| 
					 | 
					 | 
					 | 
					 | 
				 
				
					
						
							
								
									
										
											
												
													
														
													 
													
														  | 
													 
													
														| 
															
														 | 
													 
													
														  | 
													 
													
														
															
																
																	BALKANLAR, Türkiye için büyük bir öneme sahiptir. Bu bölgedeki Türk  varlığı, çok eski dönemlere dayanmaktadır. 376 yılından itibaren Volga  nehrini geçerek bölgeye ulaşan Hun Türkleri, Balkanlar'dan Doğu  Avrupa'ya yayılan bir bölgede büyük ve etkili bir güç haline  gelmişlerdir.  
Bu mevcudiyet sonraki dönemlerde Bulgar, Oğuz, Peçenek, Kuman göçleriyle  devam etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında doruk noktasına  ulaşmıştır. 1361 yılında Edirne'nin Osmanlı topraklarına katılmasıyla  Balkanlar'daki Türk nüfusu artmaya başlamış, "Rumeli" adı verilen bu  topraklar, Anadolu'yla birlikte Osmanlı Devleti'nin iki temel siyasi ve  kültürel hakimiyet alanından biri olmuştur.  
1912'deki Balkan Savaşı'na dek, İstanbul'dan yola çıkıp, neredeyse  Adriyatik denizine kadar Osmanlı Devleti'nin sınırları içinde gitmek  mümkündü. Tüm Batı Trakya, Makedonya, Arnavutluk hatta bugünkü  Yugoslavya'nın sınırları içinde yer alan Kosova ve Sancak da Osmanlı  egemenliği altında bulunmaktaydı. Selanik, İmparatorluğun ikinci büyük  kentiydi ve söz konusu "Rumeli" toprakları üzerinde yaşayan nüfusun  çoğunluğu da, ya Türk ya da Müslümandı. Batı Trakya ve Makedonya'da  zamanında Anadolu'dan göç etmiş olan Türkler, Müslüman Pomaklar, hatta  Müslüman Slavlardan oluşan bir Müslüman-Türk nüfus, çoğunluğu  oluşturmaktaydı. Arnavutluk, Kosova ve Batı Makedonya'da yaşayan  Arnavutlar da, Müslüman olmaları sebebiyle, bu nüfusun önemli bir  parçasını meydana getiriyorlardı. 
kaynak: GeldiK http://www.geldik.com/diger-turk-topluluklari/26878-balkanlarda-musluman-turk-varligi-balkanlarda-musluman-turk-varligi-hakkinda.html 
 
  
 
kaynak: GeldiK http://www.geldik.com/showthread.php?t=26878 
Özellikle Osmanlı zamanında bu bölgeye göç eden Türkler ya da kendi  istekleriyle Müslümanlığı seçen halklar, Balkanlar'da büyük bir  Müslüman-Türk nüfusu meydana getirmişti.  
Balkan ülkelerinde yaşayan Türk ve Müslüman halklar, Osmanlı  İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra Anavatan'la olan bağlarını  kesmemiş, kendi kimliklerini her türlü baskıya rağmen korumayı  başarmışlardır. 90'lı yıllarda korkunç etnik kıyımların yaşandığı bu  bölge, günümüzde sükunete kavuşmuş gibi gözükmektedir. Ancak bölgeyi  karıştıran siyasi-etnik çatışmaların nihai bir çözüme kavuşmamış olması,  tedbirli olmayı zorunlu kılmaktadır.  
Balkan Yarımadası; Balkan devletleriyle kurduğumuz ilişkiler,  Müslüman-Türk nüfusu, Batıyla aramızda bir köprü niteliği taşıyan  coğrafi konumu, tarihten gelen birtakım politik sorunların kaynağı  olması gibi çeşitli sebeplerden dolayı büyük bir önem taşımaktadır.  Bölge ülkeleriyle kurulan ilişkilerde takip edilecek olan yöntemin  temelinde barışçı ve dostane bir yaklaşım olmalıdır. Başta Yunanistan'la  olan sorunlar olmak üzere, bölgenin siyasi problemleri bir an önce  çözülmeli, bölge ülkeleriyle mevcut kültürel bağlantılar canlandırılmalı  ve teşvik edilmelidir. Bu ülkelerde yaşayan Müslüman-Türk azınlıklar,  kurulacak dostluk köprülerinin temeli olmalıdır. Ayrıca Türkiye bu  azınlıkların sorunlarıyla yakından ilgilenmeli, onların sorunlarını  uluslararası gündeme taşımalı ve çözülmesi için çaba göstermelidir. 
 
BALKANLAR'DA MÜSLÜMAN-TÜRK VARLIĞININ TARİHİ 
 
BALKANLAR'DAKI Türk varlığının başlangıcı, genel kanının aksine, Osmanlı  döneminden çok öncelere dayanır. İlk olarak Hun Türkleri'yle başlayan  bu mevcudiyet, Orta Asya'dan göç eden çeşitli Türk boylarıyla devam  etmiştir. Bu topluluklar bölgenin kültürel gelişimine büyük katkıda  bulunmuş ancak büyük çapta asimilasyona uğramışlardır. Örneğin Volga  boylarında yaşayan ve Türkçe konuşan Bulgar Türkleri, Slavların içinde  asimile olmuş ve bir Slav topluluğu olarak anılmışlardır. 
 
  
Osmanlı dönemindeki İstanbul'u resmeden bir tablo 
 
kaynak: GeldiK http://www.geldik.com/showthread.php?t=26878 
Balkanlar'ın Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethi, bölgede yeni ve  parlak bir dönemin başlangıcı olmuştur. Yaklaşık 500 yıl süren bu  iktidar döneminde bölgenin sosyal, ekonomik ve kültürel yapısı büyük bir  gelişme göstermiştir. Günümüze kadar ulaşan kültür mirasının büyük bir  kısmı bu dönemde inşa edilmiştir. Yine bu dönemde Türkler, Balkan  topraklarında yaşayan çeşitli topluluklarla köklü bağlar kurarak  bölgedeki Müslüman-Türk varlığını kalıcı hale getirmişlerdir. 
Her dönemde büyük bir stratejik öneme sahip olan Balkanlar, Osmanlı  Devleti'nin çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra da bu  önemini korumuş ve Türk dış siyasetinde önemli bir yer tutmuştur. Ancak  bu tarihten itibaren bölgede yaşayan Müslüman-Türk topluluklar açısından  yeni ve zorlu bir dönem başlamıştır. Etnik kökenlerinden veya  dinlerinden dolayı uygulanan baskılar ve göçlere rağmen varlıklarını  muhafaza etmeyi başaran bu soydaş ve dindaşlarımız, günümüzde kısmen de  olsa bazı sıkıntıları aşmış ve yeni imkanlar elde etmişlerdir. Şimdi,  Balkanlar'daki Müslüman-Türk varlığının bu uzun tarihini daha yakından  inceleyelim. 
 
