VII.OSMANLILARIN RUMELİ’Nİ İSKANI VE İSKAN POLİTİKASI
14. ve 15. asırlarda, Anadolu yarımadasıyla Balkanlardaki devletlerin siyasi durumu gözden geçirilirse, Doğu’da; Osmanlı beyliğinin, Germeyanoğulları, Saruhanoğulları, Karesioğulları vesair Anadolu beyliklerini istila ederek ileride vücuda gelecek imparatorluğun temellerini attığı; Batı’da ise; Bizansın taht kavgalarıyla meşgul, Bulgaristan, Sırbistan ve Eflak prensliğinin de bekalarını muhafaza için Osmanlılara karşı mücadele halinde bulunduları görülür.
14. asrın ortalarında, Osmanoğulları Batı ve Doğu Trakyayı fethe başladıkları sırada, Bizansda tam manasıyla siyasi bir buhran vardı. Diğer taraftan Doğu Trakya’da vuku bulan doğal afetler, ağır vergiler halkı perişan etmişti. Özellikle Gelibolu yarımadasında bir çok yer boş ve harap bir hale gelmiş bölge halkı da daha kuzeye doğru çekiliyordu. Bu sebeple Osmanlılar Rumeli’de fethettikleri yerleri sadece işgal etmekle ve oralara askeri kuvvetler sevk etmekle kalmadılar. Bu bölgeleri tam manasıyla kendilerine bend edebilmek için teşkilatıyla da meşgul oldular. Anadolu’dan buralara bir kısımn nüfus nakliyle, harap yerleri imara, boş sahaları iskana ve muhtelif şekillerde (Köprülerin, derbendlerin muhafazası maksadıyla) yeni yeni köyler kurmağa çalıştılar ve muvaffak oldular. Anadolu Türklerinin Rumeli’ye geçirilmesi, Osmanoğullarının doğu Trakya’yı zapt etme teşebbüslerinden önce başlamış ve senelerce sistemli bir şekilde devam etmiştir (58).
Şuurlu bir yerleşme şeklini seçen Osmanlılar, yeni elde edilmiş olan stratejik yerleşim birimlerine Anadolu’dan göçmenler getirterek yerleştirdiği gibi elde ettiği toprakları da mir’i (devlete ait) mülk ve vakıf suretiyle muhtelif kısımlara ayırarak şehir ve kasabalarda derhal ilmi ve içtimai müesseseler inşa etmiştir (59).
Osmanlıların Rumeli’ye geçişlerinden itibaren yerleşmeleri birkaç şekilde olmuştur. Bunlardan birisi ilk futuhat esnasında Anadolu’daki yakın yerlerden (Balıkesir, Manisa ve havalisi gibi) Rumeli’de yeni zabtedilen yerlere göçmenler nakledilmesi ve buralardaki yerli Rum halkından askeri sınıfa mensup olanlarla nakilleri icap edenlerden bazılarının Anadolu’ya gönderilmesidir. Osmanlı beyliği bu türdeki isabetli hareketleriyle geliştirdiği futuhatı için geride bırakacağı yerlere Tür göçmenleri iskan etmek suretiyle gerisini emniyet altına alarak Rumeli’de yerleşmeğe kararlı olduğunu göstermiş oluyordu (60).
Osmanlılar Rumeli’ye geçtikten sonra sadece askeri tedbirlerle buralarda tutunamayacaklarını biliyordu. Bu bakımdan Rumeli’ye geçişten hemen sonra bazı köklü tedbirler aldılar. Bu tedbirlerden en önemlisi, yabancı unsurların bulunduğu yerlerde, o bölgenin siyasi ve askeri emniyetini sağlamak ve boş sahaları iskana açmak için Anadolu’dan Rumeli’ye Türk unsurunun geçirilmesi ve yerleştirilmesi idi. Önce Balıkesir’de yaşayan Türk aşiretlerinden bir grup 1357 tarihinde Rumeli’ye geçirildi. Bu grup önce Gelibolu bölgesine, sonra da Hayrabolu’ya yerleştirildi (61).
Osmanlıların yalnız askeri ve aristokrat asıllıları, “askeri” sınıfa almaları gazi kökenli olmalarıyla bağlantılıdır. Osmanlılar, yeni fetihlerinin güvenliğini temin için, bir sömürge kurma ve sürgün politikası izlemişlerdir. Sorun yaratan veya yaratabilecek kavgacı göçebeler veya bir köyün, hatta bir kasabanın isyankar ahalisi, bu kural doğrultusunda, İmparatorluğun uzak bölgelerine gönderilmiştir. Aynı zamanda Osmanlı Devleti, fethedilmiş topraklara Türk ahalinin yerleştirilmesine de büyük önem vermiştir (62).
