|
|
|
|
|
|
|
|
BULGARİSTAN |
|
|
Dereköy sınır kapısından Istırancalar’a doğru süzülüyoruz. Karadeniz'in batısında Karadeniz'e paralel uzanan Istıranca Dağları yayvan yapraklı ağaçlarla kaplı. Türk-Bulgar sınırını oluşturan Dezve Deresi ile Bulanık Deresi’nden geçiyoruz. Yol boyunca kır evleri, meralar, köyler ve meşe, karaçam, kavak ile karaağaçların oluşturduğu ormanlar. Özellikle kavak ve karaağaçlarının tepesinde kuş yuvasına benzer ağaç hastalıkları dikkat çekici. Bulgaristan’ı ortadan ikiye bölen Balkan sıradağları bu ülkenin iklimini ve dolayısıyla da yaşamını iki farklı bölgeye ayırmış. Kuzey de daha soğuk ve karasal; güneyde daha ılıman bir iklim hüküm sürüyor. 8 milyon nüfuslu Bulgaristan 2007 yılında Avrupa Birliği’ne tam üye olacak. 1989 yılında başlayan demokrasi sürecinin yarattığı hareketlilik etkili biçimde sürüyor. Bütün bu gelişme çabalarına rağmen Bulgaristan sınırında ilerlemeye başladıktan sonra zaman geriye sarmıştı sanki. Virajlı yollarda ormanın derinliklerinden süzülürken, yıllar öncesinden kalma yol tabelaları ve eski asfaltlar hiç tanık olmadığımız zamanları yaşatıyor. Geride bıraktığı üretim politikaları bir yanda, diğer yanda yabancı girişimcilerin pazar gördüğü bir Avrupa ülkesi burası.
Şopkska ile ilk tanışma
Burgaz’a doğru yol alırken, denize ve yeşile rağmen komünist rejimden arta kalan atıl fabrikalar, aynı renge boyanmış tek tip binalarla önceki dönemlerin soğuk bir havası esiyor. 1990’a kadar egemen rejimin izleri ve yeni sistemde ayakta kalabilmenin çabalarıyla gündemde bir Balkan ülkesi Bulgaristan. Kendi sınırları içerisine öylesine hapsolmuş ki, daha bir yabancı hissediyor insan kendini. Feyzullah Işık’ın mihmandarlığında başladığımız gezimizde ilk uğrak yerimiz Burgaz şehri.
Balkan dağlarının hemen güneyinde bir koy üzerine kurulmuş olan Burgaz, Bulgaristan’ın ikinci büyük liman şehri. Karadeniz’e kıyısı olan kentin tarihi, Bizans dönemine kadar uzanıyor. Ülkenin en büyük iki petrol rafinerisi bu kentte. Ayrıca sahip olduğu iki büyük limanla birlikte dış ticaret bir hayli gelişmiş. Akşam vakti şehre girerken sessiz bir telaş karşılıyor insanı. Turizm gelişmiş ve daha da gelişeceğe benziyor. Özellikle sahil kesiminde inşa edilen yeni oteller, tatil köyleri, villa kentler kısa bir süre sonra Burgaz’ın nasıl bir yoğunluk içerisine gireceğine işaret ediyor.
Burgaz Deniz Parkı’nı gezerken karşımıza çıkan banklardan, sokak lambalarına kadar bütün kent aksesuarları yıllar öncesinin yerleşikleri. Buna rağmen geniş cadde ve sokakları gayet düzenli ve temiz. Aleksandra, Burgaz’ın en işlek ve büyük mağazaların, otellerin bulunduğu caddesi. Caddede görmeye alışık olduğumuz seyyar satıcılar ve birçoğu Türkiye’den gelen birkaç levalık gözlük, saat ve benzeri aksesuarlar satılıyor.
Burgaz Belediye Binası komünist rejimi hatırlatan renkleri ve çelik eşyaların hakim olduğu mimarisiyle yorgun yaşlı bir adamı andırıyor. Burgaz Belediye başkanının odası da bu yapının bir parçası. Dini ögelerle donatılmış ve sade bir belediye başkanlık makamı...