1.1.Osmanlı'dan Önceki Dönem 
Hazar denizinin kuzeyindeki steplerde hüküm süren Hun Türkleri,  Balkanlar ve Avrupa'ya ilk ayak basan Türkler'dir. 4. yüzyılın başından  itibaren batıya doğru ilerleyen Hunlar, 376 yılında Volga nehrini  geçerek Balkanlar'da yerleşmeye başlamıştır. İlerleyen yıllarda Hun  İmparatoru Attila liderliğindeki ordular Fransa ve İtalya'ya kadar  ulaşmışlardır. Ancak bu ilerleyiş uzun sürmemiş, Türk boyları kısa süre  içinde eski etki ve güçlerini kaybetmişlerdir. Özellikle Slav göçlerini  takip eden dönemde Türk boyları bölge halkının arasında asimile  olmuştur.  
Türkler'in Balkanlar'la olan ilişkisi Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu  İmparatorluğu dönemlerinde de devam etmiştir. Bölgede Müslüman  toplulukların oluşumu da bu dönemde başlamıştır. Özellikle II. Keykubat  zamanında Bizans yönetimiyle iyi ilişkiler kurulmuş, Dobruca bölgesine  Sarı Saltuklu Türkleri yerleştirilmiştir. Bu Müslüman Türk gruplar  bulundukları bölgede İslamiyetin yayılmasına katkıda bulunmuşlardır. Saltukname adlı ünlü eser bu çalışmaları konu edinmektedir. 
kaynak: GeldiK http://www.geldik.com/showthread.php?t=26878 
 
  
"İstanbul'da Yelkenliler", duralit üzeri yağlıboya, Salvator Colacicco 
 
 
13. yüzyıla kadar Balkanlar'da yaşayan Türk toplulukları burada Orta  Asya'dan getirdikleri kültüre ait derin izler bırakmışlardır. Yapılan  arkeolojik kazılarda Hunlara ait kazan, kupa, tas, deri aksesuar gibi  çeşitli gündelik eşyalar ve silahlar bulunmuştur. 
Özellikle Bulgaristan'da yaşayan ve "Eski Bulgar Türkleri" olarak  adlandırılan gruplar zengin bir edebiyat mirası bırakmışlardır. Ponta  Bulgarları, Gagavuz Türkleri, Kuman ve Kıpçaklar Türk folklorunu bu  bölgede yaşatmış ve yaygınlaştırmışlardır.  
Kısacası Türkler, Osmanlı İmparatorluğu bölgeye hakim olmadan çok önce  Balkanlar'a yerleşmiş ve bölgenin etnik, sosyal ve kültürel  yapılanmasında önemli bir rol oynamışlardır. Bu etki bölgenin  adetlerine, geleneklerine ve hatta yemeklerine kadar günlük yaşamın  bütün alanlarına yansımıştır. 
Balkanlar'da gerçek anlamda Müslüman-Türk varlığının doruk noktasına  ulaşması ise 13. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun  fetihleriyle gerçekleşmiştir. 
 
1.2. Osmanlı Döneminde Balkanlar 
13. yüzyılın sonlarında Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasıyla  Anadolu'da birçok beylik kuruldu. Bunlardan biri olan Osmanlı Beyliği,  kısa bir süre içinde Eskişehir, Bilecik, İnegöl ve Bursa'yı fethederek  Osmanlı Devleti'ni kurdu ve Anadolu'daki otorite boşluğunu doldurdu.  Aynı dönemde, Moğol baskısından kaçan Türkmenlere de kapılarını açan  Osmanlı Devleti, 14. yüzyıldan itibaren Batıya doğru fetihler yapmaya  başladı.  
Osmanlı Ordusu 1321 yılında Mudanya'yı alarak Rumeli topraklarına ayak  bastı. 1345 yılında Karesi Beyliği'nin fethiyle Rumeli'ye geçiş  kolaylaştı. Bu tarihten itibaren Türkmenler, başta Trakya olmak üzere  Balkan topraklarına yerleştirilmeye başlandı. 
 