Denilebilir ki; Osmanlılar feth ettikleri bölgelere muhafazakar bir siyasetle yerleşmişlerdir. Dini müesseseler, sınıfların statüleri, idari taksimat, vergiler, yeril adetler ve nihayet askeri zümreler esas itibariyle muhafaza olunmuşlardır. En büyük ve şümüllü yeniliği timar sistemi teşkil ediyordu. Daha doğru bir ifadeyle, Osmanlı idari ve askeri yerleşmesi buna dayanıyordu (63).
Fetihten sonra hicret ettirilen ilk muhacir kafelisinin Süleyman Paşa zamanında, Karesi vilayetinden getirildikleri (1356-57) görülür. Sultan Murat I. devrinde ise, Lala Şahin paşanın KAvala, Drama, Serez ve Kareferye havalisini almasını müteakip, Saruhan’daki göçer yörüklerin Serez tarafına getirildiklerini görüyoruz (1374-75). Bu muhaceretler, Yıldırım Beyazıt, Çelebi Mehmed, Fatih Sultan Mehmet döneminde de devam etmiştir.
Arşiv kayıtları bize Rumeli’ye nakledilen nüfusun, sadece Anadolu beyliklerine mensup Türkler arasından olmayıp, Tatarların da kitle halinde buraya hicret ettirilmiş ve Rumeli’nin muhtelif yerlerine yerleştirilmiş olduğunu açıklamaktadır. Mesela, Yanbolu vilayetine ait timar kayıdlarını ihtiva eden hicri 860 (1456) tarihli Rumeli Tahrir defteri bunlara örnektir. Türklerin Rumeli’ye hicret ettiklerini ve burada yerleştiklerini isbat eden esaslı bir kaynakta, yine 15. ve 16.asır Tahrir defterlerinde gördüğümüz köy isimleridir. Bu isimler, Anadolu’nun nerelerinden ve hangi beyliklere mensup Türk oymak, boy ve aşiretlerinin Rumeli’ye geçmiş olduklarını bize gösterdiği gibi, bunların nasıl bir sistem dahilinde Balkanlar’a iskan edilmiş olduglarını açıklaması bakımından da pek önemlidir. Osmanlı hükümdar ve ümerası, yeni fethettikleri arazi üzerinde mevcud bir çok boş sahalarda yeni yeni köyler kurmak suretiyle buralara içtami açıdan kalkındırmağa çalışmışlardır. Mülk, vakıf veya ıkta şeklinde, tımar ve zeamet erbabından itibaren hükümdarlara kadar bir çok kimselere taksim edilen bu toprakların imarı, devletin vazifeleri arasında daima birinci sırayı korumuştur (64).
Osmanlıların Rumeli’ye yerleşmeye başladığı ilk devirlerde uyguladığı iskan metodlarından bir diğeri, şeyh veya ahilerin kurduğu zaviyelerin etrafınad toplanan nüfusun köyler teşkil etmesi idi. Bu nevi yerleşme yerlerinin toprakları, genellikle vakıf olarak vergi muafiyetine sahip olduğundan, zaviye etrafında nüfus hızla artmakta idi. Bundan başka sürgün metodu da geniş ölçüde kullanılmış ve bu metodla konar-göçer aşiretlerin bilhassa Rumeli’deki köprü ve geçitlere yerleştirilmesi yoluna gidilmiştir (65). Osmanlılar, fetihlerin ilk yüzyıllarında sürgünleri daha çok askeri amaçlar için kullanmaktaydılar. Bu dönemde Anadolu’da sorun teşkil eden bir çok göçmen, Balkanlar’a yollanmış ve özel bir askeri statü verilerek sınır bölgelerine yerleştirilmişlerdir. Balkan’ın hazırladığı haritaya göre, “Yörük” adı altında askeri olarak düzenlenen bu Türk göçmenler, genelde tamamı 14. yüzyılın ikinci yarısında fethedilen Trakya, Rodos e Balkan dağlarının güney yamaçlarında, Makedonya ve Dobruca da bulunmaktaydılar. Osmanlılar, imparatorluğun organizasyonunda sürgünlerin yanı sıra gönüllü göçmenler de yararlanmıştır. Anadolu’dan gelen Türkler yeni topraklarda ayrı köyler kurarak, yerel Hristiyan nüfusla karışmamışlardır. Artan nüfusun düzenlenmesi mecburiyeti gibi askeri ve ekonomik yaklaşımlar da bir kolonizasyon politikasını zorunlu kılmıştır (66).
