Bulgaristan’da Osmanlı Maddi Kültür
Mirasının Tasfiyesi (1878-1908)
Aşkın Koyuncu
Özet
Balkanlarda ulus devletlerin kuruluşu Osmanlı geçmişi ile büyük bir
kırılma yaşanmasına, Osmanlı geçmişinin reddine ve Osmanlı mirasının
tasfiyesine sebep oldu. Bulgaristan’da saf bir ulusal kimlik inşası ve ulus
devletin konsolidasyonu sürecinde Osmanlı mirasının tasfiyesi
Avrupalılaşmanın ön koşulu olarak görüldü. Bu nedenle Bulgar
modernleşmesi, en başından bir “deosmanizatsiya” hareketine büründü.
Ancak, Bulgaristan’da Osmanlı mirasının tasfiyesi mücerret bir
modernleşme sorunu olmaktan çok, din taassubu, ulusçuluk ve ulus
devlet modelinin telkin ettiği bir zorunluluktu. Bulgar aydını ve devlet
adamları Osmanlı hâkimiyetini Hıristiyan Bulgar kültürünün bastırıldığı
ve gelişiminin engellendiği bir esaret ve zulüm dönemi olarak telakki
ettiler. Bu tahayyül Osmanlı döneminin ve Osmanlı hâkimiyeti ile
özdeşleştirilen kurumların, geleneklerin, Türk ve Müslüman grupların,
hayrât ve müberrâtın hor görülmesine ve şeytanileştirilmesine sebep oldu.
Bulgar kimliğinde artık Şarklı unsurlara yer yoktu. Bu nedenle yeni
Bulgar devleti siyasi, idari, sosyal, ekonomik, kültürel, demografik ve
dinsel alanlara nüfuz eden Türk, İslami ve Şarklı etkilerin tasfiyesine
çalıştı. Bu bağlamda geçmişin istenmeyen unsurları arasında Osmanlı
maddî kültür mirası ön sıraya yerleştirildi ve şehirlerin modernleştirilmesi
adına çok sayıda Osmanlı eseri yıkıldı. Bulgaristan’da Osmanlı maddi
kültür varlıklarının tasfiyesi 93 harbi ile başladı ve Berlin Anlaşmasına
aykırı olarak incelediğimiz dönem boyunca sürdü. Bâbıâli ve Osmanlı
komiserlerinin çabalarına ve protestolarına rağmen Osmanlı dönemini
hatırlatan çok sayıda cami, mescit, minare, medrese, hamam, mezarlık,
tekke, türbe, han, kervansaray vb. eser Bulgar belediyeleri tarafından
şehirlerin yeniden inşası ve planlanması gerekçeleri ile yıkıldı. Osmanlı
eserlerinin tasfiyesi, gerçekte Bulgar hükümetlerinin ülkenin Hıristiyan
Bulgar karakterini vurgulamak için uyguladıkları bilinçli bir politikanın
sonucuydu. Camiler din taassubu ve ulusçuluğun başlıca hedefiydi.
Nitekim bu dönemde şehirlerdeki camilerin çoğu yıkılırken bazıları kilise,
müze, okul, hastane, matbaa, depo ve cephaneliğe dönüştürüldü. Mesela
Sofya’da savaştan önce mevcut olan 44 camiden yalnızca bir tanesi ayakta
kaldı. Sonuç olarak, Bulgaristan’da Osmanlı sonrasında en köklü değişim
şehirlerin görünümü, fiziksel yapısı ve mimarisinde meydana geldi.