  
Ayvazovski'nin "İstanbul Manzarası" isimli yağlıboya tablosu 
 
1352'de, tahtı ele geçirmek için Osmanlılardan yardım alan Bizans  İmparatoru Kantakuzenos, bu yardımın karşılığı olarak Çimpe kalesi ve  çevresini Orhan Gazi'ye bıraktı. Bu bölge, Süleyman Paşa'nın  önderliğinde Balkanlar'a yayılmak için önemli bir üs olarak kullanıldı.  Anadolu'dan getirtilen kuvvetler bu bölgeye yerleştirildi ve Osmanlı'nın  Rumeli'deki varlığı kalıcı hale getirildi. Dönemin tarih kayıtlarına  göre başta Bolayır ve Malkara olmak üzere, bölgede, Bulgurlu, Esendük,  Şeyh Halil, Kara Ahi gibi Türkçe isimler taşıyan çok sayıda köy ve  yerleşim yeri kurulmuştu. 
1361 yılında Edirne'nin fethi, Balkanlar'da Osmanlı için yeni bir  dönemin başlangıcı olmuştur. Kısa süre sonra devletin merkezi buraya  nakledilmiş ve fetihlere ağırlık verilmiştir. Bu fetihlerde özellikle  Evrenos Gazi, Hacı İlbeyi gibi akıncı beylerinin çok önemli faaliyetleri  olmuştur.  
I. Murat, 1363 yılında Filibe'yi fethetmiş ve Türkmen göçünü  hızlandırmıştır. Bizans topraklarının fethedilmesi üzerine Papa'dan  yardım isteyen Bizans, bir Haçlı ordusu kurulmasına ön ayak olmak  istemiş ancak bu çabalar sonuçsuz kalmıştır. 26 Eylül 1371'de yapılan  savaşta Sırplar yenilgiye uğratılmış, bu sayede Batı Trakya ve  Makedonya'nın yolu açılmıştır. Bu dönemde Vardar'ın doğusu ele  geçirilmiş, 1372'de Selanik önlerine gelinmiştir. Daha sonra sırasıyla  Sofya, Manastır, Pirlepe, Ohri ve 1386'da Sırbistan'ın anahtarı olan  Niş, 1389 ise Sırbistan fethedilmiştir. 1392 yılında Üsküp'ün ele  geçirilmesinin ardından bu şehir ve çevresi, Osmanlı Devleti'nin en  önemli uç merkezlerinden biri haline gelmiştir. 1430 yılında Selanik'in  fethinden sonra Semendire de Osmanlı topraklarına katılmıştır. 
1448 yılında II. Kosova Savaşı'nın kazanılması, Balkanlar'daki Osmanlı  hakimiyetini güçlendirmiştir. 1453 yılında İstanbul alınmış ve Fatih  Sultan Mehmed döneminin sonuna gelindiğinde Yunanistan, Sırbistan,  Arnavutluk ve Bosna dahil olmak üzere Balkanlar'ın neredeyse tamamında  hakimiyet kurulmuştur. 1521 yılında Sultan Süleyman Belgrad'ı ele  geçirerek Macaristan'a giden yolu açmıştır.  
Osmanlı Devleti'nin gerçekleştirdiği bu büyük çaplı fetihlerin ardından,  Balkanlar'da büyük bir Müslüman-Türk nüfusu oluşmuştur. Sadece Müslüman  ve Türk gruplar değil, hakimiyet altında olan bütün Balkan ulusları,  Osmanlı yönetimi altında parlak bir dönem geçirmişlerdir. Osmanlı'nın  adil bir yönetim uygulaması, halkın dinini, malını, canını, namusunu  güvence altına alması, hakim olduğu bölgelerde imar çalışmalarına önem  vermesi farklı halkların barış içinde birarada yaşamasını sağlamıştır. 
 
  
İstanbul'un Fethi 
 
Bu mutlu dönem, 19. yüzyılın başından itibaren yerini karmaşaya  bırakmış, ulus devletlerin kurulmasına kadar geçen süreçte büyük  savaşlar yaşanmış, büyük can ve mal kaybı olmuştur. Çeşitli  ideolojik-etnik çatışmalar sadece Müslüman-Türk grupları değil,  Balkanlar'da yaşayan birçok ulusu olumsuz yönde etkilemiş, önemli  yaralar açılmasına sebep olmuştur.  
Fransız İhtilali'ni takip eden dönemde, aşırı milliyetçilik akımlarının  etkisi altına giren Balkan ulusları, Osmanlı yönetimine karşı, peş peşe  isyanlar başlatmış ve kendi ulus devletlerini kurmuşlardır. Bu dönemde,  tersine bir göç yaşanmış, Balkan Türkleri'nin büyük bir kısmı Anadolu'ya  dönmek zorunda kalmışlardır. Ancak bütün bu göçe rağmen, Balkanlar'da  hatırı sayılır miktarda Müslüman-Türk nüfusu kalmış, bu gruplar  Anavatan'la olan bağlarını koparmamışlardır. Osmanlı'nın yıkılmasından  sonra da Balkanlar ve Balkan Müslüman-Türk halkları, Türk dış  politikasının en önemli konularından biri olmuştur. 
 
1.3. Osmanlı Yönetim Anlayışı 
Osmanlı Devleti, hakimiyet kurduğu tüm bölgelerdeki halklara iyi  davranmış, onların haklarını yaşadıkları yerlerde korumuştur. Bu  bölgelerin yerel askeri güçleri, Osmanlı egemenliği altına girmeye  teşvik edilmiş ve daha sonra sancaklarda Hıristiyan tımar erleri olarak  görevlendirilmişlerdir. "İstimalet" adı verilen bu uzlaştırıcı  politikaya göre, bölge halkının gönlü kazanılmış, adalet ve hoşgörüye  dayanan yönetimin bir parçası olarak bu halklara din ve vicdan hürriyeti  tanınmıştır. Yine aynı politikaya uygun olarak yerel halka karşı  şefkatli bir üslup kullanılmış, asla baskıcı ve zorlayıcı bir politika  izlenmemiştir. Özellikle dini Ortodoks olan Rumeli halklarını, dönemin  Katolik Kilisesi'nin baskısından kurtarmaları, Türkler'in kurtarıcı  olarak tanınmalarını sağlamıştır. 
Osmanlı'nın bölgedeki farklı etnik kökene ve dine sahip olan halklara  gösterdiği hoşgörü ve adalet, bu milletler tarafından da ifade edilen  bir gerçektir. 12 Şubat 1867 tarihli bir metinde, Bulgarların 500 yıllık  Osmanlı idaresi boyunca ne kadar huzurlu ve güvenli bir hayat  yaşadıkları, benzer bir ortamı dönemin diğer milletlerinin idaresinde  bulmalarının mümkün olmadığı şöyle ifade edilmektedir:Bulgar  Milleti kulları beş yüz seneden beri Osmanlı idaresi altında mesut  olarak yaşamaktadırlar. Bu süre zarfında mal, can ve dinleri  fesatçıların ve kötülük peşinde olan kişilerin tecavüzünden muhafaza  edilmiştir. Halbuki diğer memleketlerde yaşayan güçsüz ve fakirler,  zenginlerin saldırılarına ve zulmüne maruz kaldıkları gibi kendilerine  her türlü haksız muamele de reva görülmüştür. Zira Osmanlı idaresi  altında yaşayan kuvvetliler tarafından güçsüzlere hiçbir şekilde eziyet  edilmemiş, güçlüler ve zayıflar devletin bahşettiği adalet ve  hakkaniyetten aynı nisbette faydalanmışlardır. Osmanlı idaresindeki  Hıristiyanlar arasında din ve mezhep farkı gözetilmeyerek hepsine eşit  muamele edilmiştir. 
 
