işten uzaklaşmışlar veya uzaklaştırılmışlar. Artık yeni yatırım ve şirket kurmada asgari sermaye koşulu getirilmiş ve bu sermaye de 75000 E. Eskiden kurulanlar için de bir yıl içinde öz sermayelerini 50000E ya yükseltme koşulu uygulanıyormuş. Böyle olunca sadece büyük Türk firmaları kalmış.Bunlarda da başı tekstil ve beyaz eşya çekiyor. MD