Giriş
Balkanlarda ulus devletlerin kuruluşu, ilgili halkların yalnızca siyasî açıdan
Osmanlı hâkimiyetinden ayrılmalarına değil, aynı zamanda sosyal, kültürel ve
ekonomik bakımdan da Osmanlı nüfuzundan çıkmalarına, Osmanlı geçmişi ile
derin bir kırılmaya ve Osmanlı mirasının tasfiyesi ile senkronize bir
Avrupalılaşma sürecine işaret eder.1 Osmanlı sonrasında, Balkanlarda ulus
devletin ve ulusal kimliklerin inşasında Osmanlı mirasından ve onun toplumsal
yaşamın bütün alanlarına nüfuz eden etkilerinden kurtulmak, Avrupalılaşmanın
ön koşulu ve muadili sayılmıştır. Nitekim Bernard Lory, Bulgaristan örneğinde
deosmanizatsiya (Osmanlılıktan ve Osmanlıya ait şeylerden uzaklaşma) ile
Avrupalılaşma hareketinin veya Şarkın izlerinden arınma ile Batı kültürü ile
bütünleşme çabalarının eş anlamlı ve birbirini tamamlayıcı bir olgu olarak
görüldüğü kanaatindedir.2 Gelgelelim, Bulgaristan’da Osmanlı mirasının tasfiyesi
mücerret bir modernleşme sorunu olmaktan çok, din taassubu, ulusçuluk ve
ulus devlet modelinin telkin ettiği bir zorunluluk olarak değerlendirilmelidir.
Çünkü dinsel, etnik, kültürel stereotip ve önyargılar ile yeni ve özgün bir ulus
devlet yaratma iştiyakı, tasfiye hareketinde daha belirgin bir rol oynamış ve ulus
devlet meşruiyetini Osmanlı mirasının tasfiyesinden almıştır. Bu yüzden
Bulgaristan’da ulus devlet, en başından modernleşmenin siyasal örgütlenme
biçimi olarak algılanmış ve yönetici seçkinler devlet mekanizmasını ve toplumsal
yaşamı Batılı referanslar doğrultusunda yeniden inşa etme ve evrimleştirme
yolunu seçmişlerdir. Dolayısıyla Osmanlı geçmişinin yadsınması, inkârı,
karalanması ve izlerinin silinmesi hareketi yeni bir kimlik, yeni bir toplum, yeni
bir ulus ve yeni bir devlet inşasının temeli olarak kullanılmış ve dil ve din
farklılığı geçmişle kopuş sürecini hızlandırmıştır. Bu anlamda geçmişin
istenmeyen unsurları arasında Osmanlı maddî kültür mirası ilk sıralara
yerleştirilmiş ve şehirlerin modernleştirilmesi adına çok sayıda Osmanlı eseri
yıkılmıştır. Bu nedenle Bulgaristan’da Osmanlı sonrasında şehirlerin fiziksel
yapısı, mimarisi ve görünümünde köklü bir değişim yaşanmıştır. Bu değişim her
ne kadar modern şehircilik anlayışının kaçınılmaz bir sonucu gibi görünse de
şehir planlarının hazırlanış ve imar faaliyetlerinin ve uygulanış biçimi tasfiye
hareketinin bilinçli bir yıkım politikasının ürünü olduğunu ortaya koymaktadır.
Nitekim A. İşirkov’un, Sofya ile ilgili olarak 1912’de sarf ettiği “Yunanlıları
bizim eserlerimizi tahrip etmiş olmaları yüzünden kınamak için yeteri kadar kelime
bulamayan bizler, kendimiz, Türk eserlerini fanatik bir çılgınlıkla yıktık”3 şeklindeki
sözleri bu duruma işaret eder.
Bulgar Ulusçuluğu ve Osmanlı Mirasının Algılanışı
Bulgaristan’da Osmanlı mirasının tasfiyesi hareketinin zihinsel arka planı
Bulgar milliyetçiliğinin doğasında gizlidir. Balkanlarda 18. yüzyıl sonları ve 19.
yüzyıl başlarından itibaren ulusal düşünce tüccar, öğretmen, gazeteci, edebiyatçı
ve paradoksal olarak papazlardan oluşan “entelijansiya” sınıfı tarafından
yoğrulmuş ve modern ulusu ve müstakbel ulus devleti düşleyen, onun fikrî ve
kültürel temellerini atan da bu sınıf olmuştur.4 Entelijansiya sınıfı, Balkanlarda
kimliklerin ayrışmasında dinin belirleyici olduğu Ortodoks cemaatinin dil ve
etnisiteye dayalı laik ve lengüistik birimlere bölünmesi sürecini başlatmıştır.
