BATI TRAKYA TARİHİ
Saat: 1/1/2006 tarih: 08:46 yazar: LEVENT - Link
Batı Trakya, M.Ö.2000 yıllarından beri üzerinde yaşanılan bir bölgedir. Bölgenin en eski halkı, Hint-Avrupa kökenli bir halk olan Trak'lardır. M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren bu bölge sırasıyla Pers, Yunan ve Makedonya uygarlıklarının egemenliğinde yaşamış, bundan sonra M.Ö. 335 yılına kadar Trakya Krallığı hüküm sürmüştür. Daha sonra Batı Trakya, Roma ve Bizans imparatorluklarının egemenliği altında yaşamıştır. Osmanlı Devleti bölgeyi 1354 yılında fethetmiş ve burada 559 yıl hüküm sürmüştür. Ancak bölgede Türk varlığının, Balkanlara M.Ö. 2. yüzyılda ulaşan İskit Türklerinin ve Orta Asya'dan batıya göç eden kavimlerin gelişiyle başladığı bilinmektedir.
Hun Türkleri M.S. 4. yüzyılda, Avar Türkleri 5. yüzyılda, Peçenekler 9. yüzyılda ve Kuman Türkleri 11. yüzyılda buraya yerleşmişlerdir. Batı Trakya'daki bu Türk kavimleri Osmanlıların Balkanları fethi sırasında faydalı olmuşlardır. Hatta Balkanlarda konuşulan Slav dilinde "yardımcı" anlamına gelen "Pomaga" veya "Pomagadiç" kelimelerinden gelişen Pomak ismi, Balkanların fethi sırasında Osmanlı Türkleri tarafından Kuman Türklerine verilen isimdir.
Yurtlarından ayrılıp batıya yönelen Hunlar, M.S. 4. asrın ortalarında Alan ülkesini ele geçirerek Doğu Gotlar'ı hakimiyetleri altına aldılar. Daha sonra Tuna'yı aşarak Trakya'ya kadar ilerlediler. Hun hükümdarı Rua zamanında Doğu Roma'yı haraca bağlayan Hunlar, Atillâ'nın Bizanslılarla yaptığı savaşlarda Singudunun (Belgrad), Naisus (Niş), Philippopolis (Filibe) gibi 70 kadar Bizans şehrini topraklarına dahil ettiler. 453'de Atillâ'nın ölümünden sonra Avrupa'da kalan Hunların bir kısmı sonradan gelen Avarlar'a katılmış, diğer bir kısmı da Slav ve Germenlerle karışmışlardır. Ancak şu kadarını belirtmek lazım gelirse Keltler, İllirler ve Traklar, buralara Hunlardan da önce gelip yerleşmişlerdir. Hunların batıya gittikleri yolu izleyen Avar Türkleri, Batı Rusya ve bugünkü Polonya'nın Pripet, Dinyeper ve Dinyester bataklıklarında yaşayan Slavları da önlerine katarak Balkanlara inmişler, böylece Balkanların büyük ölçüde Slavlaşmasına sebep olmuşlardır.
Daha sonra bölge, Türk soyundan olan Bulgarlar ve Macarların istilalarına mâruz kalmış, Bulgarlar XX. yy.'da batıda Morova suyuna, Sırbistan'a, güneyde ise Makedonya'ya kadar uzanan topraklarda siyasi varlık göstermişlerdir. Macarlar ise M.S. 896'dan itibaren Peçenek Türklerinin gitmesiyle Tuna ve Tisan'ın suladığı ovalara yerleşerek, Bizanslılarla, diğer Türk boylarına karşı ittifak halinde yaşamışlardır.
Türklerin Oğuz kolundan olan Peçenekler Bizans'a karşı yaptıkları savaşlarda defalarca Tuna'yı geçmişler, Makedonya'ya, hatta Sırbistan ve Bosna-Hersek'e, kadar gelmişlerdir. Ancak XII. asırlarda benliklerini yitirmeye başlamış ve bir müddet sonra da tamamiyle Macarlaşarak silinmişlerdir. Aynı yüzyıllarda Kumanlar (Kıpçaklar) da Doğu Avrupa'da devlet kurmuşlardır.
Bulgar Türkleri, Hristiyanlığı kabul edip Bizans Ortodoks Kilisesi'ne tâbî olduktan sonra, zamanla Slavlaşmışlar ve X. asırda lisanlarını tamamen unutmuşlardır. Macarlar ise, Bulgar Türklerinin akibetine uğramamak için Hristiyanlığın Katolik mezhebini kabul ederek, Kuman (Kıpçak) Türkleri ve diğer Türk kabileleriyle karışmışlardır.
"Kuman-Peçenek" Türk Federasyonu'nun M. 1091'de yıkılmasından sonra, Trakya ile Rodoplar, Makedonya ve Bulgaristan'ın dağlık bölgelerinde kalmış olan Kumanlar, Osmanlı Türklerinin Balkanları fethetmelerine kadar, "Şaman" dinine mensup olarak yaşamışlardır. 20 Ağustos 1389 M. (791 H.) tarihinde meydana gelen Birinci Kosova Savaşı'nı müteakip kendi arzularıyla İslamiyeti kabul etmişlerdir.
Türklerin güneyden Rumeli'ye geçişleri, ilk olarak Osmanlılardan önce, Aydınoğlu Umur Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Bizans İmparatorluğu tacı için, III. Andranikos'un ölümü üzerine başlayan çekişmeden büyük demostik (İmparatordan sonra gelen kara orduları komutanı) Kantakuzen'e yardım etmek üzere donanmasıyle Rumeli'ye geçti.
Umur Bey, 1344 yılına kadar Kantakuzen'e yardım etti. Ancak, bu tarihten sonra Kantakuzen, Umur Bey'in de tavsiyesine uyarak Osmanlı Padişahı Orhan Gazi'ye kendisine yardım etmesi için başvurdu. Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa, kumandasındaki 20.000 kişilik Türk kuvvetini Rumeli'ye geçirdi. Bu kuvvetler Edirne'nin geri alınması için Kantakuzen'e yardım etmişler, geri dönüşlerinde Çimpe (Çimpi) Kalesi'ne bir miktar kuvvet bırakmışlardır. Daha sonra Gelibolu şehir ve limanını alarak Rumeli'de yerleşmek için bir köprübaşı elde etmiş oldular.