Osmanlı  Devleti dünya tarihinin en uzun ömürlü ve en büyük devletlerinden biri  olmuştur. Osmanlı'yı böylesine etkili ve görkemli kılan, (üstün askeri  gücünün yanı sıra) idaresi altındaki milletlere tanıdığı haklar ve  yöneticilerinin adalet, hoşgörü gibi güzel özellikleridir. 
 Pan-Slavizm  propagandasından etkilenerek Rusya'ya göç eden Bulgarların 30 Ocak  1862'de Osmanlı Devleti'ne geri dönebilmek için padişaha yazdıkları  mektup, Osmanlı'nın Balkanlar'da inşa ettiği nizamı ifade eden bir başka  örnektir: 
"Ecdadımız  Osmanlı idaresi altında rahat ve her türlü nimet ve adaletle dolu bir  hayat sürmüşler iken bizler, Rusya'ya gitmekle yazık ki bir tuzağa  düşmüş olduk. Saf insanlar olduğumuz için aleyhimize tertiplenen bu  hareketin sonunu düşünmedik ve bu işi bilerek yapmadık... Gece gündüz  pişmanlık gözyaşları döküyoruz. Zira burada hiç kimse yüzümüze  bakmıyor... Bizler gibi kandırılan Bulgar hemşehrilerimizle birlikte  affedilerek tekrar Osmanlı topraklarına dönebilmemiz hususunu niyaz  ederiz." 
 Osmanlı  İmparatorluğu'nun gayrimüslimlere olan hoşgörüsü, ilerleyen yüzyıllarda  da sürmüştür; İspanya'daki Engizisyon vahşetinden kaçan Yahudiler,  güvenlik ve hoşgörüyü Osmanlı topraklarında bulmuşlardır. Bu hoşgörünün  kaynağı ise, Kuran ahlakıdır. Allah Kuran'da Müslümanlara; Kitap  Ehli'ne, yani Yahudi ve Hıristiyanlara karşı iyilikle davranmalarını  emretmiştir:
İçlerinde  zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın  dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman  ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim  olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46) 
 
 
  
Osmanlı'da günlük yaşamı konu alan bir yağlıboya tablo 
 
Bu şuurla hareket eden Osmanlı yöneticileri, tüm tarihçilerin kabul  ettiği örnek bir hoşgörü sergilemişlerdir. Yeni fethedilen bölgelerdeki  halkın sıkıntılarının giderilmesi, Osmanlı'ya duyulan sempatiyi de  artırmıştır. Yine bu bölgelerde Hıristiyanların örflerine ve idare  şekillerine de dokunulmamıştır. Dahası Osmanlı yönetimi halkın önceki  yönetime ait vergi yükünü azaltacak düzenlemeler yapmış, keyfi  uygulamalara son vermiştir. 
 Bu  dönemde, Osmanlı Devleti sistemli bir iskan politikası uygulamış ve  uzun yıllar boyunca Anadolu'dan Balkanlar'a yapılan Türkmen göçleri  sayesinde, başta Rumeli olmak üzere Balkanlar'ın büyük bir kısmı Türk  yurdu haline gelmiştir. Bu göçlerle ilgili olarak birçok tarihi kayıt  bulunmaktadır. Osmanlı tarihçisi Mehmet Neşri'nin düştüğü kayıtlardan  biri şu şekildedir:...Süleyman  Paşa Rum-iline geçti, evvel atası Orhan Gazi'ye haber gönderdi. "Kim  devletli sultanımın himmetiyle Rum-ilini fethetmeye sebep olundu,  küffarın gayrette zebunluğu vardır", dedi. Ve "bu tarafta feth olan  hisarlarda konmağa çok adam gerek, lütf edip yarar yoldaş gönderesiniz",  dedi. Orhan Gazi dahi bu sözü işitip ferahnak oldu. Karesi vilayetinde  göçer Arab olurdu. Göçer evlerle gelmişlerdi. Anda olurlardı. Anları  Orhan Gazi sürüp Rum-iline geçirdi. Bir zaman Gelibolu nevahisinde sakin  oldular� Yevmen fe-yevmen durmadan feth içinde oldular. Ve bu taraftan  Karesi vilayetinin halkı dahi gelir oldular ve gelenler yurt tutup  gazaya meşgul oldular�  
Bu göç hareketi daha çok şimdiki Bulgaristan yönünde gerçekleşmiş,  Varna'dan Tuna'ya uzanan bölgede çok sayıda Türk yerleşim bölgesi  kurulmuştur. Bir çeşit tapu-kadastro defteri olan "mufassal tahrir  defterleri"nin kayıtlarında bu köyler Türkçe isimleriyle ayrıntılı  olarak belirtilmiştir. 
 
 
Osmanlı  Devleti, hakimiyet kurduğu tüm bölgelerdeki bölge halkının gönlünü  kazanmış, adalet ve hoşgörüye dayanan yönetiminin bir parçası olarak bu  halklara din ve vicdan hürriyeti tanımıştır. 
Özellikle  Yıldırım Beyazıd döneminde göç hareketi hızlanmış, bölgeye yapılacak  yerleşimlerde büyük teşvikler uygulanmıştır. Bu çerçevede göçerlere  zengin topraklar, aşiret olarak göçenlere yurtluk, tımar gibi  ayrıcalıklar sağlanmıştır. 15. yüzyılda, Trakya, Bulgaristan ve  Makedonya tamamen Türk hakimiyeti altına girmiştir.  
Bu dönemde yerel halk arasında İslamiyet yayılmaya başlamış, Hıristiyan  köylerinde yaşayan ve İslam'ı seçen köylüler, nüfus kayıtlarına baba  adlarını Abdullah olarak düşmüşlerdir. 
Bir süre sonra, Serez, Filibe, Babadağ, Elbasan, Saraybosna, Silistre,  Üsküp, Priştine, Kırçova, Gostivar ve Kalkandelen gibi önemli yerleşim  yerleri birer Türk şehri haline gelmiş, bu şehirlerde yaşayan  gayrimüslim halkın büyük bir çoğunluğu İslam dinine geçmiştir. 
16. yüzyılda Üsküp ve Manastır nüfusunun % 65-70'i, Niğbolu ve  Tırnova'nın % 50'si, Vidin, Sofya ve Filibe'nin % 70'i Müslümanlardan  meydana gelmiştir. 
Osmanlı yönetimi, bu bölgelerde iskanla birlikte imar çalışmalarına da  önem vermiş, Balkanlar baştan sona han, hamam, cami, köprü, medrese gibi  Osmanlı eserleriyle donatılmıştır. Bu huzur ve refah dolu dönem 19.  yüzyıla kadar devam etmiştir.  
BALKAN ÜLKELERİNDE MÜSLÜMAN-TÜRK KÜLTÜR MİRASI 
 
  
 