Böylece Balkanlarda milliyetçilik bir yandan Osmanlı karşıtlığı ve Türk
düşmanlığı üzerinde biçimlenirken, diğer yandan gayri Rum Ortodoks unsurlar
arasında Fener Patrikhanesine duyulan tepkinin artmasına yol açmış ve Osmanlı
millet sisteminin sınırlarının zorlanmasına sebep olmuştur.5 Bulgar milliyetçiliği
de bu doğrultuda şekillenmiştir. Ulusal kimliklerin tanımlanması ve inşası
esnasında aydınlar daha en başından kendileri ile yöneticileri (Türkler) arasına
sınırlar çizerek yabancılaşma ve ötekileştirme sürecini başlattılar veya din
farklılığından beslenen mevcut ayrımları derinleştirdiler. Bu yüzden siyasî, idarî,
ekonomik, kültürel, sosyal, dinî, demografik vs. alanlardaki Osmanlı etkileri
henüz bağımsızlık öncesinde ulusçu aydınlar tarafından yerli Hıristiyan halka
dayatılan yabancı unsurlar ve inorganik eklentiler şeklinde nitelenerek tahkir
edilmeye ve reddedilmeye başlandı.6 Böylece, Balkanlarda Osmanlı varlığı, daha
mirasa dönüşmeden Osmanlı mirasının kaderi tayin edilmiş oluyordu.
Bulgar aydını arasında Osmanlı’dan uzaklaşma ve yabancılaşma hareketi,
bağımsızlıktan çok önce başlamış, uluslaşmaya paralel olarak güçlenmiş ve
1878’den sonra hâkim cereyan halini almıştı. Her şeyden önce Bulgar aydınları
açısından Osmanlı İmparatorluğu Türklerin imparatorluğuydu ve Şarklı,
yabancı, Müslüman bir medeniyeti temsil ediyordu.7 Bulgar aydınları saf bir
Bulgar kimliği arayışında sıradan halka “ötekini”, “yabancıyı” gösterirken, Ortaçağ
Bulgar krallıkları ve toplumlarını yücelterek Osmanlı hâkimiyetini ulusal değer
ve erdemlerin yok edildiği, Hıristiyan kültürünün bilinçli olarak bastırıldığı ve
gelişiminin engellendiği bir esaret ve zulüm dönemi olarak resmettiler ve Bulgar
milliyetçiliğini mağduriyet hissi üzerine inşa ettiler.8 Bu anlamda ilk örnek,
Bulgarları Rumlaşma tehlikesine karşı uyarması ve onlara eski Bulgar çarları ve
azizlerinden örnekler vererek Bulgar tarihine ve diline sahip çıkmaya çağırması
bağlamında ismi tarih yazıcılığımızda sıkça telaffuz edilmesine rağmen
kendisinin bu yönüne hiç değinilmemiş olan Paisiy Hilendarski’dir (1722-1773).