Osmanlı Türklerinin Gelibolu'ya yerleşmeleri, Avrupalıların dikkatlerini çektiysede, Balkanların durumunun karışık olması Türklerin işini kolaylaştırdı. Malkara, Tekirdağ ve Bolayır alındıktan sonra, Avrupa devletleri ve Bizans tarafından yapılacak bir müdahale ihtimali de göz önüne alınarak Anadolu'dan bu bölgeye Türk ve Arap göçmenleri geçirilmiş, Gelibolu ve Marmara sahillerine yerleştirilmişlerdir.
Süleyman Paşa'nın ve Orhan Bey'in vefatlarıyla, şehzade Murat Bey'in Bursa'ya dönüşü, Rumeli'deki fetih hareketlerini büyük ölçüde aksatmış, Bizanslılar ileri bir yürüyüşle Malkara ve Çorlu'yu geri aldıkları gibi, Marmara sahillerini de elde etmeye çalışmışlardır. Osmanlı Padişahı'nın başlarında olmadığı bir anda Rumeli'deki kuvvetlere kumanda eden Lâla Şahin Paşa, hacı İlbey ve Evranos Beyler, Bizanslılara karşı şiddetle mukavemet ederek, Rumeli'de çıkması muhtemel bir paniği önlemişlerdir.
I Murat Anadolu'da işleri yoluna koyup, Balkanlarda tekrar fetihlere başladığı sırada, buralardaki siyasi durum, Osmanlı ilerlemesini kolaylaştıracak vaziyette idi. Sırp hükümdarı Duşa'nın ölümünden sonra Sırbistan prensleri birbiriyle mücadele ederken, Bulgarlar ve Rumlar da dahili mücadele içerisindeydiler. Latinler ise yukarıda saydığımız unsurlarla daimi anlaşmazlık halindeydiler. Kuzeyde Macar Kralı Büyük Layoş'un, güneyde Venediklilerin Katolikliği, Ortodoks Balkanlara zorla kabul ettirme teşebbüslerini, bu bölgenin yerli halkı benimsemiyordu. Bu durum, adalet ve vicdân hürriyetine büyük bir titizlik gösteren Osmanlıların yerli halkın sempatisini kazanmasına sebep olmuş ve fethi kolaylaştırmıştır.
Daima ilerleyen ve ilk önce bir uç beyliği olarak kurulan Osmanlı Devleti, I. Murat'tan itibaren düzenli ordularla ve Lâla Şahin Paşa, Evranos Bey, Hayreddin Paşa gibi değerli kumandanlar sayesinde, Ferecik'ten başlayarak, Gümülcine, İskeçe, Drama, Kavala, Serez ve Karaferya kasabalarını da eline geçirerek Batı Trakya'nın tamamını fethetmiştir (1363-1374). Batı Trakya'ya 1363 yılından önce de Anadolu'dan bazı Müslüman Türk boylarının gelip yerleştiğini biliyoruz. Gümülcine Kırmahalle Cami'nin içinde bizzat gördüğümüz (581 H. / 1185 M.) tarihli bir kabir taşı bulunmaktadır. Bu bölgenin fethinden önce şu veya bu sebeple oraya giden Türklerin bölgede yaşadıklarını göstermektedir. Daha sonra kademe kademe Balkan yarımadasının tamamı fethedilmiş Mora'nın alınması kesin olarak gerçekleşip, Yunanistan'ın Osmanlı topraklarına katılmasıyla fetih hareketleri, Osmanlıların tâkip ettikleri kademeli fetih politikasıyla 16. asra kadar sürmüştür.
Osmanlılar, Balkanlarda fethettikleri topraklara Anadolu'dan Türk oymakları getiriyor, bu topraklardaki şehir ve kasabalara yerleştiriyorlardı. Osmanlı döneminde Rumeli'de büyük iskan politikaları izlenmiştir. İlk iskan faaliyeti Sultan Orhan zamanında yapılmış, Karesi halkından bir grup göçebe 1357'de Gelibolu çevresine ve daha sonra da Hayrabolu'ya yerleştirilmiştir. Daha sonra I. Murat devrinde, Saruhan bölgesindeki yörükler Serez bölgesine yerleştirilmiş, ayrıca 1400 yılında Menemen ovasında bulunan yörükler Filibe'ye sürülmüşlerdir. Teselya'nın fethinden sonra buraya da önemli sayıda yörük kavimleri yerleştirilmiş, Osmanlıların Yenişehir olarak adlandırdıkları bugünkü Larissa şehri kurulmuştur. Ayrıca, Tanrıdağı (Karagöz) yörükleri 1453 ile 1642 arasında Demirhisar, Kelmeriye, Drama, Kavala, Sarışaban, Çağlayık, Yenice-i Karasu, Gümülcine, Eğrican, Dimetoka, Ferecik ile Doğu Trakya ve Bulgaristan'a, Selanik yörükleri Makedonya ve Tesalya'ya, Ofçabolu yörükleri Manastır, Kosova, Bulgaristan ve Dobruca'ya, Vize yörükleri Doğu Trakya ile Dimetoka ve Hasköy'de iskan edilmişlerdir. Bu oymakların Rumeli'de çoğalmaları ve geniş alanlara yayılmaları, Osmanlı Devletinin bu bölgede yaşayan halka yönelik kanun ve nizamnameler çıkarmasına sebep olmuştur. Osmanlı Devleti buralardaki yerli aristokrasiyi kendi askerî sınıfı içine almaya çalışmış, Ortodoks Metropolit ve Piskoposlarına tımar tahsis etmiş, önemli manastırların imtiyazlarını onaylamış, birçok şehirlerin eski imtiyaz ve vergi muafiyetlerini devam ettirmiştir. Osmanlıların Balkanlardaki fetihleri sırasında yerli halkın Osmanlı idaresini tercih etmesi, bu fetihleri kolaylaştıran bir faktör olmuştur.