Aleksandra Caddesi’nin sonunda Meçhul Asker Anıtı uzanıyor gökyüzüne. Birçok şehirde olduğunu öğrendiğimiz bu anıtlar bizlerdeki Mehmetçik anıtları gibi kurtuluşun sembolü. Anıtın hemen altında ailelerine kavuşan asker figürleri, bu anıtın dikiliş amacını anlatıyor aslında. Anıtın biraz ötesinde geniş bir avluyla meydana açılan Papaz Kiril ve Metody kardeşlerin adını alan kilise, Burgaz’da karşılaştığımız ilk kilise. Her kilisede olduğu gibi yanan mumlar, fresler ve ibadet eden insanlar...
Şehir turizmin gereklerine hazırlanmaya başlamış. Küçük hediyelik eşya satan dükkanlar turistlere yönelik yerel özellikte aksesuarları, biraz da pahalı olarak satışa sunuyorlar. Bizim kapalı çarşı gibi kendi kültür ürünlerini satışa çıkarmışlar. Minik tablolar, masklar, el dokuması kumaşlar ve el işi seramik tabaklar... Çok orijinal olmasa da gittiği yerden bir şeyle dönme dürtüsü taşıyanların ihtiyacına cevap verebilecek türden eşyalar mevcut. Fakat fiyatlar bizim kapalı çarşıya oranla daha yüksek. Bulgaristan’da ilk yemek deneyimimiz kaldığımız otelin 14. katındaki restauranttaki şopska ile oldu. Bu ünlü salatayı karşımızda görünce üzerine peynir rendelenmiş çoban salatasından çok da farlı olmadığını gördük. Fakat özel peyniri ve zeytinyağı birleşimi ile bütün ekip arkadaşların her yemekte mutlaka tercihi oldu. Malum Müslüman olunca özellikle et tüketiminde daha titiz olunuyor. Bir sorunumuz daha vardı. O da çay. Yemek sonrası baş gösteren çay ihtiyacımızı gidermek istediğimizde önümüze bitkisel olarak bildiğimiz bir çay geldi. Bu tam bir hayal kırıklığıydı özellikle benim için. Ekipteki diğer arkadaşlar bu konuda biraz daha metanet gösterdi. Fakat sorunun çayın isminden kaynaklandığını ve çeren çay dememiz gerektiğini öğrendikten sonra sorun çözüldü. Dahası çayın yanında bir de bal ikram edildi. Çünkü Bulgarlar çayı bal ile içiyorlar. Derken 280 bin nüfuslu bu kıyı kentinden bir başka kıyı kenti olan Varna’ya doğru yola koyuluyoruz.
Gelişen Turizm Merkezi
Nesebar yol ayırımından Varna’ya saptıktan sonra, yol boyunca ülkenin tuz ihtiyacını karşılayan tuz tablaları bize eşlik ediyor. Ağır işlerde çalışan kadınların kimi sıva yapıyor; kiminin elleri çatlamış badana işçiliği yapıyor, kiminin de kireçten gözleri kızarmış... Ama onlar her ne olursa olsun iş buldukları için kendilerini şanslı görüp işlerine dört elle sarılıyorlar.
Şehre girişte yaldız kaplamalı dört kubbesi ve kubbenin üstünde yükselen haçlar ile çok büyük olmasa da kendi varlığını kente kabul ettirmiş Sveti Nevski Kilisesi çıkıyor karşımıza. Sahil kenti olan Varna, Bulgaristan’ın da üçüncü büyük kenti. Orta gelirli Alman turistlerin çoğunlukla tercih ettiği ve en büyük tatil beldelerinin bulunduğu bu turistik bölge. Aynı zamanda Bulgaristan’ın en büyük liman şehri. En büyük soda fabrikaları da bu şehrin sınırları içerisinde. Bir başka ilginç nokta ise bu fabrikalara hammaddenin teleferikler ile taşınması. Bizans döneminde kendilerine yardım eden Polonyalı komutan adına kurulan bu şehirde birçok tarihi kalıntı mevcut. Başkent Sofya ile demiryolu ve karayolu bağlantısı olan kentte kimya sanayi oldukça gelişmiş.