Paisiy 1762’de yazdığı Slavyanobılgarska İstoriya (Slav-Bulgar Tarihi) adlı
hagiographic eserinde Bulgaristan’ın Türk esaretine girişi, soyluların katledilmesi ve halka
yapılan zulümler, çocukların yeniçeri yapmak için toplanarak Türkleştirilmesi, Tırnova
Patrikliğinin ilgası, kiliselerin camilere çevrilmesi, çok sayıda kilise, manastır ve sarayın
Türkler tarafından yakılıp-yıkılması ve gasp edilmesi, Türk yönetiminin kötülüğü ve
katlanılmaz olduğu vs. konulardan da söz ediyordu. Paisiy’in “Osmanlı” terimini
hiç kullanmaması dikkat çekicidir. O, ayrıca “tursko porobvane” (Türk köleliği) ve
“agaryansko robstvo” (Müslüman esareti) gibi terimlerle Bulgar tarih yazıcılığında
Osmanlı dönemini nitelemek için sıkça kullanılan “Tursko robstvo” (Türk
esareti), “Tursko igo” (Türk boyunduruğu) gibi klişe terimlerin öncüsüdür.9
Onun çağdaşı Parteniy Pavlovich (tt. 1695-1760), Türkleri halkı İslam’a
geçmeye zorlamakla, reddedenleri öldürmekle, kiliseleri camilere çevirmekle
suçlarken, ilk Bulgar metropoliti Sofroniy Vraçanski’nin (1739-1813)
otobiyografisinde ise 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarındaki kargaşa
ortamında (Kırcaliler Dönemi, 1790-1813) Türkler yine zalimler, hapsediciler,
işkenceciler, katiller, rüşvet yiyiciler, keyiflerine göre kadınları alıp götürenler ve
gulampareciler olarak öne çıkıyordu.10
Bulgar aydınları özellikle 1835’den sonra laik okullar, Osmanlı sınırları
dışında yayınlanan Bulgarca gazete, kitap ve risaleler, çitalişteler (okuma salonları)
ve nihayet küçük ruhban ve kiliseler vasıtası ile Osmanlı imparatorluğunu ve
Türkleri ulusal gelişimlerini engelleyen ve kendilerini Avrupa çevresinden
koparan bir güç olarak tasvir ettiler. Georgi Rakovski, Lüben Karavelov, Vasil
Levski ve Hristo Botev’in komitecilik mücadelesine girişmesinden sonra bu
süreç hızlandı (1862-1876). Mesela, Georgi Rakovski Türkler hakkında “parazit
gibi yaşayan, Hıristiyan kızlarına tecavüz eden Asyalı barbarlar”, “Dünyada Türkler
kadar insanoğluna karşı mezalimde bulunmuş başka bir halk yoktur”, “Türkler bizim
ebedi düşmanımızdır” vb. görüşlere sahipti. Lüben Karavelov, Türkleri “Asyalı
barbarlar”, “yarı ahlaksız”, “yarı vahşi”, “yarı kokuşmuş”, “homoseksüel” vb. sıfatlarla
aşağılıyor11 ve 1870’de Bulgar Eksarhlığı’nın kurulması12 arifesinde “çorbacı, Rum
metropolit ve Türk yönetici üçlüsü ağaçlara asılmadıkça Bulgaristan kurtulamaz”
diyordu.13 Ona göre, “Bir Türk bir Türk’tü. Ne Tanrı ne de Şeytan onu bir insan
haline getirebilirdi”.14 Bağımsızlık öncesi Bulgar aydınındaki genel algılama biçimi
bu merkezdeydi.
Öte yandan, Bulgaristan’da milliyetçilik yerel anlamda Osmanlı
yönetiminin karşılaştığı krizler ve Rusya’nın güneye doğru yayılma politikası
eşliğinde yükseliyordu. Ayanlar, Kırcaliler veya dağlı eşkıyasının (1790-1813)
yarattığı dehşetin izleri toplumsal hafızada canlıydı.15 Tanzimat döneminde
Gayrimüslimlerin imparatorluktaki sosyal ve hukukî statülerindeki gelişmeler;
kilise, manastır ve mektep inşa ve tamirindeki kısıtlamaların gevşetilmesi ulusçu
aydınlar tarafından yetersiz görülüyordu. Yine Tanzimat döneminde yapılan
ıslah çalışmalarına rağmen “reayayı bayağı kendi esirleri hükmüne koymuş olan”
