Günümüzde Osmanlı devletinden geride kalan topraklar üzerinde kurulan bazı devletlerin vatandaşı olarak yaşamakta olan ve ayyıldızlı bayrağa hasret milyonlarca soydaşımız bulunmaktadır. Bunlar halihazırda Irak, Suriye, Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Sırbistan ve Romanya gibi ülkelerde yaşamaktadır. Bu insanlarımız çok zor şartlar altında varlıklarını sürdürmeye, bulundukları ülkede Türklüğü ve o coğrafyadaki mazisini temsil etmeye çalışmaktadır. Fakat gerek bulundukları ülkenin üzerlerinde uyguladığı programlı asimilasyon faaliyetleri gerek ise kendilerinden kaynaklanan zafiyetler yüzünden soydaşlarımız bulundukları ülkeler içinde etkin bir rol oynayamamakta en azından belli alanlarda bile organize olup varlıklarını gösterememektedir. Bunun başlıca etmeni olarak Türk toplumu içindeki disiplin – moral değerlerde ki zayıflığının getirdiği organize olamamayı gösterebiliriz. İlk önce bulundukları ülkelerin onlara dolayısı ile Türk milletine yüklemeye çalıştığı tarihi sözde iftira ve suçlamalardan dolayı eziklik hissedildiği, çoğu yerde Türk olduğunun ifadesinden kaçınıldığı hal – hareketlerden gözlenmektedir. Oysa moral değerleri ve maneviyatı yüksek tutmak bir azınlık toplumu için beraber büyük işler yapmanın olmaz ise olmazlarındandı r. Aksi halde bir toplum – millet o coğrafya için ya eriyerek kaybolacak veya varlığı sadece taklit, imitasyondan öteye gidemeyecektir.
ilk önce Arap coğrafyasında bıraktığımız insan bakiyemizin durumuna bakalım. Güney hudutlarımıza komşu ülkelerde ( Irak ve Suriye ) bıraktığımız, varlıklarını sürdürmeye çalışan ve etnik kimliklerine en fazla sahip çıkan, en şuurlu Türk topluluğu çoğunlukla Irak’ın kuzeyinde yaşamakta olan Türklerdir. Bu coğrafyada yaşayan soydaşlarımız vatandaşı bulundukları ülkenin, dini yani İslamiyeti kullanarak Türklerdeki milli hisleri yok edip ümmetçilik siyaseti adı altında onları Araplaştırmaya çalışmış, bu süreçte onlara çok ağır baskı ve zulüm uygulamıştır. Fakat soydaşlarımızın gerek Türkiye ile olan gönül bağlarını sıcak tutmaları gerek ise eğitim seviyesi yüksek bir kitle olduğundan milli kök ve değerlerine hakim olduklarından Irak devletinin her türlü asimilasyon faaliyeti sonuçsuz kalmış hatta orada yaşayan Türklerin milliyetçilik hassasiyetinin daha çok artmasına vesile olmuştur. Irak Türklerinde görülen yegane problemin Şii – Sünni ayrımı olduğunu söyleyebiliriz. Aydınlar, ileri görüşlü din adamlarınca ve milletin genelinde bu hususta bir uzlaşma sağlanmış ise de gerek bazı cahil din adamları gerek ise bölgedeki Türklerin etkin güç olmasından çekinen ve onların bölünmesinden menfaat arzulayan, ülke içi başka grup ve yabancı ülke ajanlarının faaliyetleri Türk toplumu içinde kendini göstermeye çalışmaktadır.
Suriye Türklerine gelince: Yakın zamanda bir nüfus sayımı yapılamadığı için kesin nüfusları bilinmemekle beraber bir milyon civarında oldukları tahmin edilmektedir. Genelde Türkiye hududuna yakın kentlerde, Lazkiye gibi sahil kentleri ile Suriye’nin başkenti Şam’da yaşamaktadırlar. Suriye Türkleri ne yazık ki Irak Türkleri kadar milli varlıklarını korumakta kararlı ve ısrarcı olmamaktadırlar. Bunda ki en büyük etmenlerden birincisi eğitime önem vermemeleri ikincisi ise yine başı eğitime dayanan ekonomik seviyelerinin zayıflığıdır. Öyle ki Suriye dahilindeki kentlerin çoğu fakir semtlerinin nüfusu Türklerden oluşmaktadır.