OSMANLI Devleti'nin, Balkanlar'daki hakimiyeti yaklaşık 500 yıl  sürmüştür. Bu uzun dönem boyunca Müslüman-Türk kültürüne ait önemli  eserler inşa edilmiş, bölgenin gayrimüslim halkları da bu zengin  kültürden faydalanmıştır. Osmanlı Devleti imar çalışmalarına büyük önem  vermiş; yollar, köprüler, camiler, medreseler inşa etmiş, ardında  sayısız eser bırakmıştır. Ancak kültür mirası, mimari eserlerle sınırlı  değildir; Balkan topraklarında yerleşen Müslüman-Türk gruplar,  beraberlerinde halk ve tasavvuf edebiyatını, çeşitli sanat kollarını,  yeme-içme kültürünü, daha doğrusu Müslüman-Türk medeniyetinin bütün  unsurlarını bu bölgeye taşımış, yaygınlaştırmış ve günümüze kadar  yaşamasını sağlamışlardır. Örnek olarak Türk yemek kültürüne ait birçok  unsur bugün Balkanlar'da gelenek haline gelmiştir; bu çerçevede pide,  börek, kebap, dolma, somun, gevrek, sarma, helva, boza, salep, kahve,  şerbet, kadayıf, baklava, fincan, bardak, tas, cezve gibi sayısız kavram  Balkan kültürüne geçmiştir. Bugün Balkan ülkelerinde gezen bir turist,  hemen her adımında Osmanlı'dan kalma bir eserle karşılaşmakta, o  kültürün izlerini takip edebilmektedir. Uzun yıllar boyunca ihmal edilen  ve ancak son zamanlarda yeni yeni ilgi görmeye başlayan bu eserler 500  yıl boyunca kök salmış bir kültürü temsil etmektedir.  
 
2.1. Mimari Eserler 
Balkanlar'da, Osmanlı dönemine ait Türk şehir mimarisinin en güzel  örnekleri verilmiştir. Bu çerçevede şehir merkezlerine cami-mescit,  tekke-zaviye ve türbe gibi dini yapılar; han, bedesten, kervansaray,  arasta ve çarşı gibi ticari yapılar; imaret, hamam, köprü, su kemeri,  çeşme ve saat kulesi gibi sosyal yapılar; mektep, medrese ve kütüphane  gibi eğitim merkezleri; kale, kule-ocak, burç ve tabyalar gibi askeri  yapılar inşa edilmiştir. 
 
  
 
Mimari zenginliğin de İslam ahlakının uluslara kazandırdığı bir vasıf  olduğunu belirtmek gerekir. İslam öncesinde Ortadoğu ve Orta Asya  halkları mimari yönden oldukça geri bir düzeyde olmalarına karşın, İslam  ahlakıyla şereflenmelerinin ardından, diğer pek çok kültürel alanda  olduğu gibi mimari alanında da büyük bir yükseliş yaşamışlardır.  Kuran'da Hz. Süleyman'ın estetik zevkini ve yaptırdığı büyük mimari  eserleri bildiren ayetler tüm Müslümanlar için yol gösterici olmuştur:Süleyman  için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara  (boyun eğdirdik); erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık... Ona  dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve  yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı... (Sebe Suresi, 12-13) 
Bu şuurla yapılan mimari eserleri, İslam tarihinin her döneminde görmek  mümkündür. Osmanlı ise bu alandaki zirveyi temsil etmektedir. Türk  mimari tarihinin ünlü isimlerinden Ekrem Hakkı Ayverdi, uzun  araştırmalar sonucunda yayınladığı Avrupa'da Osmanlı Mimarisi  adlı eserinde, Osmanlı'nın sadece Balkanlar'da 15.787 adet mimari yapı  inşa ettiğini ortaya koymuştur.Sadece Bulgaristan'daki mimari eserlerin  sayısı 3399 adettir; bu sayı, 2356 adet cami-mescit, 142 medrese, 273  mektep, 174 tekke-zaviye, 42 imaret, 116 han, 113 hamam-ılıca-kaplıca,  27 türbe, 24 köprü, 16 kervansaray, 74 çeşme, saat kuleleri, hastaneler,  bedestenler, kütüphaneler ve çeşitli sanat eserlerinden meydana  gelmiştir. Günümüzde bu eserlerin büyük bir kısmı yok olmuştur; orijinal  halini koruyan eser sayısı ise çok azdır. 
kaynak: GeldiK http://www.geldik.com/showthread.php?t=26878 
 
 
Vardar Nehri üzerinde, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yaptırılan Taş Köprü (Fatih Köprüsü) ve Samokov'da bir Türk çeşmesi 
 
Bu mimari yapılardan Romanya Babadağ'daki Sarı Saltuk Türbesi;  Arnavutluk Kruya'da Sarı Saltuk Türbesi; Bosna-Hersek Blagay'da Sarı  Saltuk Türbesi; Bulgaristan Obroçişte-Balçık'ta Akyazılı Tekkesi ve  İmareti; Köstendil'de Koca İsnak Paşa Köprüsü, Uludere Harmanlı Köprüsü;  Budapeşte'de Gül Baba Türbesi; Kosova Priştine'de Sultan Murat  Hüdavendigar Türbesi; Üsküp'te Sultan Murat Camii, Kurşunlu Han;  Filibe'de Sultan Murat Hüdavendigar Camii, Karagöz Paşa Medresesi,  Hünkar Hamamı, Şahabeddin Paşa Hamamı; Saraybosna'da Gazi Hüsrev Bey  Camii; Sofya'da Mahmut Paşa Camii ve Kervansarayı, Şumnu'da Şerif Halil  Paşa Camii, saat kulesi; Yunanistan Kavala'da Mehmet Ali Paşa Medresesi,  yeniden inşa edilen Mostar Köprüsü; Manastır-Bitola, Pirlepe'de saat  kuleleri; Peç'te Kazım Paşa Camii gibi çeşitli örnekler günümüze kadar  ulaşmıştır.. Ancak ne var ki, bu yapıların bazıları bakımsız ve ihmal  edilmiş durumdadırlar. Özellikle Bulgaristan, Romanya, Sırbistan,  Macaristan gibi ülkelerdeki eserler, Eski Yugoslavya'da bulunanlara göre  çok daha kötü durumdadır. Türk kültür mirasının bir parçası olan bu  önemli eserler, yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. İhmal ve  bakımsızlığın yanı sıra yıkılmayan bazı önemli tarihi binaların farklı  amaçlarla kullanılması, bilinçsiz bir şekilde tadilat çalışmalarında  bulunulması, eserlerin ideolojik olarak tahrip edilmesi bu mimari  yapıların tükenmesine yol açmaktadır. Türkiye'nin bu eserlerin  restorasyonu ve korunması için girişimde bulunması, Balkan ülkeleriyle  bu konuda iş birliği imkanları araması son derece isabetli bir politika  olacaktır. 
 