gospodarlar ile ağa, zaptiye ve yerel memurların önlenemeyen suiistimal ve kötü
muameleleri, Niş ve Vidin’deki köylü isyanlarında başıbozukların yağma ve
çapulculukları,16 yerel halk açısından doğrudan “Türk zulmü” olarak
algılanıyordu. 1876 Nisan ayaklanması bu algıyı doruk noktasına çıkardı. Bulgar
milliyetçilerinin, yukarıdaki tabloyu bütün Osmanlı asırlarına teşmil etmesiyle
beş asırlık Osmanlı hâkimiyetini niteleyen terimler cevr ve taaddi, ribka-i ecnebiye,17
esaret, baskı, zulüm, geri kalmışlık, Şarklılık, dinî fanatizm ve karanlık devir gibi
klişelere indirgendi.18 Bu tahayyül bir bütün olarak Osmanlı döneminin
karalanmasına ve onunla özdeşleştirilen Türk ve Müslüman grupların,
kurumların, dinî veya seküler eserlerin şeytanileştirilmesine sebep oldu.19
Aslında, Bulgar tüccarlar ve seçkinler arasında, özellikle İstanbul Bulgar
cemaatinde ve hatta Bükreş’teki Bulgar kolonisinde, güçlü ve reformcu bir
imparatorlukta sosyal ve ekonomik gelişme ile dinî ve idarî özerkliği savunan
evrimci ve ılımlı bir grup mevcuttu.20 Ancak, 1864’de Tuna Vilayetinin ve
1870’de Fener Patrikliğinden ayrı müstakil bir Bulgar Kilisesinin kurulmasına ve
Bulgaristan’da yaşanan ekonomik gelişmeye21 rağmen romantik milliyetçiliğin
bağımsızlık dışında bir alternatifle tatmini gayrikabildi. Nitekim son tahlilde
kazanan devrimci grup oldu ve Osmanlı mirasının kaderinde de bağımsızlıkla
birlikte tek geçerli yaklaşım haline gelen devrimci görüşün Osmanlı algısı
belirleyici oldu. 22
Ancak, 1878’de Bulgar bağımsızlığı, aydınlar, komiteciler ve oluşmakta
olan burjuvazinin sosyal ve siyasî özgürlük çabaları ile değil, Rus ordusunun
zaferi ile geldi. 1876 Nisan ayaklanması ile Rusya’nın Balkanlara müdahalesini
meşru kılacak bir zemin yaratıldı. Ayaklanma meşru bir devlete karşı bir isyan
hareketinin bastırılması değil, Türklerin Hıristiyanları katletmesi şeklinde
sunuldu ve kayıplar abartılarak, mesele Hıristiyanlık-Müslümanlık davasına
dönüştürüldü. Bu suretle Avrupa kamuoyu Türkler aleyhine çevrilerek Şark
meselesine çözüm yolları aranmaya başlandı.23 Pan-Slavist ve Gladstone’un
temsil ettiği İngiliz liberal çevrelerde, hatta Amerikan basınında Türklerin
Avrupa’dan atılması söylemi yaygındı.24 Tarihlere 93 harbi olarak geçen 1877-
1878 Osmanlı-Rus Savaşının amacı da, Balkanlar’da kendi ayakları üzerinde
durabilecek bağımsız bir Slav devletinin kurulmasıydı. Savaş Balkanlar’daki
Osmanlı hâkimiyetine ve Bulgaristan’daki Türk varlığına büyük bir darbe vurdu.
Nitekim muharebeler esnasında yaklaşık 800.000 Türk ve Müslüman’ın ölüm
veya sürgün suretiyle yerlerinden atılması25 ve Bulgaristan’da yaşanan
demografik yıkım ancak savaşın bu bağlamı ile anlaşılabilecek bir olgudur.26
Netice itibariyle 93 Harbi özerk statüdeki Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a
bağımsızlık getirirken, Bosna-Hersek’in Avusturya kontrolüne girmesine sebep
oldu. Bulgaristan’da ise beş asırlık Osmanlı hâkimiyetine son vererek özerk bir
prenslik kurulmasını sağladı. Ayastafenos Anlaşmasında Makedonya ve Şarkî
Rumeli’yi de içeren Bulgaristan Prensliğinin sınırları Berlin Anlaşmasında
daraltıldı. Bunun sebebi, Avrupalı güçlerin Rus nüfuzunun stratejik olarak
Bulgaristan vasıtasıyla Ege Denizine inecek olmasından duydukları endişeydi.