Ülkemize sınırdaş Arap ülkelerinin vatandaşları olarak yaşamakta olan soydaşlarımız için en büyük tehlike din faktörü altında hareket ederek Arap örf – adet ve kültürünün Türkler arasında yayılması ve kabul görmesidir. Azınlık olarak bulunan Türklerin sahip oldukları kültürel değerlerden özveride bulunarak farlılıklarını vurgulamamaları veya yaşamamaları bir süre sonra azınlıkları olarak bulundukları milletin kültürel değer algılarına yaklaşılması hatta ilerde aynileşilmesi sürecini doğuracaktır ki bu durumun bir sonraki aşaması asimilasyondur.
Her toplumun, milletin kendine göre bir çevre, ahlak ve kültür algısı vardır. Aynı din içinde bile değer yargıları milletlere göre değişir. Söz gelimi Arap toplumunda sosyal statü olarak kadın erkeğin arkasındayken Türk töresine göre kadının yeri erkeğin yanıdır. Bu Doğu Türkistan’dan tutun Makedonya Türklerine kadar da böyledir.
Başlık konumuz Balkanlarda yaşayan soydaşlarımızın bu günkü sosyo – kültürel durumuna gelince; Osmanlı devleti için tarihçiler Karlofça anlaşmasını ( 26.Ocak.1699) sınırlarından gerilemenin eşiği sayarlar. O tarihten itibaren Osmanlı hızla gerilemeye başlamış, bu gerileme Türkiye Cumhuriyetinin kurtuluş savaşını kazanarak bağımsız bir devlet olarak uluslar arası kamuoyunda kabul edilmesine kadar sürmüştür. Bu süreç dahilinde Osmanlı devletinin çeşitli eyaletlerinde yaşayan insanlarımız hızlı bir şekilde başlayan toprak kaybı durumunda ya ordu ile beraber geriye göç etmek veya bulundukları yerde hakimiyet kurmuş olan devletin iktidarını kabul ederek vatandaşı olarak yaşama ikileminde kalmıştır. İnsanlarımız bulundukları şartlar içinde kendilerince en uygun kararı vermiş, bir kısım göç ederken bir kısım ise kalarak her şeye rağmen çiftine, çubuğuna sahip çıkmıştır.
Bugün Balkan coğrafyasında yaşayan soydaşlarımızın sosyo – kültürel analizini yapmadan önce o bölgeler ve tarihimiz için de önemli olduğunu umduğum kırılma noktalarının tespitini yaparak değerlendirmenin daha uygun olacağını düşünüyorum.
Peki bu coğrafyayı ve üzerindeki soydaşlarımızı en çok etkileyen bu tarihi olaylar nelerdir? Bunlardan birincisi 1878’de olan ve tarih kitaplarımıza 93 savaşı olarak geçen savaş, ikincisi yine onun kadar feci sonuçlara sebep olmuş olan 1913 yılındaki Balkan savaşı. İlk savaş sadece Romanya’nın güneyi ve bugünkü Bulgaristan’ın orta kısmından Kuzey kısmına doğru olan bölgede ( Dobruca ) yaşayan soydaşlarımızı etkilemişken, ikini savaşta hemen hemen bütün Balkan Türklüğü etkilenmiş, daha düne kadar yönetici sınıf olan Türkler bir anda sürek avcılarının avı konumuna gelmişlerdir. Çok kısa zamanda 125 bin km2 toprak kaybedilmiş, Türk Balkanından geriye kalan bu son parça da Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, Karadağ ve Arnavutluk arasında pay edilmiştir.
Bir sosyolog olmamama rağmen bahse konu olayların ve akabinde geçen süre içinde anavatandan uzak kalmanın getirdiği gerek yalnızlık hissi gerek ise bir Türk olarak Türkiye’nin geçirmiş olduğu sosyo kültürel değişimlerden istifade edemeyişleri onların içe dönük bir yaşam tarzını benimsemelerine neden olmuştur. Bugün özellikle 1878 deki savaş ile vatandan ayrılmış olan Dobruca’ya yapılacak bir gezi bile insanlarımızın dünyasının nasıl o dönem ile donduğunu göstermeye kafi olacaktır.
Tabi bunun başlıca sebepleri bulunmaktadır. Dobruca örneği üzerinde durmaya devam edersek Osmanlılardan önce Sarı Saltukla beraber bölgeye yerleşen Tokat – Sivas Türkmenleri sahip oldukları İslamın Alevilik görüşünü de beraberlerinde götürmüş ve orada yaşamışlardır. Kendi devletleri yani Osmanlı idaresinde herhangi bir olumsuzluk içermeyen ve içe dönük bir toplum yapısı sergileyen bu görüş Bulgar yönetimi ile kendileri aleyhine bir yapı arz etmeye başlamıştır.