  
 
Macaristan'da Osmanlı'dan kalan en büyük mimari eser olan Gazi Kasım  Paşa Camii şu anda kilise olarak kullanılıyor. Caminin kubbesi, Hunyadi  Yanoş heykeliyle yüz yüze Peç'in en kalabalık meydanına bakıyor. 
Macaristan'ın her yerinde Osmanlı'nın izlerine rastlamak mümkün. İşte,  Kanuni döneminde kuşatılmasına rağmen, kışın bastırması sebebiyle  alınamayan, 1596 yılında III. Mehmed tarafından fethedilen Eğri  Kalesi'nden bir görünüm. III. Mehmed, bu zaferden dolayı, Osmanlı  tarihinde "Eğri Fatihi" olarak anılır. 
 
2.2.Edebiyat Mirası 
Balkanlar'da, Osmanlı yönetimi tarafından sürdürülen imar faaliyetleri,  bilim, kültür ve sanat konusunda önemli ilerlemelere yol açmıştır.  Özellikle bu dönemde inşa edilen medrese, mektep, tekke ve zaviyeler,  yeni bilim ve sanat insanlarının yetişmesini sağlamıştır. Nitekim II.  Beyazıd döneminden itibaren yazılı metinler üreten sanatçılara  rastlanmaya başlanmıştır. Balkanlar, Osmanlı İmparatorluğu içinde,  sanatçı, bilim ve devlet adamı üreten bir merkez haline gelmiştir.  16.-17. yüzyıllar arasında, devlet içinde görev alan 22 sadrazam  Bosnalı'dır. 16. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı edebiyat eserlerinin  büyük bir kısmı da Balkanlar'da üretilir olmuştur. 
 
  
 
Bu konuda önemli eserler veren Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı  Mustafa İsen yaptığı araştırmalara dayanarak bu konuyu şöyle  açıklamaktadır:  
"Osmanlı sarayından başlanarak taşrada şehzade sancakları ve beyler,  kendi konumlarına uygun bir sanatçı kadrosunu maiyetlerinde  bulunduruyorlardı. Böyle bir kadro, yöneticiliğin şartlarından  sayılıyordu. Osmanlı Rumelisi özel konumu nedeniyle çok sayıda akıncı  ailesinin de barınma yeriydi. Bu yüzdendir ki akıncı beyleri,  çevrelerinde maiyetlerindeki serdengeçtileri sürekli istim üzerinde  tutacak derviş-meşrep şairlere ihtiyaç duyarlar ve onları himaye  ederlerdi. Bu ve buna eklenecek başka sebepler yüzünden Rumeli adeta  şairler ocağıdır.."  
Ayrıca İsen'in araştırmasında, şair tezkirelerine dayanarak Bulgaristan,  Yunanistan, Makedonya, Yugoslavya gibi Balkan ülkelerinde yaşamış çok  sayıda Osmanlı şair ve edebiyatçısını da tanıtılmaktadır. 
Balkanlar'da Türk edebiyatının tasavvuftan halk edebiyatına kadar her  türünde önemli eserler verilmiş, bu edebi anlayış, bölgede kök salmış ve  yerel halkların kültürüyle kaynaşmıştır. Balkan ve Türk grupların  arasındaki kültür alışverişi, ortak bir kültürün temelini oluşturmuştur.  Bölgede konuşulan Slav ve Türk dilleri alışverişe girmiş, sayısız  Türkçe kökenli kelime, çok sayıda atasözü, deyim, fıkra Balkan  kültüründe yerini almıştır. Bunun en güzel örneklerinden biri Nasrettin  Hoca'dır. Anadolu'dan göç eden Türkmenlerle Balkanlar'a ulaşan Nasrettin  Hoca fıkraları yerel halk tarafından benimsenmiş ve kendi halk  kültürlerine maledilerek sahiplenilmiştir:Sırpça-Hırvatça'da  Türkçe kökenli kelimelerin sayısının 7000 dolayında olduğu yıllar önce  tespit edilmiştir. Bulgarca'da bunların sayısının 5000 dolayında olduğu  B.Tsonev tarafından ortaya atılmıştı. Ancak yapılan en yeni araştırmalar  Bulgarca'daki Türkçe kökenli kelimelerin 6500'ün üzerinde olduğunu  göstermektedir (Bkz.:Alf Grannes, Kjetil Rö Hauge, Hayriye Süleymanoğlu,  Bulgarca'da Türkçe Kökenli Kelimeler Sözlüğü). 
Ünlü Bulgar mizah yazarı Radoy Ralin, Bulgarca'da kullanılmakta olan  Türkçe kökenli atasözlerinin sayısının 500 olduğunu söylüyor. Bulgarlar  arasında bilinen Nasrettin Hoca fıkralarının 900, çeşitleriyle birlikte  2000 dolayında olduğunu yazıyor Sava Popov. 
Türk edebiyatının Balkanlar'da geniş olarak özümsenmiş olduğunu gösteren  örnekleri artırmak mümkündür. Bu konuda yapılmış çok sayıda bilimsel  araştırma, Slav ve Türk kültürünün kaynaşarak ortak ve zengin bir edebi  kültür oluşturduğunu, Balkan kültüründe Türk izlerini takip etmenin  kolay olduğunu ortaya koymaktadır. 
kaynak: GeldiK http://www.geldik.com/showthread.php?t=26878 
 