Kanûnî Sultan Süleyman devrinde zirveye ulaşan Osmanlı Devleti, 16. asır sonlarında gerilemeye başlamış ve 17. y.y.'da "Köprülülerin" idâresinde son kalkınma hamlesini yaptıktan sonra, 1682 yılında başlayan harpte Avusturya ve müttefiklerine yenilerek, Karlofça barış antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştı (24 Recep 110 H. / 26 Ocak 1699 M.). Osmanlı Devleti için bir dönüm noktası sayılan bu antlaşmayla, Avusturya, Venedik, Lehistan ve Rusya'ya ilk defa olarak büyük bir toprak parçası terkedilmiş; böylece Osmanlı askerî gücünün düşman karşısında zayıfladığı ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devletinin zayıflamasından istifade etmek isteyen Rusya, Çar I. Petro'dan itibaren sıcak denizlere inmek amacıyla Balkanlarda askeri harekâta başlamıştır. Osmanlı Devletinin zayıflamasından yararlanan Rusya, Çar 1. Petro devrinden itibaren Balkanlarda askerî harekata başlamış, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Osmanlı Devletindeki Ortodoksların himayesini ele alarak Karadeniz'den Ege'ye kadar olan bölgelerde etkisini arttırmıştı. Bu tarihten itibaren 18. yüzyıl sonuna kadar meydana gelen gelişmeler, Rusya'nın Osmanlı Devleti karşısındaki tehdit ve baskısının daha da artmasına sebep olmuştur. 1789 Fransız İhtilali ile güçlenen milliyetçilik fikirlerinin Osmanlı Devletinde yayılmasıyla çıkan Sırp (1804-1817) ve Yunan (1815-1830) isyanları, 1814'te Etniki Eterya Derneğinin kurulmasıyla başlayan Yunan bağımsızlık hareketi, Osmanlı'nın, bölge siyaseti içindeki zayıflama sürecini hızlandırmıştı. Yunanlıların 1821-1829 yılları arasında Osmanlı Devletine karşı giriştikleri mücadelede Rusya, Yunanlıları desteklemiş, Fransa ve İngiltere de Rusya'nın Yunanistan üzerinde tek başına hak sahibi olmasını engellemek için yine Yunanistan'ın yanında yer almışlardı. Rusya'nın, 1806-1812 yılları arasında yürüttüğü savaş sonucunda imzalanan Bükreş Antlaşmasıyla Eflak-Boğdan ve Besarabya'yı işgalinden sonra, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan 1828-29 savaşı neticesinde imzalanan Edirne Antlaşmasıyla (14 Eylül 1829) Sırbistan ve Eflak-Boğdan'a geniş ölçüde muhtariyet verilmişti. Aynı yıl içinde daha önce, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Londra'da imzalanan bir protokolle Yunanistan'ın bağımsızlığı öngörülmüş, bu karar yine Edirne Antlaşmasıyla Osmanlı Devletine kabul ettirilmişti. Edirne Muahedesi Yunanistan'a istiklâl kazandırmışsa da Rusya'ya hiç bir fayda sağlamamıştı. Bu yüzden Türk düşmanlığını millî bir siyaset haline getiren Ruslar, Balkan milletlerini tahrikle Osmanlı Devletinin başına çeşitli gaileler çıkarmaktan geri kalmıyorlardı. Bu hareketler sebebiyle 1853 yılında çıkan "Kırım Harbi"nde İngiliz ve Fransızlar da Osmanlı yanında yer almalarıyla Ruslar feci bir mağlubiyete uğramışlar ve 1856'da imzalanan "Paris Muâhedenamesi"yle, iki tarafın da Karadenizde tersane kurması ve donanma bulundurması yasaklanmıştı. Bu gelişmeler yanında Rumeli'de çıkan isyanlar, Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahaleleri, ve bölge halklarının Osmanlı idaresine bağlılıklarının azalması, Rumeli'de ve dolayısıyla Batı Trakya'daki Türk varlığının gerilemeye başlamasında bir dönüm noktası olarak kabul edilebilecek olan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşını hazırlayan unsurlar olmuştur.
"93 Harbi" olarak da anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında yaşanan yenilgi, Balkanlarda yaşayan Türkler ve hatta bütün bölge halkı için, çatışmalar, yağmalar, toplu katliamlarla dolu acı bir kaderin başlangıcı olarak görülebilir. Çünkü bu yenilgiden sonra Rus askerlerinin ve Bulgar çetecilerin, daha sonraki tarihlerde Yunanlıların, Sırpların ve Osmanlı'nın çöküşünden yararlanarak Balkanlar üzerinde hak iddia eden bütün güçlerin oyunlarıyla bu bölge artık, huzursuzluk ve baskılar altında durmak bilmeyen bir mücadele ve çaresizlik içinde yaşanan bir yıkılma sürecine girmiş oluyordu.