Sıkça rastlanan kafeleri, çok geniş olmayan sokakları ile insanı saran sıcak bir kent Varna. Şehrin orta yerinde heybetli deniz müzesi, komünist dönem mimarinin yansıttığı soğukluğun bariz bir örneği. Bulgaristan’da şehirlerarası yol alırken geride bırakılan kenti unutturmak istercesine araya ıssız ve virajlı yollar giriyor. Kimi zaman alabildiğine düz bir ovadan, kimi zaman da ıssız ormanlardan geçerek ulaşılıyor bir başka şehre.
Koca Yusuf’ların diyarı...
Böyle bir yolculuğun ardından Bulgaristan’ın kuzeydoğu bölgesinde deli orman ile Dobruca arasındaki yol kavşağında kurulmuş olan Şumnu’ya vardık. Şehre ilk girişte gözümüze ilk çarpan Osmanlı eserleri oldu. Tam da bu arada Tombul Paşa Camii’nden yükselen ezan sesi çalındı kulağımıza.Osmanlı'dan kalan ecdat yadigarı Halil Şerif Paşa Camii ( Tombul Camii ) ve Külliyesi Osmanlı mimarisinin Bulgaristan’daki son önemli eserlerinden biri. Yanısıra Osmanlı döneminden kalma bir hamam ve bedesten mevcut. Komünist rejimde yıkılan ya da tahrip edilen Osmanlı yapıları içinden bu güne kalan bu eserler bu anlamda da büyük önem taşıyor. Bu yapının çevresindeki kütüphane ve mektep binaları tuğla taşlarla örülmüş. Türk olduğumuzu anlayan Şumnu’daki imam hatip lisesi öğrencisi genç bir delikanlı büyük alaka göstererek uzun zaman yanımızdan ayrılamadı. Türklerin yoğunlukta bulunduğu bu kent, Bulgaristan’daki Türk izlerini taşıyan nadir kentlerden biri. Komünist dönem öncesi dini eğitimin en yoğun olduğu bölge yine burası. Bu kentin Türk tarihi için bir başka özelliği de Osmanlı döneminin büyük pehlivanlarının buradan çıkmış olması. Bu pehlivanların en ünlüsü Koca Yusuf.
Bulgarlar için de önem taşıyan kent, M.S. 7-8. yy’da Bulgar Islav devletinin başkentliğini yapmış olan Veliki Preslav‘a ( Ulu Preslav ) 12 km uzaklıkta. Bulgaristan’ın tahıl ambarı olan Şumnu’da cam, kamyon ve ağaç ürünleri fabrikaları yoğunlukta. Yüreğimizi bu kentte bırakarak; bir akşam yolculuğundan sonra Tırgovişte ve Cuma şehirlerinden geçerek karanlıkta muhteşemliğini çok fazla anlayamadığımız Tırnova’ya giriyoruz. Ve sabahın ilk saatlerinde otelin penceresinden kente rastgele bir bakış bile gözleri bir süre esir etmeye yetiyor.
Asil Çingeneler Kenti
Bulgar tarihinde çok önemli bir yeri olan Tırnova, kültür başkentliği yapmış, coğrafyası ve mimarisi ile muhteşem bir şehir. Tırnova’nın büyüsüne kapılmaksızın nefes almanız mümkün değil. Evler, gürül gürül akan Yantra nehrini temaşa eden, önlü arkalı dizilmiş antik bir tiyatronun seyircileri misali. Üç tepe üzerine kurulmuş olan şehrin iki tepesi koruma altında. Şehir tepeye kurulmuş Tıpkı Safranbolu evlerine benzer mimari tarzıyla Burgaz’ın soğuk havasına benzemeyen mağrur ve asil bir karaktere sahip. Bulgarlar bu kenti de Veliki Tırnova olarak adlandırıyorlar. 1081 yılında Bulgar Meclisi kurulduktan sonra ilan edilen ilk başkent. Bu sebeple korunabilmiş Traşezitsa ve Tsarevets isimli iki antik kent bulunuyor bu şehirde.