  
2.3. Sonuç  
Buraya kadar incelediğimiz az sayıda örnekten de anlaşılacağı gibi,  Balkanlar'da 500 yıldan fazla bir süre boyunca hakim olan Osmanlı  Devleti, zengin kültürünü bu bölgeye taşımış, halkların kurduğu  ilişkiler bu kültürün paylaşılmasını, bölgede kökleşmesini sağlamıştır.  Bölgeye göç eden Müslümün-Türk halklar, beraberlerinde Anadolu-İslam  kültürünü, mimarisini, el sanatlarını, Türk Orta Asya-Anadolu kültür ve  geleneğini, folklorunu taşımışlardır. Gittikleri bölgelerde, yerel  halkla sıkı dostluk ilişkileri kurmuş, ilişkiler sadece ticaretle  sınırlı kalmamıştır.  
İslam ahlakını yakından ve en güzel örnekleriyle tanıma imkanı bulan  halkın bir kısmı toplu olarak din değiştirmiş, Müslüman olmuştur. Bu  yakınlaşma, akrabalık ilişkileriyle perçinlenmiş, ortaya zengin bir  kültür çıkmıştır. Yeme-içme, giyim-kuşam gibi günlük hayatın esas  unsurlarından halk türkülerine, anlatılan fıkralardan atasözlerine kadar  Müslüman-Türk yaşam tarzının bütün unsurları yerel halkın hayatına  girmiş ve önemli bir yer kazanmıştır. Kimi bölgelerde, ırkı Slav, dini  İslam olan, farklı diller konuşan bu gruplar, Anadolu'yla Batı arasında  gerçek bir kardeşlik ve kültür birlikteliği kurmuş, barış ve huzur  temsilcileri olmuşlardır. 
Son dönemlerde, bölgede yaşayan Müslüman-Türk nüfusun azalması, bu  insanların göçe zorlanması ya da etnik katliama uğraması, temelleri 500  yıl önce atılan mevcudiyetin izlerini silememiştir. Uzun asırlar boyunca  oluşan, zenginleşen, halkların içine işleyen kültür mirası, zor  kullanılarak yok edilemez; ancak gerekli ilgi ve ihtimam gösterilmezse,  bir anlamda bu mirasa ihanet edilmiş olunacaktır.  
 
GÜNÜMÜZDE BALKAN ÜLKELERİ VE SORUNLAR 
 
 
SON  yıllarda Balkanlar'da bazı ülkelerin sınırları ve yönetim şekilleri  değişmiş, yeni anlaşmalar yapılmış, yeni stratejik-ekonomik ortaklıklar  kurulmuştur. Bu önemli değişimler, Balkan ülkelerinde yaşayan  Müslüman-Türk azınlıkları derinden etkilemiş, kimi ülkelerde bu  halkların varlığını tehlikeye düşürmüş, onları korkunç "etnik temizlik"  girişimlerinin hedefi haline getirmiştir. Bosna-Hersekli Müslümanların  ve Kosovalı Arnavutların maruz kaldıkları radikal Sırp saldırganlığı, bu  trajedilerin en büyük iki örneğidir.  
Son  dönemde meydana gelen değişimlerin önemli bir yansıması olarak,  Türkiye'nin, Balkan ülkeleriyle ilişkilerinin geleneksel yapısı da  değişime uğramıştır. Bu ülkelerin son yıllarda yaşadığı değişimi ve  Müslüman-Türk azınlıkların durumunu yakından incelemek, konuyu daha iyi  kavramamıza imkan verecektir. 
 
Yunanistan 
Yunanistan,  Balkan ülkeleri içinde, Türkiye açısından ayrı bir konuma sahiptir. İki  ülke arasında, 1920 yılında yaşanan savaştan sonra hiçbir çatışma  yaşanmamasına, onlarca yıldır aynı ittifakların içinde bulunulmasına  rağmen, kronikleşmiş bazı sorunlar vardır. Ve bu sorunlar günümüzde de  herhangi bir çözüme ulaşamamıştır. İki komşu ülkenin arasındaki  sorunların çözülmesi, hem bu ülkeler hem de bölge için gereklidir.  
Önce  iki ülkenin ilişkilerinin tarihçesine bakalım. Osmanlı Devleti 1354  yılında Gelibolu'ya yerleşmiş, 1362'de Edirne'yi, kısa süre sonra da  Gümülcine, Serez, Drama ve Kavala'yı topraklarına katmış. Bu tarihten  itibaren Bizans'ı vergiye bağlamış, sonraki dönemlerde Teselya, Vardar  ve Selanik'i alarak günümüz Yunanistanı'nın büyük bir kısmını  fethetmiştir. 1453 yılında gerçekleşen İstanbul'un fethi, Bizans'ın  sonunu getirmiş, 1461'de Trabzon ve Mora'nın hakimiyet altına alınması,  bu sonu kalıcı kılmıştır. İlerleyen yıllarda Ege adaları; 1522'de Rodos,  1566'da Sakız ve Naksos, 1571'de Kıbrıs, 1577'de Sisam, 1699 yılında da  Girit fethedilmiştir. Bu hakimiyet 1830 yılında Yunanistan'ın  bağımsızlığını kazanmasına kadar devam etmiştir. 
Osmanlı  İmparatorluğu'nun ılımlı yönetim politikası Yunan halkı için de geçerli  olmuştur. Rum-Ortodoks halk, diğer gayrimüslim tebaanın sahip olduğu  bütün haklara, ayrıcalık ve imtiyazlara sahip olmuştur. Bu dönemde halk,  yerel ve özerk yönetimler kurma hakkına sahip olmuş, birçok bölge vergi  muafiyeti altına girmiştir. Encarta Ansiklopedisi'nde Rumların Osmanlı  idaresi altında huzur ve barış içinde yaşadıkları şöyle anlatılır: 
Osmanlı İmparatorluğu'nun Rum halkları, genel olarak dinsel özgürlük ve  hatırı sayılır bir otonomiye sahip olmuşlardır. Ortodoks Kilisesi'nin  başı olan Patrik, Osmanlı başkenti olan İstanbul'da yerleşmiştir. Etnik  kökenleri ne olursa olsun Ortodoks Hıristiyanların politik ve manevi  lideri odur. İstanbul'un Fener semtinden gelen küçük ailelerin üyeleri  olan Fener Rumları, Osmanlı sultanının hizmetinde önemli yönetim ve  diplomasi mevkilerine sahip olmuşlardır. 
Ayrıca, Fatih Sultan Mehmet'in fermanıyla büyük imtiyazlar elde eden  Patrik, sadece Rumların değil, Osmanlı topraklarında yaşayan bütün  Ortodoksların temsilcisi haline gelmiş, evlilik işlemlerinden miras  işlerine, cezai davalardan günlük hayata kadar bütün alanlarda  Ortodoksların yöneticisi olmuştur. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde,  Patrik, 13 milyon kişiyi bulan Hıristiyan uyruğunun üzerinde yetki  sahibiydi ve bu rakam, Osmanlı'nın bütün uyruklarının dörtte birini  oluşturmaktaydı. 
Osmanlı  İmparatorluğu, bugünkü Yunanistan topraklarında yaklaşık 400 yıl hakim  olmuş, Selanik, Osmanlı'nın ikinci büyük şehri haline gelmiştir. Başta  Fransız Devrimi'yle ortaya çıkan ulusçuluk akımı olmak üzere, çeşitli  sebepler sonucu 1814-1820 yıllarında başlayan etnik isyanlar, 1829  yılında Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanmıştır. 24  Temmuz 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması'na kadar geçen sürede,  Yunan tarafı "Megali İdea" politikasını hayata geçirmeye çalışmış, bu  amaçla yayılmacı bir politika uygulamıştır. 
 