Berlin Anlaşmasında Şarkî Rumeli, Hıristiyan bir vali yönetiminde özerk bir
yönetim kurulması, Makedonya ise ıslahat yapılması şartıyla Osmanlı
imparatorluğuna iade edildi. Böylece Bulgaristan Prensliği, Tuna Vilayeti
dâhilindeki Sofya, Vidin, Niğbolu, Ziştovi, Rusçuk, Silistre, Varna, Şumnu,
Lofça ve Tırnova şehirlerinden oluşuyordu. Şarkî Rumeli Vilayeti ise Edirne
vilayetine bağlı Filibe, İslimye, Eski Zağra, Tatarpazarcık, Burgaz ve Hasköy’ü
içine alıyordu. Bulgaristan Prensliği, 1885 yılında bir oldubitti ile Şarkî Rumeli’yi
ilhak etti, Osmanlı imparatorluğuna bağlılığı ise kâğıt üzerinde kaldı.27
Bulgaristan’da ulus devletin, Sırp ve Yunan örneklerindeki gibi, Rus
orduları sayesinde kurulması toplumun sivil temelleri henüz oluşmadığı için
radikal ve militan unsurların yükselmesine yol açtı. Böylece ulus, yukarıdan aşağı
ulusal önderlerin yürütecekleri bir inşa projesi olarak algılandı.28 Güçlü bir
merkezi devlet, bürokrasi, ordu, eğitim kurumları, kilise ve basın Bulgar
ulusunun inşası ve yoğrulmasında başrolü oynadılar. Bulgaristan, tıpkı diğer
Balkan devletleri gibi, Osmanlı imparatorluğundan farklı etnik ve dini grupları
tevarüs etmişti. Bu yüzden Bulgar aydını ve politikacıları Bulgar ulusunun
tanımını yapmak ve sınırlarını belirlemek durumundaydı. Balkan milliyetçiliğine
has bir olgu olarak görülen etnik ve dini azınlıklardan arınmış, saf bir millet
arzusunun öne çıkmasıyla Bulgaristan’da “bir ulus-bir devlet” prensibi benimsendi
ve Bulgarca konuşan ve Bulgar Ortodoks Kilisesine mensup olanlar aslî unsur
sayıldı. Bir başka ifade ile Bulgar ulusu dil ve din üzerine kuruldu. Bütün
Bildiriler, C. 2, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 2001, s. 768. Ayrıca
bkz. Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri (1877-1890), Türk Tarih Kurumu,
Ankara 1994.
26 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşının Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyeti ve Türk varlığı
üzerindeki etkileri hakkında bkz. Kemal Beydilli, “Balkanlar’da Dönüm Noktası 93
Bozgunu ve Sonrası”, Mehmet Bereketli (Ed.), Berlin Antlaşmasından Günümüze Balkanlar,
Rumeli Vakfı Kültür Yayınları, İstanbul 1999, s. 25-34; Turan 2001, s.763-771.
27 Mahir Aydın, Şarki Rumeli Vilayeti, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1992, s. 11-19; Aynı
yazar, Osmanlı Eyaletinden Üçüncü Bulgar Çarlığına, s.125-177; Turan 1998, The Turkish
Minority in Bulgaria (1878-1908), s.55-60.
28 Krş. Fikret Adanır, “İkinci Dünya Savaşı Sonrası Balkan Tarih Yazınında Osmanlı
İmparatorluğu”, Toplum ve Bilim, Kış 1999/2000, Sayı 83, s.224-226.
206 AŞKIN KOYUNCU
anayasal özgürlüklere rağmen, etnik ve dini açıdan Bulgar Ortodoks
çoğunluktan ayrılanlar “diğerleri” kategorisine yerleştirildi.29 Bu kategoriye
Bulgarca konuştukları halde Müslüman oldukları için Pomaklar da dâhildi.30
Azınlık durumuna düşen ve geçmiş dönemin istenmeyen kalıntıları nazarıyla
bakılan Türk ve Müslüman nüfus göç etmek veya yeni duruma alışmak
zorunluluğu ile karşı karşıya bırakıldı. Buna mukabil küçük etnik ve dini
grupların (Rum, Ulah, Gagavuz vs.) asimilasyonu fikri benimsendi.