Sabah saatlerinde Tırnova şehir merkezinde bir gezinti yaparken sokaklarda bizlerde görmeye pek alışık olmadığımız kadın çöpçülere rastlıyoruz. Fakat Tırnova sahip olduğu herşeyi ile nazende bir şehir. Öyle ki Tırnova ilgili bir araştırma yaparken bu şehirde yaşayan çingenelerin öyle bizim alışık olduğumuz esmer tenli çingeneler olmadıklarını öğrendik. 1950 yılında yapılan göç anlaşmasıyla İstanbul’a göç eden Tırnova çingenelerin çok iyi mevkilere geldikleri ve sosyo kültürel açıdan iyi noktalara ulaştıkları söyleniyor. Yani Tırnova asil çingeneler şehri. Balkan sıradağlarından dolayı ahşap üretimin yoğun olduğu bölgede, bağcılık ve hayvancılık gelişmiş durumda. Bu muhteşem şehirden uzaklaşırken görülesi bir doğa içerisinden yol almaya devam ediyoruz. Yol üzerinde birçok küçük Bulgar köyüne rastlıyoruz. Son derece düzenli ve temiz olan bu köylerde insanlar genellikle hayvancılık ve bağcılıkla uğraşıyorlar. Fakat Bulgar köylülerin ekonomik düzeyi hayli düşük. Lofça kentinden geçerek Türk tarihi için de çok önemli bir şehire varıyoruz.
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne’den çıkmam diyor
Ve Plevne... Daha şehre girerken 126 yıl önce Türk askeri ve şanlı Gaziosmanpaşa’nın varlığını hisseder gibi olduk. Gaziosman Paşa'nın 'çıkmam' dediği Plevne'den gerçekten de çıkmamıştı. Bulgarların da saygıyla bahsettikleri Gaziosmanpaşa; Plevne savaşlarının üç boyutlu olarak resmedildiği Panorama Müzesi’ndeki tablolarda yerini almış. Sanki perişan insanlar, yıkılan köprüler, çöken mevziler hâlâ yerli yerinde duruyormuş gibi. Savaştan geriye kalan bütün malzeme yakın mesafeye konurken, uzaklar usta fırçalarla resimlenmiş durumda. Kısaca izleme yerinden bakınca çöken köprüleri, mevzileri, kişneyen atları, namlusundan duman tüten topları görüyor, adeta savaşı yaşıyorsunuz.
Plevne, Bulgaristan’ın karadaki en büyük petrol yataklarının bulunduğu kent. Dolayısıyla kimya ve lastik sanayi gelişmiş durumda. Orta Tuna Ovası’nda Rusçuk’tan sonra en büyük şehir Plevne. Şumnu’dan sonra Plevne’de tabiri caizse içimizi bir hoş etti. Ve biz yine yollara düştük. Gabrova şehrinden geçip Şıpka geçidine doğru uzanıyoruz. 1900 metre rakımlı bu geçidi çıktıkça mevsim değişmeye kara çam ormanları ve kar kitleleri çıkmaya başladı karşımıza. Zorlu bir geçit ve Osmanlı Rus savaşlarında binlerce Türk askerinin şehit olduğu yer. Fakat Bulgarlar Ruslara olan minnetlerini göstermek için general Stoletov anısına bir anıt dikmişler geçidin en yüksek noktasına. Her çıkışın bir inişi var misali biz de geçitte uzun bir tırmanışın ardından inişe geçerek Filibe’ye doğru yol almaya başladık. İnişte birçok çeşme ile karşılaştık. Hayli virajlı bir yolun ardından Kızanlık üzerinden Filibe şehir merkezine vardık.