Bölgenin stratejik önemi yanında tarihi ve ekonomik özelliklerini, ve halkının değişik etnik kökenlerden geldiğini gözönünde bulunduran Osmanlı Devleti, 1828-1829 Osmanlı-Rus seferinin İstanbul'un ve Boğazların korunması bakımından bölgenin önemini daha da arttırması karşısında, 1864 yılında, geniş bir Edirne vilayeti kurmuştu. Beş sancaklı Edirne vilayeti, bütün Trakya'yı içine alacak şekilde Balkan sıradağlarının güneyinde yer alıyor, Karadeniz, İstanbul vilayeti, Marmara, Çanakkale Boğazı, Ege Denizi, ve Mesta-Karasu nehri ile çevriliyordu. Siyasi bakımdan sağlanan bu bütünlük daha sonraları, Yeşilköy (Ayastefanos, 3 Mart 1878) ve Berlin Antlaşmaları (13 Temmuz 1878) ile bozulmuştur. Bu anlaşmalarla siyasi ve askeri bakımlardan Osmanlı Devleti'nin kontrolü altında kurulan Doğu Rumeli vilayeti Bulgaristan tarafından ele geçirilmiş, böylece Trakya'nın birliği de bozulmuştur. 1886 yılında ise Doğu Rumeli'nin elden çıkmasıyla, Trakya artık yalnız doğuda Karadeniz, Marmara Denizi, güneyde Ege Denizi ve batıda Mesta nehri arasında kalan bir bölge haline gelmiştir.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın son Osmanlı direnmesini Filibe önlerinde yapan Süleyman Paşa'nın yenilerek Rodop Dağlarına çekilmesinden sonra, Ruslar 20 Ocak 1878'de Edirne'yi işgal etmişti. Balkanlardaki savaş Rusların ve müttefiklerinin lehine geliştiği sıralarda Anadolu'nun kuzeydoğusunda da Osmanlı kuvvetleri yenik duruma düşmüşlerdi. Çaresiz kalan Osmanlı Devleti büyük devletler nezdinde barış arama çabalarına girişmiş, diplomatik yönden birçok zorlukla karşılaştıktan sonra, Rusların menfaatlerine daha çok yer veren bir mütarekenin yapılmasını sağlamıştı. 31 Ocak 1878'de imzalanan bu mütareke ile savaş durdurulmuş, fakat Rus orduları Çatalca istihkamlarının birinci hattını işgal etme hakkını elde ederek, İstanbul yakınlarına, Yeşilköy'e kadar gelmişlerdi. Yorgun düşmüş bir orduyla, Rus ordularına daha fazla karşı gelmenin mümkün olamayacağını anlayan Osmanlılar, Ruslarla anlaşma yoluna gitmekten başka çare bulamamış, 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmışlardı. Bu anlaşmayla, yaklaşık 4 milyon kadar bir Türk nüfusu, Bulgar ve Rus egemenliği altında kalıyordu. Anlaşmanın Balkanlar ile ilgili bölümleri şöyleydi:
1. Hiristiyan bir hükümeti ve millî milis askeri bulunacak olan, muhtar, ve Osmanlı Devletine bir miktar vergi verecek bir Bulgaristan kurulacaktır. Bulgaristan prensi, serbestçe halk tarafından seçilecek ve vazifesi, büyük devletler uygun gördükten sonra, Bab-ı Ali tarafından tasdik olunacaktır.
2. Bulgaristan'da Osmanlı askeri bulunmayacak ve Bulgar milis birliklerinin kurulmasına imkan vermek üzere, iki yıl müddetle Rus birlikleri Bulgaristan'da kalacaklardır.
3. Bulgaristan toprakları Ege Denizine kadar uzanmaktadır. Bulgaristan sınırı, doğuda Midya ve Lüleburgaz'ın yakınından geçmektedir. Gümülcine ile İskeçe arasındaki Karaağaç (Protolagos) körfeziyle Struma nehrinin ağzı arasındaki kıyılar Bulgaristan'a bırakılmış olup, Ege kıyısındaki Kavala limanı da Bulgarlara terkedilmiştir. Batıda Üsküp, Manastır, Debre ve Ohri gölü Bulgar sınırları içindedir. Bu yüzden Selanik, Yanya ve Arnavutluk da Edirne vilayetinden ayrılmıştır.
Ayastefanos Antlaşmasıyla, Osmanlı Devletinden ayrı bir Bulgaristan kurulmuş oluyordu. Bulgaristan'a verilen topraklar Tuna'dan Marmara ve Ege Denizine, Karadeniz'den Ohri gölüne kadar uzanıyor, bu topraklar üzerinde 2.587.000 Bulgar'a karşılık, çoğu Türk olmak üzere 4.000.000 kadar Bulgar olmayan nüfus yaşıyordu. Anlaşmayla Bulgar Prensliği Osmanlı hakimiyetine bırakılmış gibi görünüyorsa da, iki yıllık bir müddet için Rus komiserinin fiilî idaresi ve Rus askerlerinin işgali altında bulunacaktı. Bulgaristan'ın idaresi Rusların nezaretinde düzenleneceği için, Rusya gerçekte Ege Denizine kadar uzanmış bulunmaktaydı. Bu şekilde kurulmuş bir Bulgaristan, İstanbul için devamlı bir tehdit unsuru oluşturacaktı. Ayrıca Girit, Tesalya ve Arnavutluk'ta yapılacak olan ıslahat için Osmanlı Devleti Rusya'nın fikrini de almak zorundaydı. Böylece Rusya Osmanlı Devletinin iç işlerine de el atmış oluyordu. Bu antlaşma, Osmanlı Devletinin çöküşünü hızlandıran bir gelişme olmuştur.Ayastefanos Antlaşmas'nın konumuz bakımından önemi bilhassa, Batı Trakya meselesinin bir kaynağını teşkil etmesinde yatmaktadır. Bu değerlendirme, bir kaynakta şu şekilde ifade edilmektedir: "93 Harbiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun başına açılan gaileler Cumhuriyet Türkiye'sinin de dış politikasında sürekli uğraşmak zorunda kaldığı gaileler olarak hala önemini korumaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'ni dış politika gündemini en çok meşgul eden üç konu olan Ege sorunu, Kıbrıs sorunu, ve Ermeni sorunu 93 Harbinden kaynak bulmuş sorunlar olarak hayatiyetlerini idame ettirmektedir."
Ayastefanos Antlaşması, Rodoplar ve diğer Rumeli bölgelerinde yaşayan ve Rus ve Bulgar zulmünü yakından tanıyan Türklerin büyük tepkisini görmüş, Türkler arasında ayaklanmalar çıkmıştır. Rus işgal kuvvetlerinin ve Bulgar milislerinin Türk halka karşı uyguladıkları zulüm karşısında, devlet mekanizması, ekonomisi ve malî kaynakları zayıflamış, üstüste gelen yenilgilerle ortaya çıkan problemlerin ve toprak kayıplarının altında ezilmiş olan Osmanlı Devletinin elinden hiç bir çare gelmiyordu. Bu mezalimden kaçan yarım milyon kadar Türk Doğu Trakya'ya, İstanbul'a ve Rodop dağlarına göç etmişti. Göç eden Türklerden bir kısmı, geri çekilmekte olan Osmanlı askerlerinin bir bölümüyle birlikte Rodop dağlarına çıkarak Rus kuvvetlerine karşı mücadeleye girişmişlerdi. Baskı ve zulüm karşısında başlatılan bu ayaklanmalar, Avrupa devletlerine, kurulmak istenen Bulgaristan'ın büyük bir çoğunluk olan Türklere yaşama hakkı bile vermeyeceğini, Ayastefanos Antlaşmasının değiştirilmesi gerektiğini anlatmış, bu devletler tarafından Rusya'ya bu amaçla baskı yapılmaya başlanmıştı.