Futuhata iştirak eden bir diğer kısım ise aşiret kuvvetleriyle tabii olarak canları bahasına ganimet malı elde etmek için gaza niyetine gelen yiğitlerden oluyordu. Bunlardan bir kısmı zabtedilen kulelere muhafız olarak konulurlardı; Bundan başak işgal edilen yerlere Karesi ilinden mütemadiyen evler naklediliyordu. Osmanlı devletinin bu sistemli göçmen nakli teşkilatı, 15. asrın 2. yarısı ile 16.asrın ik yarısında da devaam etti (67).
Osmanlı padişahlarının Rumeli’deki futuhatları ve icraatları esnasında bir takım Ahiler, Şeyhler ile irtibat kurdukları görülür. Yine bu teşkilat (Ahi-Şeyh-Zaviye) Rumeline geçerek, kendine mahsus usullerle oraları Türkleştirmeğe islamlaştırmağa ve imar etmeğe çalışmışlardır. Askeri istilarlarla birlikte, birçok aşiretlerin veya köylü ve asker halkın kendiliğinden gelip yerleşmesi ile veyahut mecburi iskan ve sürgünlerle birlikte gelen ve aynı cereyanın bir başka şekildeki ifadesi olarak derviş sıfatlı insanların az çok bir teşkilata tabi akınları, boş yerlere gelip yerleşmeleri ve orada bir nevi Türk “uzletgah ve manastırları” (couvent ermitage)nı tesis ettikleri ve oralarını yavaş yavaş bir köy, bir kültür ve tarikat merkezi halinde teşkilatlandırdıkları görülmektedir. Bu kolonizatör Türk dervişlerine ve onların göylerde tesis ettikleri zaviyelere Türk istilası ile birlikte ilerleyen bir şekilde, bütün Anadolu’da (Rumeli’de) tesadüf edilmektedir. Aynı uhacir akını batıya doğru taştıkça, bu akımın öncüleri olan dervişler ve onların kurdukları ma’mureler (Zaviyeler) batıya doğru ilerlemiş ve çoğalmıştır. Bidayette ve asliyet halinde bu şekilde kendiliğinden bir kolonizasyon hareketini temsil eden bu zaviyelerin müessisliği ve şeyhliği vazifesi, yavaş yavaş devlet teşekkül ettikçe, bir memuriyet şekline dönüşmüştür. Bu derviş akımları ve bu dervişlerin köylerde yerleşerek toprak işleri ve din propagandası ile meşgul olmaları haraketi ve zamanın beylerinin bu gibi kolonizatör dervişlere bir takım muafiyetler, haklar ve topraklar bahşetmek sureti ile onların kendi memleketlerine yerleşmelerini temine çalışmaları, Anadolu istila ve iskanları kadar eskidir (Ahi zaviyeleri gibi). Bu Ahi ve şeyhler, bu devirlerde mevcut hak ve imtiyazlarını “ayende ve ravendeye” hizmet karşılığında almışlardır (68). Nitekim İbn-Batuta Ahileri “Bilad-ı Rum’dan Sakin Türkmen akvamının her vilayet, belde ve karyesinde mevcut” olarak tasvir etmiştir. İlk Osmanlı padişahları mevcut zaviye şeyhlerini korumuşlar ve onların yeniden zaviye açmalarına da yardım etmişlerdir. Mesela, Ahi Musa Ailesine Gelibolu’da bahşedilen imtiyazlar ve arazi dikkate değerdir. H. 767 tarihinde tanzim edilmiş olan vakıfname mucibince; bu ailenin mülkü evladlık vakıf olarak Ahi Musa’nın evladına ve evladı inkiraz bulduktan sonra akrabalıklarından veya köylülerinden her kime ahilik icazeti verilmişse ona; şart konulmuştur. Yenice ZAğrada Kılıç Baba Zaviyesi, Çirmen’de Musa Baba Zaviyesi, Gelibolu’da Kara Ahi Köyü, Ahi Zule Zaviyesi, hep bu devirlerde tesis edilmiş zaviyelerdir. Yalnız Paşa livasında ekserisi bu suretle ilk zamanlarda tesis edilmiş bulunan 67 zaviye mevcuttur.