Bulgaristan’ın kültür başkenti
Meriç nehrinin iki yakasında kurulu olan şehir, karasal bir iklime sahip olmasına rağmen Meriç havzasından etkileniyor.
Birçok tarihi yapının, kültür ve sanat merkezinin bulunduğu kentte Roma ve Bizans dönemine ait bir çok kalıntı mevcut. Restaurant ve konaklama merkezi olarak düzenlenmiş Filibe evleri görülmeye değer. Bu şehrin sokaklarını dolaşırken Türk kültürünün izlerine rastlamak çok olası.
Bir Dünya Kültür Mirası: Cuma Camii
Osmanlı döneminde 53 cami ve 23 medresenin inşa edildiği Filibe’de şu anda sadece iki cami ayakta. Bunlardan en önemlisi ve dünya kültür mirası listesine de girmiş olan Murat Hüdavendigar Camisi bulunuyor. Ve İSTON bu tarih mirasımızı restore etmek için diplomatik engellerin aşılması için uzun süredir çalışmalar yürütülüyor.
Filibe ile temaslar Temmuz 2000’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit GÜRTUNA’ın, Bulgaristan’ın Filibe kentini ziyareti sırasında gerçekleşti. Filibe kentinde Cuma Camii gezilirken, kentteki Türk ve Müslüman cemaatin yoğun ilgisi ve beklentisi üzerine, Ali Müfit GÜRTUNA cami için gerekenin yapılması için İSTON Genel Müdürüne talimatı verdi. Bir çok teknik araştırmanın da yapıldığı restorasyon çalışmalarını koordine eden Mimar Restorasyon Uzmanı Dr. Refik Yüksek İSTONBUL’un üçüncü sayısında yayınlanan yazısında Filibe ve Cuma Camii hakkında şu bilgileri veriyor.
Filibe Truva'nın çağdaşı olarak kurulmuş Balkanlar'ın en eski şehirlerinden biridir. Homeros ve Heredot eserlerinde Filibe'deki yaşantıyı anlatırlar. Traklar'ın kurduğu bu kentin bilinen ilk adı Evmopilia'dır. Bu kent bal ve şaraplarıyla ünlenmişti. M.Ö. 342 yılında Makedonyalı 11. Filip bu küçük yerleşimi fethetmiş ve kentin surlarını genişletmiştir. M.Ö. 72 yılında tamamiyle Romalıların eline geçmiş ve adı Trimontium (üç tepeli kent) olarak değiştirilmiştir. Bu dönemde Filibe çok önem kazanmış, Meriç vadisinin merke'zi haline gelmiş ve şehircilik olarak gelişmiştir. 1dare binaları, tapınaklar, hamamlar, tiyatro, stadyum ve Preatorium (Vali Konutu) inşa edilmiştir.
Daha sonra Bizans İmparatorluğu'nun bir parçası haline gelen şehir Jüstinyen döneminde (527-565) yenilenmiştir. Bu dönemdeki en önemli değişiklik Vl. yüzyılın ortalarında Slavların yerleşmesiyle kentin tüm etnik yapısının değişmesidir.2 Bu dönemden sonra kentin adı bugünkü ismine yakın Ploudin olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Bulgaristan Krallığı kurulduktan sonra 812 yılında Kurum Han tarafından sınır kenti haline getirilmiş ve Bizans'la sürekli bir çatışmanın sonra değiştiği anlaşılıyor. Son cemaat mahallinin altında .şimdi lokanta olarak kullanılan bir mekan, onun da altında şimdi mutfak olan ve sonradan yapıldığı söylenen mekanlar vardır.