Yukarıda işaret edildiği gibi Ayastefanos Antlaşması sonrasında Osmanlı Devleti'nin elinden çıkan topraklarda Rusların ve Bulgarların idaresi altında kalmış olan Türkler, Ayastefanos Antlaşmasını tanımadıklarını belirten eylemlere ve ayaklanmalara başladılar. Antlaşmanın imzalanmasından kırk gün sonra, Rodop sıradağlarının kuzeyinde, Çirmen yakınlarında, Türklerle Kazak süvarileri arasında ilk silahlı çarpışmalar meydana geldi. Bundan sonra ayaklanmalar, bütün Doğu Rumeli ve Rodop'larda birçok yere yayıldı. Rodop dağlarına sığınan Türkler, önce Rus orduları Başkomutanı Grandük Nikola'ya başvurmuş, yapılan zulümlere bir son verilmesini istemişler, ancak bu müracaatlar dikkate alınmamıştı. Süleyman Paşa komutasındaki Türk kolordusu mensupları, Rus kuvvetleri tarafından yenildikten sonra, arta kalan Osmanlı askerlerini de aralarına alıp ellerine geçirdikleri birkaç topla kendilerini müdafaaya devam etmişlerdir. Rus kuvvetleri, Bulgar çeteleriyle birlikte ayaklanmaları bastırmaya çalışmış, arazinin elverişsiz olması nedeniyle başarılı olamamıştır. Türklerin ayaklanmaları ve mücadeleleri, Ruslar için büyük bir problem haline gelmiştir.
Bu mücadeleler devam ederken, Türklerin ileri gelenleri de yardım elde etmek amacıyla Babıali'ye başvurularda bulunuyorlardı. Türklerin milletvekilleri Abdullah Efendi ve Hacı Halil Efendi tarafından derlenen ve Trakya'lı milletvekilleriyle köy meclis üyelerinin imzalarını taşıyan bir muhtıra, Padişah II. Abdülhamid'e ve İngiltere'nin İstanbul Sefiri Layard'a gönderilmiş, muhtırada "Rusya'nın Rumeli'ye tecavüzünden beri Ruslar ve onlara öncülük eden Bulgarlar, Türklere türlü eza ve cefalarda bulunmuşlar,... akıl ve hayale sığmayacak, insanlığa yakışmayacak hareketlerde bulunmuşlardır" denilmişti. Rodop Türkleri'nin Osmanlı hakimiyetinden hiç bir ülkenin hakimiyetine girmeyeceklerini, Rus ve Bulgar ordularına karşı kanlarının son damlasına kadar mücadelelerini sürdüreceklerini belirten Türk ileri gelenleri, Osmanlı Padişahından silah ve cephane istemiş ve bu cephanenin Rodop Türklerinin savaşı kazanmalarına yardımcı olacağını bildirmiştir. Ancak Padişah Rodop Türklerinin bu isteklerine karşı hiç bir yardımda bulunamamıştır. Rodop Türkleri ise mücadeleyi daha düzenli bir şekle dönüştürmüş, Osmanlı tarihinde ilk Türk Muvakkat Hükümeti'ni kurarak mücadelelerini siyasi bir organizasyon içinde sürdürmüşlerdir.
Bu hükümet, bir kaynağa göre 16 Mayıs 1878, diğer bir kaynağa göre ise 4 Mart 1878 tarihinde, Sultanyeri kazasının Karatarla köyünde kurulmuştur. Hükümetin dört kişilik bir kurucular heyeti (Ahmet Ağa Timirski, Hacı İsmail Efendi, Hidayet Paşa ve Kara Yusuf Çavuş) ve otuz kişilik bir Temsilciler Meclisi bulunuyordu. Aşağı yukarı dört milyon Türkün yaşadığı bir bölgenin hükümeti durumundaydı.
Rodop Muvakkat Türk hükümeti Bulgar istilalarına karşı sekiz sene süreyle çetin bir savaş vermiş, Balkanları savunmuş olan Süleyman Paşa ve Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ordularının, silah ve diğer mühimmatından yararlanmışlardır. Rus ve Bulgar istila saldırılarına karşı Rodopları başarıyla savunan Türk kuvvetlerinin sayısı, değişik kaynaklarda çok farklı olarak gösterilmiştir. Herhalde eli silah tutan bütün Türkler gerektiğinde savaşa katıldıklarına göre, zaman zaman, çeşitli sahalarda kullanılan bütün Türk kuvvetlerinin sayısı onbinle yirmi, yirmi beş bin arasında tahmin edilebilir.
Osmanlı Devleti, birçok cephede uğramış olduğu ağır yenilgilerden sonra, Doğu Rumeli'de Türklerin yürüttükleri savunmayı destekleyecek durumda değildi. Tamamen bölge Türkleri tarafından verilen bu mücadele sırasında, Rodop Türkleri, artan yağma, cinayet, soygun gibi eylemlerin önüne geçebilmek için direniyorlardı. Silahlı milis kuvvetleri, gerilla saldırılarıyla işgalci kuvvetlere ağır darbeler vuruyor, daha sonra dağlara sığınıyorlardı. Rodop kahramanlarının başında bulunan Kara Yusuf Çavuş ile Hidayet Paşa (İngiliz asıllı Sinclair) ilk günlerde uyum içinde olmuş fakat sonraları Hidayet Paşa'nın ayrılmasıyla Rodop kuvveyleri ikiye bölünmüştü. Mücadelenin kritik bir safhasında meydana gelen bu olay karşısında Rodop Türkleri yine bir baş altında birleşmişlerdir. Bu mücadeleler sürerken Rodop dağları Bulgaristan'ın Filibe ve Kırcaali ovalarıyla Batı Trakya arasında bir sınır oluşturmaktaydı. Bulgaristan'ın kuzeyinden ve Romanya'daki Osmanlı hakimiyetindeki bölgelerden göç eden Türkler Rodoplarla bu dağların güneyindeki Gümülcine, İskeçe ve diğer illere sığınmışlardır. Rodop Türklerinin milisleri savaşırlarken, bu göçler de devam etmiştir. Halk Bulgar ve Rus idaresinin tüm çağrılarına rağmen silahlarını teslim etmemiş, milis kuvvetlerine katılmıştır.