Ulus devletlerin ihtiyaç duyduğu seçkin bir tarih ve şanlı bir geçmiş
inşasında Bulgaristan’da Osmanlı öncesi dönem yüceltilirken, Osmanlı
döneminin karalanması yoluna gidildi. Yeni tarih gelenekleri yaratmak ve
Osmanlı dönemini bu bağlamlar içerisinde yorumlamak, sadece ulus inşası ve
yeni rejimin ülke içinde meşrulaştırılması işlevini görmekle kalmıyor, Batı
dünyasına karşı da bir meşrulaştırma amacını güdüyordu.31 Böylece, bağımsızlık
öncesinde dini literatür ve sözlü kültürde yaşayan efsaneler, aydınlar tarafından
Osmanlı hâkimiyetine yönelik olarak üretilen düşünce ve stereotipler tevatür
haline getirildi, evrimleştirildi ve gerektiğinde icat edilerek modern zamanlara
taşındı. Bu durum Bulgaristan’ın Osmanlı geçmişine olduğu kadar Osmanlı’dan
miras kalan Türk ve Müslüman unsurlara karşı da yabancılaşmasını arttırdı.32
Bulgar devlet adamları açısından Avrupalılaşmanın ilk şartı Osmanlı
geçmişinin reddi ve Osmanlı izlerinin silinmesi idi. Çünkü Avrupa bütün olumlu
unsurları bünyesinde barındıran örnek bir model olarak telakki edildiği ve
Osmanlı kurum ve yapıları için bir mihenk taşı olarak görüldüğü için Şarklı
unsurlar Batıya benzerlikleri veya farklılıkları bağlamında değerlendiriliyordu.
Bundan dolayı, Osmanlılık geri kalmışlık ve Avrupa’nın dışında kalmakla,
Avrupa’yı taklit etmek ise ilericilikle eşdeğer görülüyordu.33 Bu anlayış
Jusdanis’in tabiriyle gecikmiş modernlik algısının dayattığı bir durumdu. Öte
yandan Osmanlı medeniyetinin yabancı, Şarklı, Asyalı, geri kalmış vs. medeni
29 Tsevetana Georgieva, “Pomaks: Muslim Bulgarians”, Islam and Chrisitan-Muslim
Relations, Vol. 12, No. 3, 2001, s.306.
30 Osmanlı dönemi Bulgarları için din değiştirerek Müslüman olmak etnisitenin de
değişmesi anlamına geliyordu. Bu yüzden Pomaklar daha Osmanlı döneminde ana
kitleden ıskat edilmişlerdi. Bkz: Gradeva “Turks and Bulgarians, Fourteenth to
Eighteenth Centuries”, s.198. Bulgaristan ve Yunanistan’da Müslüman kimliği için bkz.
Brunnbauer, “The Perception of Muslims in Bulgaria and Greece”, s.40-61.
31 Adanır, “İkinci Dünya Savaşı Sonrası Balkan Tarih Yazımında Osmanlı
İmparatorluğu”, s.225.
32 Mutafçieva, “ Predstavata na ‘drugiya’: Obrazıt na Turtsite”, s.20-21; Todorova,
“Balkanlar’daki Osmanlı Mirası”, s.72-74, 107-112.
33 Božidar Jezernik, “Western Perceptions of Turkish Towns in the Balkans”, Urban
History, Vol. 25, No. 2, 1998, s. 227; Lory, Sıdbata na Osmanskoto Nasledstvo, Bılgarskata
Gradska Kultura, 1878-1900, s.175-176
BULGARİSTAN’DA OSMANLI MADDİ KÜLTÜR MİRASININ TASFİYESİ 207
olgularla tavsifi Avrupa merkezli oryantalist değerlendirmelerle de örtüşüyordu.
