|
Değerli davetliler,
İnsanlar diğer canlı türlerinden düşünmesiyle ayrılır. Karmaşık bir işlem olan düşünce, insanda başka varlıkları ve tabiatı kendi emrine alma türünden, olumsuz beklenti ve davranışlara yol açmaktadır. Başkalarına ve tabiata hükmetme arzusu, sınırlar konularak, bu sınırlara uymaya yöneltilerek, benimsenir bir ölçü kazanabilir. İnsan, yaratılışı gereği, sevgi, düşünce ve hırslarıyla mücadele etmek, başka insanların ve varlıkların hakkı olduğunu kabullenmek süreci içinde yaşayan çok özel bir canlıdır. İnsandaki başkalarıyla ilgili kabullenişlerin başlaması ve kurallaşması hukukla adalet adını verdiğimiz iki ayrı kavramın yerleşmesine sebep olmuştur.
Hukuk, insanı sürü olmaktan çıkaran, güç vetirenin elinde kalmaktan kurtaran, insanlaştıran ve bir toplum üyesi olarak yaşamasına yol açan kurallar bütünüdür. Bu kurallar, hakların ve vazifelerin sınırlarını çizer. Hukukun uygulanmasına adalet, yazısız seviyede kalmasına örf denilir.
İnsanoğlu, toplum hayatını düzenleyebilmesi, hukukun oluşturulması ve uygulanması ile dış güçlere karşı savunmanın yapılabilmesi için, devlet adını taşıyan bir yüksek teşkilatlanma modeli oluşturabilen bir canlıdır. Tarihi, medeniyet veya siyaset, yahut bilim, veyahut sanat alanlarından birinin hadiselerine ait geçmiş bilgisi gibi görmek isteyenler, bize göre yanılırlar: Tarih, milletler mücadelesinin, kültürler savaşının veya hukuk oluşturma, yerleştirme, bir hukuk düzenini bir toplumun içinde uygulayabilmenin kronolojik bilgisidir.
Türk toplumu ilk ortaya çıktığından günümüze kadar, Türk ahlâkının temellendirdiği töre adı verilen bir özel hukuk içinde yaşıyor. Bu özel sisteme Türklerin girdiği dinler tesir etti. Özellikle Osmanlı döneminde, hukuk, dinî ilimleri yeterince bilen, daha önceden verilmiş hükümleri görebildiği, İslamî hukuk sayılan uygulamaları okuyabildiği veya duyabildiği kadarıyla gözden geçirmiş olan kadılar tarafından yürütülmüştür. Şer’iye sicillerinden anlaşıldığı kadarıyla, kadıların alanla ilgili bir özel eğitimden geçmişlik değil bir yeterlilik sahipliğinden bahsedilebilir.
19. yy.’da yazılı hukukun gereği ortaya çıkmıştır. İnkâr edilemez ki, 1789 Fransız İnkılâbı Avrupa’yı ve bizi yazılı hukukun zaruretiyle karşı karşıya bıraktı; hiç kimse reddedemez ki, bir şahsın yeterliliğiyle ilgili görüşe dayanarak, kanunu olmayan bir hukuk anlayışı ve adalet sistemi, nüfusu hızla çoğalan, yüzünü şehre döndüren ve iş bölümü artan bir toplum için yeterli olamazdı.
Şehirleşme, iş bölümü... İşte bu iki unsur, yazılı hukukun oluşmasını zarurî kılıyordu. Bu yüzdendir ki, “Arazi kanunnâmesi”, “Meclis-i ahkâm-ı adliyye” ve arkasına da Ahmet Cevdet Paşa’nın âbidesi sayılabilecek olan Mecelle meydana getirildi. 1839 fermanında, kişiyle kişinin, kişiyle devletin, devletle kişinin ilişkilerinde sınırların ne olacağı üstü örtülü olarak söylenip geçilmiştir. Yeni Osmanlılar hareketi, hukukî gelişmelerin oluşmasını devletten isteyen, halkı da bu yönde bilgilendirip bilinçlendirmeye çalışan gazeteci edipler hareketidir. Edebiyatın, hukuk tanzimi konusundaki işlevini anlamak isteyenler, Şinasi’nin, Namık Kemal’in ve Ziya Paşa’nın, hem şiirlerini, hem de makalelerini, Ali Suavi’nin ise hukuk felsefesi anlamını taşıyan eserlerini okumalıdırlar. 1880 sonrası şöhret kazanan ikinci nesil ise, işlemeyen bir anayasa metnini yazdırmış bulunan öncülerden farklı olarak, ferdî hukukun kanunlara dayalı bir tarzda ortaya çıkması yönünde tam mücadele verdi. 50 yıldan fazla bir zaman süren bu faaliyetlerin sonuçlarını 1908-1918 arasında alabildik, İttihad Terakkî birçok kanun çıkarttı. Hâlâ uygulanmakta olan “Memurîn Muhakemât” Muvakkat (geçici) Kanunu o yıllardan kalmadır.
1918 Kasım’ında devlet iflâs etti. işgal orduları gelmekte olduklarının önce haberini verdi, sonra ülkemizi teslim aldı. Devletlerarası hukuk baştan başa çiğnenerek, insanlığın yüz karası olan utanç tabloları, Anadolu’da mazlum, makhur, masum halkın hafızasına kazındı. Devlet yoktu; hukuk yoktu; bu yüzden de hem hainler, hem de iç ve dış düşmanlarımız istediğini yapmaya kalktılar. Namusumuz, dinimiz, ailemiz, düşman elinde kaldı.