Rodop Muvakkat Türk hükümeti bu mücadeleyi sürdürürken bir taraftan da Osmanlıların desteğini sağlamaya çalışıyordu. Ancak Osmanlı Devleti'nden yardım alamayan Rodop Türkleri, güçlerinin tükenmesi sonunda, yenilgiye uğradılar. Yenilgide, aynı dönemde bölgede baş gösteren kolera salgının da payı olduğu, durumu daha da güçleştirdiği düşünülebilir. O tarihlerde yıkılan köylerin harabeleri bugün Batı Trakya'da görülebilmektedir.
Bu gelişmeler ve şartlar karşısında, Osmanlı Devletini ilgilendiren konuları ve Bulgaristan meselesini görüşmek üzere 13 Haziran 1878 tarihinde Berlin Kongresi toplanmıştı. Kongre sonunda Berlin Antlaşması adıyla yeni bir anlaşma taslağı hazırlanarak, yedi Avrupa devleti tarafından imzalandı. 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşmasına göre Bulgaristan, Doğu Rumeli ve Trakya ile ilgili başlıca düzenlemeler şunlardı: Büyük Bulgaristan, üç bölgeye ayrılıyordu. Birinci bölgede, Tuna ile Balkan dağları arasında, Osmanlı Hakimiyeti altında, muhtar, Babıali'ye vergi veren bir Bulgaristan Prensliği kuruluyordu. Prens, halkın seçimi, Osmanlı Padişahının bu seçimi tasdiki ve büyük devletlerin kabulüyle tayin edilecekti. Bulgaristan yalnız dokuz ay süreyle Rusya tarafından idare edilecek, bu süre sonunda Prens'in seçimi yapılacaktı. İkinci bölge, Doğu Rumeli adıyla Osmanlı Devletine bırakılan, Balkan dağlarının güneyindeki bölgeydi. Burada kurulacak olan Doğu Rumeli vilayeti, idarî muhtariyete sahip olmakla beraber Osmanlı hazinesine yıllık vergi verecek, siyasi ve askeri bakımından Padişaha tabi olacak, sınırlarının korunması Osmanlı Devleti'ne ait olacaktı. Bu bölgenin idaresi hakkında büyük devletler tarafından kurulan bir komisyon, bir talimatname hazırlayacak, Doğu Rumeli bu talimatnameye göre Padişah tarafından tayin edilen ve büyük devletlerin onaylayacağı bir hristiyan vali tarafından idare edilecekti. Bölgede asayiş, yerli milis ve jandarma kuvvetleri tarafından sağlanacak, bu kuvvetlerin subayları Padişah tarafından tayin edilecekti. Savaş durumu hariç, burada Türk askeri bulunmayacak, ancak tehlike halinde vali, Türk askerini vilayetin içine çağırabilecekti. Üçüncü bölge ise Makedonya olup, burada ıslahat yapılması şartıyla Osmanlı Devletine bırakılıyordu. Bu hükümlerden anlaşıldığı gibi Osmanlı Devleti, kendisine bağlı olarak kurulmuş olsa bile Bulgaristan'ın iç işlerine müdahale edemeyecekti. Doğu Rumeli ise, Osmanlı Devleti'nin bir vilayeti durumunda olmasına rağmen, bu vilayetin idaresi milletlerarası bir komisyonun hazırlayacağı bir nizamnameye göre yapılacaktı.
Batı Trakya Türk Azınlığının Sorunları
Etnik Kimliğin İnkarı
Batı Trakya Türk azınlığının karşılaştığı en önemli sorunların başında, Yunan idaresinin, Lozan Anlaşması'nın 45. maddesinde azınlığın "Müslüman azınlık" olarak tanımlanmış olması çerçevesinde azınlığın "Türk" kimliğini reddetmesi gelmektedir.
Lozan Anlaşması'nın neden "Türk" yerine "Müslüman" deyimini kullandığını anlamak ise hiç de zor değildir. Öncelikle, Batı Trakya azınlığı Yunan uyruğunda, Türkiye'deki azınlıklar da Türk uyruğunda bulunmaktadır ve bunların ayırt edilmesi için din öğesinin kullanılması zorunluluktur. Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu'nda "ulus" değil, "ümmet" gerçeği ve bilinci kesin olarak egemendir. Bu durum ise Müslümanlar için özellikle geçerlidir.Yunanlılar için ise "Yunan ulusu" ile "Rum Ortodoks" birbiri ile örtüşen unsurlardır. Ayrıca, 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanmış olan "Türk-Rum Ahalinin Mübadelesi Ahitnamesi" kapsamında, "Türk" ve "Rum" deyimleri açıkça kullanılmıştır. Bu sözleşme, değişimi yapılacak azınlıkların birinin "Türk" diğerinin de "Rum" ulusuna mensup olduğunun tescili niteliğindedir. Üstelik, Türk-Yunan Karma Komisyonu tarafından Batı Trakya'da azınlık üyelerinin ellerine verilen ve onların gayri mübadil (établi) olduğunu kanıtlamaya yarayan Etabli Belgeleri de Müslümanlardan ve Müslüman olmayanlardan değil, "Türk" ve "Rum"lardan söz etmektedir.