Bu devirlerde, Dağ başlarını, boş ve çorak toprakları işlemek için yerleşen, evladları çoğalınca köyler tesis eden ve yerleşdikleri toprakları yavaş yavaş bir kültür ve iktisat merkezi bir ma’mure (Zaviye) haline sokan bir takım muhacirler mevcuttur. Yeni fethedilen bir hristiyan memleketinde, bu şekilde gelip dağ başlarında yerleşecek, onların imar ve emniyeti ile meşgul olacak ve tesis ettikleri merkezlerle Türk dil ve dinini yaymağa başlayacak misyonerlere ve gönüllü muhacirlere malik olmak ise; Türk devletinin gücünün bir göstergesidir (Dimetoka’daki Kızıl Delu derbendi gibi). Bu dervişler, geldikleri bölgelere akvam ve akrabalarıyla gelip yerleşmiş olan muhacirlerdir. Böyle boş bir yerde zaviye bina etmek işi, oraların imarı ve asayişinin temini için olduğu kadar, ailenin imtiyazlı mevkiinin muhafazası için de gereklidir. Umumi bir hizmet müessesesi kuran bu insanlar imar ve iskan taahhüdlerini de fiilen yerine getirmiş oluyorlardı (69). Bu dervişlerin birçoğu bizzat o memleketleri fethetmiş olan gazi askerlerdir.
Görülüyor ki; zaviyelerin pek çoğu boş toprak bulmak ve kendilerine yer ve yurt edinmek için gelip yeni açılan Rum memleketlerine yerleşen muhacirler tarafından kurulmaktadır. Gerçekten de, yeni açılan veya boş bulunan bu topraklar üzerinde zaviyelerin tesisi oralarını şenlendirmek, imar ve iskan etmek hususunda büyük bir rol oynamaktadır. Boş toprak aramak, dağdan ve bayırdan toprak açmak, iskan edilemeyecek bir halde ıssız, tenha ve vahşi bir tabiat ortasında, hırsız yatağı yerlerde yerleşmek için işlerin ise ancak azimkar insanlar ve hayatiyeti yüksek bir millet tarafından yapılabileceği aşikardır.
Zaviyelerin bilhassa seyahat ve mübadele işleri için tehlikeli addedilen yerlerde tesisi devlet tarafından teşvik edilmekteydi. Bu bakımdan dağlarda korkunç boğazlarda tesis edilen bu yerler melce’lere, jandarma karakollarına benzemektedirler. Mesela Varna’da, Akyazı Baba zaviyesinin dervişleri bir çok değirmenler yapmışlar ve değirmenlerin etrafında bağ ve bahçe oluşturarak zaviyelerine vakfetmek için müsaade almışlardır. Bu zaviyede zamanla dervişlerin sayısı artmıştır. Aynı şekilde Çirmen nahiyesinde, Niğbolu çevresinde vs. yerlerde de görülür. Boş ve tenha yerleri ihya etmiş olan bu dervişlerin vergilerden muaf tutulmadıkları gibi öşür de öderlerdi (70).
Türkler Balkanlar’a pamuk ve pirinç ziraatini sokmuş ve yaymışlardır. İstanbul gibi büyük bir merkezin kuruluşu Trakya ve Bulgaristan için büyük bir pazar sağlamış ve her türlü zirai üretimi teşvik etmiştir.
Osmanlı Devrinde Rumeli’deki madencilik faaliyeti arttırdığı gibi yeni maden kuypuları da açılmıştır. Sırbistan’da Novaber’da, Kratovo, Rudnik, Trepçe, Zaplanina’da bakır, kurşun, altın, demir ve bu arada bilhasas mühim miktarda gümüş bulunmakta idi. En mühim gümüş rezervi Selanik yakınındaki Sidre-Kapsa’ın idi. Bosna-Hersek’de muhtelif maden merkezlerinde gümüş ve kurşun çıkarılıyordu. En mühim demir yatakları Bulgaristan’da Samakov, Sırbistan’da Vlasina ve Rudnil idi (71).
Osmanlı Devletinin Rumeli’deki Siyasi inkişafıyla birlikte, Anadolu’nun muhtelif bölgelerinden birçok Türk kafilelerinin zaman zaman Rumeli’ye geçirilmiş olduğu ve muayyen bir sistem dahilinde yeni feth olunan yerlere bu Türkler iskan edilerek, sözkonusu sahalarını imar ve asayişinin asğlandı; bu açıdan Osmanlı devletine büyük faideler sağlandığı gibi, dolayısıyla Balkanlar’ın eskisine nazaran daha meskun ve mamur hale getirilmiş olduğu da aşikar bir hal alır. Gerek sürgün sureti ile gerek kendi arzusu ile Rumeli’ye gelen Türkler sadece siyasi bakımdan buranın Osmanlı imparatorluğuna bağlı kalmasını temine memur edilmemişler aynı zamanda içtimai sahada Balkanları Türkleştirmeye, Türklüğü buralarda baki kılacak müesseseler kurmağa çalışmışlardır (72).