Osmanlı asırları boyunca Balkanlara seyahat eden Avrupalı seyyahlar
Balkanların medenî açıdan “Şarklı”, “Asyalı” karakterine vurgu yapmışlar ve
Balkanları muhayyel Doğu-Batı sınırının Doğusuna yerleştirmişlerdi.34
Bağımsızlık bir anlamda oryantalizm tuzağına düşen Balkan aydın ve
politikacılarına rüştlerini ispatlama ve Avrupalı oldukları iddiasını kanıtlama
imkânı vermişti. Bu nedenle, Yunan bağımsızlığından itibaren Balkanlarda
kurulan her yeni ulus devletin kendisini Doğu-Batı sınırının Batısında görmesine
ve siyasî, sosyal ve ekonomik yapılarını, şehirlerini ve gündelik yaşamlarını
kuşatan “Şarklı lekelerden” arınmaya çalışmasına şaşmamak gerekir.35
Bulgaristan’ın yeniden yapılandırılması sürecinde Bulgar devlet adamlarının
üstesinden gelmesi gereken ilk sorun eski Osmanlı kurumlarının yerine Avrupa
kurumlarının ve politik sisteminin ikamesiydi. Devlet teşkilatında Osmanlı
mirasının tasfiyesi geçici Rus idaresi döneminde başladı ve yaklaşık yirmi yıl
sürdü.36 Bürokrasi, ordu, eğitim, basın, toplum, edebiyat ve sanatta Batı tarzı
benimsenmesine rağmen idarî, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda Osmanlı
izlerinin silinmesi tedricen gelişti. Osmanlı mirası özellikle popüler kültür ve
gündelik yaşam alanları (davranış ve yemek kültürü, zihniyet, alışkanlık ve
adetler, dil, müzik, konut mimarisi vs.) ile 93 harbinin yol açtığı nüfus kaybı ve
sürekli göçlere rağmen demografi alanında tasfiye hareketine direnç gösterdi.
Bulgaristan’da Osmanlı izlerinin silinmesi hareketi, daha çok görünür ve
kamusal alanda başarılı oldu ve en radikal değişimlerden birisi kentlerin
görünümü, şehircilik, mimarî anlayış ve giyimde meydana geldi.37 Sofya’dan
başlayarak şehirlerde yaşanan modernleşme ve fiziksel değişim kısa sürede kendi
tiplerini yarattı ve Aleko Konstantinov’un roman kahramanı Bay Ganü benzeri
Batıya öykünen taklitçi tipler türedi.
Bulgaristan Şehirlerinde Osmanlı Eserlerinin Genel Görünümü
Osmanlı döneminde inşa edilen ve vakıflar sayesinde yaşatılan sivil ve
dini yapılarla Balkan şehirlerinin çehresi ve siluetleri değişerek İslamî bir
görünüm kazanmıştı. Cami, mescit ve minareler, medrese, tekke, zaviye,
türbe, mektep, imaret, hamam, konak, çeşme, bedesten, han, kervansaray,
köprü vb. eserlerin yanı sıra, çoğunlukla tek katlı ahşap ve kerpiç evleri, dar
34 Geniş bilgi için bkz. Jezernik, a.g.e., 211-230; Maria Todorova, Balkanlar’ı Tahayyül
Etmek, Çev. Dilek Şendil, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s. 17-51; 187-236.
35 Bkz. Jusdanis 1998, s.9-18, 35-55, 106, 107.
36 Todorova, “Balkanlar’daki Osmanlı Mirası”, s.75, 86.
37 Todorova “Balkanlar’daki Osmanlı Mirası”, s.90. Geniş bilgi için bkz. Lory, Sıdbata na
Osmanskoto Nasledstvo
208 AŞKIN KOYUNCU
ve çıkmaz sokakları, yazın tozlu-kışın çamurlu yolları, arasta, çarşı ve
mezarlıkları ile yeşillikler içinde, uzaktan bakıldığında pitoresk bir manzara
sunan, fakat bakımsız, hijyenik açıdan yetersiz ve genel anlamda modern bir
plandan yoksun olan ve dini cemaatlerin farklı mahallelerde yaşadıkları