Ancak, Yunan Hükümeti'nin Türk azınlığa karşı yaklaşımının Türkiye ile Yunanistan arasındaki inişli çıkışlı ilişkilerle paralellik arz ettiği de bir gerçektir. Türkiye ile kriz yaşadığı dönemlerde Türk azınlığı sadece dinsel azınlığa indirgeyen Yunanistan, yakınlaşma dönemlerinde tam aksi uygulamalarda bulunabilmiştir. Bunun en güzel örneği, 1930'lar ve 1950'ler arasında, Atatürk ile Venizelos'un başlattığı, İnönü ve Menderes'in devam ettirdiği iyi niyet ortamında, Yunan hükümetlerinin etnik "Türk" ifadesini kullanmaları ve kullanımına izin vermeleridir. Bu dönemde (1955'e kadar) Yönetim azınlığı tanımlamak için "Türk" ifadesini kullanmıştır. Örneğin, 3065 sayılı 1954 tarihli kanun (Mareşal PAPAGOS kanunu), ilk okulların adında Türk kelimesinin geçmesini onaylamıştır.
1955 yılından günümüze süregelen politika gereği azınlığın etnik kimliğinin tanınmaması ise Türkçe'nin kamusal alanda kullanımına bazı kısıtlamalar getirilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu kısıtlamalar "Türk" kelimesi geçen sivil toplum kuruluşlarının kapatılmasından, kendilerini Türk olarak tanımlayan kişilerin yargılanmasına kadar bir dizi ihlalleri içermektedir. Örneğin 1987 Kasım ayında, Yunan Yüksek Mahkemesi, Trakya Yerel Mahkemesi'nin aldığı bir kararı onamış ve Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği ve Gümülcine Türk Gençler Birliği Derneği'nin kapatılmasına karar verilmiştir. Bu kararın gerekçesi, Türk sıfatının Yunan vatandaşları ve Müslüman Yunanlılar için kullanılamayacağı ve aksi yöndeki bir tutumun kamu düzenini bozabileceğidir.
Yunan Yönetimi diğer taraftan, Türk azınlığının etnik kimliğini zedelemek amacıyla yeni kampanyalar başlatarak, Pomak ve Çingene unsurların farklı etnik kökenden geldiği tezini güçlendirmek üzere yoğun propaganda çalışmalarına yönelmiştir. 1990'lı yıllara kadar Pomak diline ait herhangi bir yazılı-basılı eser mevcut değilken, birdenbire Pomakça-Yunanca Sözlük, gramer kitapları ve gazeteler basılarak, kasetler çıkartılarak anılan kesime bedava dağıtılmaya başlanmış, böylelikle yeni etnik kimlikler yaratılmaya çalışılmıştır.
Orta Asya'dan kuzey göç yolunu (Hazar Denizi ve Karadeniz'in kuzeyi) takip ederek, XI. asırda Balkanlara inen ve Avrupalıların Kuman olarak adlandırdıkları Kıpçaklar'ın torunları olan, Osmanlı İmparatorluğu, Batı Trakya ve Balkanlar'ı ele geçirmeden evvel bölgede yerleşik düzene geçmiş olan Pomak Türkleri ise bu siyasi oyunlara hiçbir zaman itibar etmemekte ve kendilerini Türk olarak tanımlamaktadırlar.
Vatandaşlıktan İskat
3370 sayılı, 1955 tarihli Yunan Vatandaşlık Kanunu'nun 19. maddesi, Yunan hükümetlerinin bölgedeki etnik kompozisyonu Yunanlılar lehine değiştirmek için kullandığı en önemli silahlardan birisi olmuştur. Aslında bu madde, Yunan Anayasası'nın 1. ve 2. maddeleri ile Lozan Anlaşması'nın Yunanlılar ve Yunanlı olmayanlar arasındaki ayrımı yasaklayan 40. maddesine aykırıdır.
19. madde çerçevesinde, Yunanistan'ı geri dönme amacı olmadan terk ettiği Yunanlı makamlarca takdir edilen Yunan asıllı olmayan kişiler Yunan vatandaşlığından çıkarılmışlardır. Bu aynı şekilde etnik olarak Yunan olmayıp yurt dışında doğan ve orada yetişen kişilere de uygulanmıştır. Bu yasaya göre 18 yaşın altındaki bir çocuk da, eğer ebeveynleri tabiyetlerini kaybettiyse, vatandaşlıktan çıkarılabilecektir. Bu durumlarda karar mercii, Ulusal Konseye danıştıktan sonra, İçişleri Bakanlığı'dır. Yunan mercilerinin bir insanın ülkeyi terk etmeyi amaçladığını hangi kriterlere göre belirledikleri de ayrı bir tartışma konusudur. Amaç, son derece açık olarak "Batı Trakya Türk azınlığının sayısını mümkün olduğu kadar azaltmak" tır.
Polisin, Vatandaşlık Müdürlüğü'nü bir kişinin veya ailenin uzun bir süreliğine ülkeyi terk ettiği konusunda bilgilendirmesi vatandaşlıktan çıkarılma sürecinde ilk aşamayı teşkil etmiştir. Bireyi bu süreçten ve yapılan işlemlerden haberdar etmek ve vatandaşlığını kaybedebileceğini bildirmek zorunlu olmadığı için, azınlık mensupları sonucu iş işten geçtikten sonra öğrenmişler ve Yunan idaresine başvurma süresi olan iki ayı kaçırmışlardır.
Ülke dışına çıkması nedeniyle vatandaşlık hakkını kaybetme rizikosu nedeniyle azınlık mensuplarının dolaşım özgürlükleri de doğal olarak kısıtlanmıştır.
1985 yılından sonra ise çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen azınlık mensuplarının pasaportlarında bulunan "dönüş dahil, birden fazla seyahat (çıkış) için geçerlidir" ibaresinin "dönüş dahil" sözcükleri karalanarak, azınlığın dönüşlerinde Yunanistan'a sokulmalarının engellenmesi, sonra da 19. maddeden vatandaşlıktan atılması vakalarına da rastlanmıştır.