  
 
 
Megali  İdea, kelime anlamı ile "büyük ideal, büyük fikir" demektir. Rigas  Pheraios adlı bir Yunanlı tarafından ilk defa 1791 yılında gündeme  getirilmiştir. Bu fikre göre, 1453'te Fatih Sultan Mehmet tarafından  fethedilen İstanbul tekrar ele geçirilecek, Yunanistan, Girit, Rodos,  Kıbrıs, Anadolu, Rumeli, Balkanlar, Yakın Doğu ve Ortadoğu'yu, kısacası  Türk topraklarının büyük bölümünü kapsayan ve başkenti İstanbul olan  yeni bir "Büyük Bizans İmparatorluğu" kurulacaktır. 
kaynak: GeldiK http://www.geldik.com/showthread.php?t=26878 
Gerçekleşmesi  imkansız bir hayal olan bu plan, 19. yüzyılın başından itibaren -o  dönemin siyasi koşullarında- taraftar toplamaya başlamış, bu amaçla  haritalar hazırlanmış, Rum halkı arasında yoğun bir propaganda ve beyin  yıkama çalışması başlatılmıştır.  Osmanlı vatandaşı olan Rumlar kışkırtılmış ve bir kısmı Osmanlı  Devleti'ne karşı ayaklanmışlardır. 1821'de başlayan Yunan isyanı kısa  sürede sonuç vermiş; 1830 yılında dönemin büyük güçleri olan İngiltere,  Fransa ve Rusya'nın koruması altında Yunanistan bağımsızlığını ilan  etmiştir.  
I.  Dünya Savaşı'nın ardından Yunan ordularının Anadolu'yu işgali, söz  konusu "Megali İdea"yı uygulamak için başlatılmış bir girişimdir. Ancak,  elbette, Türk Milleti'nin kahramanca yürüttüğü Kurtuluş Savaşı  karşısında başarısızlığa uğramıştır. Kurtuluş Savaşı'nda yaşadığı büyük  yenilgi, Yunanistan'ın toprak kazanma hayallerini durdurmuş ve Türkiye  ile olan ilişkilerinde yeni bir dönem başlatmıştır. 
 
  
Mora'da Türklere karşı isyanı gösteren kartpostallar 
 
Lozan  Antlaşması'nın ertesinde, Türk-Yunan ilişkilerinde belirgin bir  yumuşama dönemi yaşanmış, arada yaşanan sorunlar, görünüşte de olsa,  kısa sürede sona erdirilmiştir. Ancak ileriki yıllarda yaşanacak büyük  sorunların temeli de bu dönemde atılmış, 30 Ocak 1923 yılında imzalanan  Mübadele Anlaşması'nın uygulamaya geçmesi sırasında ortaya çıkan  sorunlar, iki ülke arasındaki güvensizliğin yeniden doğmasının da  temellerini atmıştır. 1930'dan itibaren başlayan yakınlaşma süreci  Venizelos'un Türkiye'ye gelmesi ve tarafların bir Dostluk, Tarafsızlık,  Uzlaştırma ve Hakemlik Anlaşması imzalamalarıyla daha derin bir görünüm  kazanmıştır. 1952 yılında iki ülke de NATO'ya katılarak güçlü bir  ittifakın içinde yer almış, ortak cephe oluşturmuşlardır. Bu bahar  havası, 9 Ağustos 1954 yılında imzalanan Balkan İttifakı'yla devam etmiş  ancak 1955 yılında Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasıyla, hem  Yunanistan-Türkiye ilişkileri bozulmuş hem de Balkan İttifakı sona  ermiştir. 
Bu  tarihten itibaren, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler üç temel  sorun üzerinde odaklanmıştır. Hiç kuşkusuz bu sorunların en büyüğü,  günümüzde de önemi artarak devam eden Kıbrıs sorunudur. Diğer iki konu  ise Ege ve azınlıklar sorunlarıdır.  
 
GÜNÜMÜZDE BALKAN ÜLKELERİ VE SORUNLAR 
 
Kıbrıs Sorunu 
15.  yüzyılın sonlarında Venedikliler Kıbrıs'a hakim olmuş, yaklaşık bir  asır boyunca adanın yönetimini ellerinde tutmuşlardır. Venedik idaresi  altında Kıbrıs halkı, siyasi, ekonomik ve dini bakımdan büyük baskı  görmüş, Kıbrıslı Ortodoks Rumlar mezhep değiştirmeye ve Katolik olmaya  zorlanmış, ağır vergiler ve baskılar altında ezilmişlerdir. 
Osmanlı  Devleti, Doğu Akdeniz'de güvenliği sağlamak için adanın yönetimini  üstlenmekten başka bir çare olmadığını görmüş, bu amaçla önce diplomatik  girişimlerde bulunmuş, sonuç çıkmayınca da Kıbrıs'a sefer düzenleme  kararı almıştır. Ağustos 1571'de Kıbrıs fethedilerek Osmanlı  İmparatorluğu'na katılmıştır.  
Osmanlı,  Rumların üzerindeki ağır baskıları kaldırmış, rahat ve huzurlu bir ortam  sağlamıştır. Böylece ada halkı o dönemin şartlarına göre geniş  imkanlara, haklara ve özgürlüklere kavuşmuş; kendi kiliselerinde tam bir  hürriyet içinde ibadet edebilmiştir. Fetihten sonra, Anadolu'dan göç  eden Türkler sayesinde adada belirli bir Türk nüfusu oluşmaya başlamış,  bu Türkler Kıbrıs'ın sosyal, kült&   | 
																 
															 
														 | 
													 
													
														  | 
													 
													
														|   | 
													 
													
														  | 
													 
													
														 | 
													 
												 
											 | 
										 
									 
								 | 
							 
						 
					 | 
					 | 
					
						
					 | 
					 | 
					
						 |    |