İslamın Sünni anlayışı gibi dini hayat gerek ibadetler gerek ise katı haram – helaller ile disipline olmadığından özellikle karışık oturulan yerleşim birimlerinde Bulgarlar ile yakınlaşmalar olmuştur. Bu süreçte aradaki farklar asgariye inmiş bir Türkü Bulgar’dan ayıran yegane özellikler dil, isim ve belli günlerde yapılan türbe ziyaretleri ile bayram günleri olmuştur. Çoğu büyük ve kalabalık şehirlerde yaşayan soydaşlarımız, geçmiş yönetiminde baskısından ve dine olumsuz bakışından dolayı zamanla bu adet - göreneklerden de feragat ederek kültürel kimlik sahibi olma vasfını kaybetmiştir. Alkol kullanımının hoş görüldüğü bir manevi görüş ve bunun devlet tarafından teşvik edildiği bir yapı içinde alkol tüketimi çok artmıştır. Bugün 16 – 17 yaşlarında kız – erkek gençlerimiz serbestçe alkol almakta ve bunun getirdiği, burada ifade etmek istemediğim ahlaki bir bozukluk toplumumuzda kendini göstermektedir. Tabi ki burada 40 yıl sürmüş olan komünizm idaresinin oluşturmuş olduğu manevi tahribatı da göz önüne almak gereklidir. Sünni kesime gelince özellikle komünizm öncesini gören yaşlılar nispeten ibadetlerini yapmakta, günlük hayatlarında dini görüşlere daha çok yer vermektedir. Gençler ise çağın getirdiği ve bulundukları ülkenin koşullarından dolayı dini hayatı yaşayamamakta, yapan var ise de sayısı az bulunmaktadır.
Balkan Türklüğünün yukarıda bahsetmiş olduğum ikinci kırılma noktasından yani Balkan harbinden sonra bir çok bölge ülkesi hudutları içinde kalanlara gelince, bu coğrafyalarda yaşayan insanlarımızın çoğu sünni görüşe sahiptir. Yani en azından aralarında dini algı farklılıkları yoktur.
Türk hakimiyetinden son ve en yakın zamanda çıkan toprak parçası olması yaşanılan moral değer ve manevi atmosferde kendini gösterir. Örnek vermek gerekirse 1980 sonlarında Bulgaristan’da yaşanılan yoğun asimilasyon sürecinde en yoğun direniş bahsettiğim bölgelerde yani Balkan harbi ile yani 1913’de elimizden çıkmış olan Rodoplar – Kırcalı civarında yaşanmıştır. Tabi ki burada bir gerçeği de burada vurgulamak gerekir bahse konu yer dağlık yani balkanlık olduğu için direnmek daha kolaydır ama Dobruca havalesi gibi küçücük bir taşın bile kilometrelerce mesafeden seçilebileceği düzlük bir arazide direnmek gerçekten çok zordur ama imkansız değildir. ( Aynı dönemde Dobruca civarında yaşanılan olaylara da vakıf olduğumu belirtir. Bu haklı direnişleri gerçekleştiren değerli soydaşlarımın önünde saygıyla eğilirim.)
Balkan harbi ile elimizde çıkan bu topraklarda ise başlıca görülen problemler şunlardır;
Yukarıda da bahsetmiş olduğum gibi bu kısımda Türklük ve İslam bilinci daha yoğun hissedilmekte ve yaşanmakta olduğu gözlemlenmektedir. Burada Türk toplumu içinde görülen olumsuzluklardan biri tarikat faaliyetleridir. Bunların bir kısmı Türkiye menşeli iken bir kısmı ise son 10 – 20 yıl içinde bölgeye sızmaya çalışan aşırı dinci Araplara aittir. Ne yazık ki bu Türk İslam toplumu içinde belli bölünmelere sebep olmakta en azından milleti ilgilendiren ortak bir dava hususunda farklı yaklaşımların doğarak ortak hareket edilmesini engellemektedir.
Başka bir husus, gençlere aktarılan milli şuur eksikliğinin ortaya çıkardığı sorunlardır. Şöyle ki;
Bütün dünyanın yaşamakta olduğu veya yaşaması için dayattırıldığı küreselciliğin yani empresyonist ilizyon sürecinde çocuklarımız ve