Bu pasaport uygulamaları, "Kimse, yurttaşı olduğu devletin ülkesine girme hakkından yoksun bırakılamaz" diyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 4 numaralı protokolünün 3. maddesinin 2. fıkrasına açıkça aykırıdır.
Yunanistan'da askerlik görevini ifade etmekte iken ya da bebekken vatandaşlıklarını kaybetmelerine neden olan bu tartışmalı kanun Haziran 1998'de kaldırılmış, ancak bu zamana kadar yapılan uygulamalar ve alınan kararların geriye işlemeyeceği hükmü kapsamında 60.000 Yunan tabiyetindeki Türk azınlık mensubunun mağduriyetlerine çözüm bulunamamıştır.
Ocak 1998'de Helsinki İzleme Komitesi, diğer insan hakları kuruluşları ve azınlık liderlerinin baskıları sonucunda Hükümet, 150 haymatlosa bazı kişisel haklardan yararlanma ve yurt dışına seyahat edebilme olanağı veren kimlik belgelerini vermiştir. Ancak, bilahare Hükümet, Birleşmiş Milletler Vatansız Kişilerin Statüleri ile ilgili sözleşmeyi açıkça ihlal ederek diğer vatansızlara bu belgeleri vermeyi reddetmiştir. Tüm bunlar, Yunanistan'ın geri adım atmasının nedeninin duyarlı bir yaklaşımdan ziyade dış dünyanın baskısı olduğunu göstermektedir.
Müftülük Sorunu
Yunan Yönetimi ve Türk azınlık arasındaki en önemli çatışma konularından birisi de dini işlerden sorumlu resmi görevlilerin seçimidir. Lozan Anlaşması, Türk azınlığa kendi din işlerini Yunan Yönetimi'nden bağımsız olarak organize etme ve yönetme hakkını açıkça tanımıştır. Ancak 1985 yılından bu yana Yunan Hükümeti, Lozan'ın ilgili maddelerini ihlal ederek ve Türk azınlığın sesini duymazdan gelerek müftüleri doğrudan kendisi atamaya başlamıştır. Gerekçesi ise müftülerin sadece dini değil toplumsal fonksiyonları da olduğu, bu yüzden müftülerin atamasının da Hükümet tarafından yapılması gerektiği şeklindedir.
Türk cemaat bu tarihe kadar, 1913 Atina Anlaşması ve 1920 tarihli 2345 sayılı kanun gereği kendi müftülerini hür iradeleriyle seçebilmekteydiler. 2345/1920 sayılı kanuna göre müftülerin;Din İşleri Bakanlığı ve Bölge Valisi tarafından onaylanan bir adaylar listesinden, Müslüman azınlık tarafından seçilmesi,Geniş yönetsel-yargısal yetkilerle donatılan müftülerin görev bölgelerinde şeriat hükümlerini uygulayabilmesi, öğretim ve din görevlilerini denetleyebilmesi, Cemaat İdare Heyetlerinin evkaf gelirlerini kontrol edebilmesi, Müslümanlar arasında şahsın hukuku ve aile hukuku konusunda çıkan sorunları çözmekle yükümlü olup, evlenme, boşanma, nafaka, vesayet, velayet, miras gibi konularda karar verebilmesi, Kararlarının ilgili Yunan makamları tarafından tanınması ve yürürlüğe konabilmesi,Yunanistan'daki diğer din görevlileri gibi askerlikten muaf tutulmaları,Camilere ait vakıfları yöneten komisyona da başkanlık yapabilmeleri,öngörülmüştür.
Aynı yasa, müftüleri denetleyecek bir baş müftüden de söz etmektedir. Buna göre, Başmüftü Yunanistan'da yaşayan Müslümanların mezhep bakımından en büyük makamı olup karma usulle seçilmektedir. Yunanistan'daki bütün müftüler biraraya gelecekler ve çoğunlukla seçtikleri 3 adayı Dinişleri Bakanlığı'na sunacaklardır. Bakan tarafından seçilen kişi, Kral iradesi ile atanacaktır. Fakat bu sözü edilen başmüftü hiçbir zaman atanamamış, hatta sözkonusu yasanın 12.madde dışında hiçbir hükmü yürürlüğe sokulmamıştır. Müftülerin seçimle gelme hükmü de yürürlüğe konmadığı için 1920'den sonra müftüler özel birer Kral İradesi ile atanmışlardır.
1984 yılında Gümülcine Müftüsü Hüseyin Mustafa Efendi'nin ölümü ile Yunan hükümeti bu pozisyona Müslüman azınlığa danışma gereksinimi duymadan Rüştü Ethem'i atamıştır. Bunun üzerine azınlık Ağustos 1990'da yeni ve resmi olmayan bir seçim yapmış ve Mehmet Emin AGA'yı İskeçe, İbrahim Şerif'i de Gümülcine Müftüsü olarak seçmişlerdir. Yunan Hükümeti'nin buna yanıtı 2345 sayılı kanunu kaldırıp, yerine 1920 sayılı kanunu getirmek olmuştur. Bu yeni kanun, müftülerin cemaat tarafından seçilmesini engellemekte ve müftü tayinini tümüyle Yunan idaresine bırakmaktadır.
2345/1920 sayılı kanunun 1.5. maddesine göre, devlet tarafından atanan bir genel sekreter başkanlığında, vali, Müslüman dini memurlar ve yörenin ileri gelen azınlık mensuplarının da katılacağı bir komisyon müftüyü seçecektir. Sözkonusu komisyon, bir aday listesi hazırlayacak, bu liste devlet tarafından atanmış bir memur olan Trakya Genel Sekreteri tarafından Eğitim ve Din İşleri Bakanlığı'na gönderilecektir. Bakanlık, Cumhurbaşkanlık onayı ile nihai kararı verecektir. Türk azınlıktan gelebilecek herhangi bir tepkiye karşı önlem olarak da sözkonusu komisyonun sadece başkanın varlığı ile dahi karar alabileceği, diğer üyelerin toplantıda bulunmasının şart olmadığı öngörülmüştür.
Yeni kanunun önceki kanundan bir diğer önemli farkı da müftülerin elinden vakıfların mal va |