Filibe ve İstanbul. Kardeşlik protokolu imzalamış iki kardeş şehir.Beşyüz yılı aşkın süre Osmanlı kültürü ile yoğrulmuş, Osmanlı kültürü ile şekillenmiş iki Osmanlı kenti. Biri başkentlik diğeri Rumeli Beylerbeyliği’nin merkezliğini yapmış iki kent. Her ikisi de sahip oldukları kültür varlıkları ile Osmanlı Mimarlık Tarihi’nde yerini almış iki önemli kent.1361 yılından 16 Ocak 1878’e dek tipik bir Osmanlı kenti görünümünde olan Filibe Osmanlı’nın Balkanlardan çekilmek zorunda kalması sonucu 500 yılda oluşan kültürel kimliğini yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştır. 1364 yılında kentin alınışından sonra yapılan ilk cami Filibe Murad Hüdavendigar (Cuma) Camii’dir. İslam geleneğinde varolan Cuma Camii’nin Balkan örneklerinden biri olan cami aynı zamanda erken Osmanlı Ulucami tipinin de güzel örneklerinden biridir. İnançları uğruna 100 yaşında at sırtında ülkeler fetheden Akça Koca’ların , Budin’de şehid olan seksenlik Abdi Paşa’ların yadigarı olan ve depreme, doğa şartlarına, insan tahribatına günümüze dek karşı koyarak ayakta kalabilmeyi başarmış Filibe Cuma Camii ne yazık ki günümüzde yardıma muhtaç durumdadır. Kubbelerindeki ve beden duvarlarındaki derin, bünyesel çatlaklar yapının ayakta durmasını günden güne zorlaştırmakta, yüzyılların bu dimdik tanığını yokolma tehlikesi ile karşı karşıya getirmektedir.
Filibe’de bulunan diğer cami İmaret adıyla da anılan Şahabettin Camii. Her iki camiinin de cemaati Filibe’de sıkça rastladığımız ve kendilerini Türk olarak kabul eden çingeneler. Bu bölgedeki Türklerin Türkiye’ye göç edişinin ardından azınlık statüsünü ele geçiren çingenelerin birçoğu Türkçe konuşabiliyor. Çünkü Türkçe konuştuğumuzu işiten dilenci çingeneler bizden Türkçe olarak para istiyordu. Filibe caddelerinin farklı bir rengi olan çingeneler sokaklarda çalgıcılık yaparak da para kazınıyorlar. Görüntü almak istediğimiz bir sokak çalgısı para vermezsek poz vermeyeceğini söyleyip bize arkasını döndü. Caddeler cıvıl cıvıl, rengarenk... Sokak satıcıları Bulgar kültürüne has giyim ve süs eşyalarının yanısıra, tablolar satıyorlar.
Çokça tekstil ve ayakkabı fabrikasının bulunduğu Filibe’de sebze yetiştiriciliği de ileri düzeyde. Küçük bir kent pazarında dolaşırken burnumuza gelen taze meyve kokuları bunun en güzel ispatı.
Henüz yenilenme ve gelişme aşamasında bir ülke olmasına rağmen Bulgaristan özellikle doğal yapısı ile görülmeye değer bir ülke. Azınlık Müslümanlar, Yahudiler dışında büyük çoğunluğu Ortodoks Hıristiyan. Resmi karşılamalarda şarap, ekmek ve tuzla misafirlerini ağırlayan Bulgarlar, bahar mevsimini de bileklerine bağladıkları kırmızı beyaz iplikten yaptıkları marteniçka ile karşılıyorlar.
Ortalama yaşam standartlarında kendine yer edinmeye çalışan mütevazı ve sakin insanların ülkesi Bulgaristan. Birey olarak varolabilmenin mücadelesi içerisinde, düşük ücretler karşılığında uzun mesai harcıyor genç, yaşlı, kadın, erkek... Artan işsizlikle birlikte hırsızlık ve yankesiciliğin hayli artış göstermiş bu bölgelerde. Sokaklar pek tekin değil sizin anlayacağınız. Herşeye rağmen dünya kültür yelpazesinin hoş bir rengi Bulgaristan.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
| |