1919 Mayısı, hukuku çiğnenmiş bir milletin, adalet duygusu yaralanmış bir toplumun, hukuku uygulayamadığı için devleti kuklalaşmış bir halkın, bu olumsuzluklar yüzünden malı, canı, namusu ve ülkesi perişan olan ahalinin, hukukunu aramak üzere yola çıkan genç bir Paşa’nın hareket tarihidir. Canına, malına, namusuna ait hukukun, düşmanlık edene kabul ettirilmesi için, önce millî birlik sağlanmalı, sonra bir hukuk arayıcılığını üstlenen devlet oluşmalı, daha sonra da ülkedeki hukuk tanımaz düşman yenilerek kovulmak idi. Bana göre, “Millî Mücadele”, bir millî benlik şahlanışı, hukukunu arayan insanların yabancılara bu hukuku kabul ettirişi, bunu zaferle taçlandırışı olarak nitelendirilebilir.
Mustafa Kemal Paşa’nın 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplandığı Türkiye Büyük Millet Meclisi, millî birliğin göstergesi, kanun yapma yetkisine sahip, uygulamadan sorumlu, yeni Türk Devleti’nin nasıl bir hukuk oluşturacağının ilk habercisi olan temsilciler kurulu... Anadolu’nun her tarafında kanla boğuşulurken yeni anayasayı (Teşkilât-ı Eshasiye) oluşturan, millî direnişle ilgili kanunlar çıkaran o mübarek meclisin üyelerini rahmet ve minnetle anıyorum.
Mustafa Kemal genç bir subayken, hem Sofya’da, Beyrut’da gayri müslim halkın kendi içinde kurduğu hukuku, hem de azınlıkların Osmanlı devletine rağmen uyguladıkları hukuku yakından görmüştü. Dolayısıyle, yeni bir devletin öncelikle hukuk düzenlemeleri getirmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Askerî bir dehâ, askerlik manasında gerçek bir kahraman olduğunu bütün düşmanlarının da hayranlıkla kabul ettiği Mustafa Kemal Atatürk’ün, 29 Ekim 1923’te nasıl bir hukuk, başka bir söyleyişle, devletin toplumla, kişilerin kişilerle nasıl bir ilişki kuracağını işaret eden Cumhuriyet rejimini kurmuş olması, herşeyi anlamaya yetecek bir tutumdur.
Yeni Devlet’i dünya dikkatle izliyordu. Türkiye Cumhuriyeti sınırlan içinde yaşayan vatandaşlarımızın idarî, cezaî ve meslekî meselelerini çözümleyebilecek kanunlara ihtiyacımız vardı. Kamu hukukunun oluşması, özel hukuka nisbetle daha kolay mümkün olabilmektedir. Kamu hukuku gerektiği hallerde tercüme dahi edilebilir. Yeni bir anayasa, yeni bir idare hukuku, yeni bir ceza ve iş hukuku oluşturmak Cumhuriyetin ve Atatürk’ün 15 yıllık faaliyetlerinin esasını teşkil etmiştir. Fakat, asıl sıkıntılı işler işlemler kamu hukukunun dışında kalan ve özel hukuk denilen medenî hukuk, ticaret hukuku alanlarında olmuştur.
Değerli dinleyenler, Kanunların üç kaynağı olur: Örf, din, yaşanan şartların gereği olan hükümler.
20. yy. in ilk çeyreğinde yeniden yapılan Türkiye Cumhuriyeti devleti, halkına hem kamu hukuku, hem de özel hukuk anlamında yeni kanunlar hazırlamak zorunda idi. Bunun için yeni kanunların gerekçeleri ve hükümleri ile hukukun kaynağı pek tabiî yaşamakta olduğumuz şartlarla, geçirdiğimiz acı tecrübelerden alınacaktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi pek tabiî, Cumhuriyet Türkiyesi’nin Türklüğünde ihtiyacını duyduğu kanunları ve tüzükleri çıkaracaktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yanı başında, kanunların akademik tahlilini yapabilen hukuk fakültesi gibi bir kuruma ihtiyaç vardı.
Atatürk’ün 5.11.1925’te Ankara Hukuk Fakültesi’ni açarken söylediği şu ifadeler yukarıdan beri sözkonusu ettiğimiz muhakemenin onun ağzından ortaya konmasıdır.
“Büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek eski esâsât-ı hukukiyeyi temelinden hal’etmek teşebbüsündeyiz. Ve yeni esâsât-ı hukukiye ile elifbasından tahsile başlıyacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek için bu müessesâtı açıyoruz. Bütün bu icraatta mesnedimiz milletin istidat ve kabiliyeti ve irade-i kat’iyesidir. Bu teşebbüslerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle beraber, bahsettiğim mahiyette anlamış olan güzide erbâb-ı hukukumuzdur.
“Hayat-ı umumiyemizin yeni esâsât-ı hukukiyesi nazarî ve tatbikî sahada tecelli ve tahakkuk edinceye kadar geçecek zamanı temin eden bizzat milletimiz ve onun inkılâbındaki yorulmaz ve yıpranmaz kuvvet olacaktır.
“Talebe efendiler!
“Yeni Türk hayat-ı içtimaiyesinin bani ve müeyyidi olma iddiasiyle tahsile başlayan sizler; Cumhuriyet devrinin hakikî ulemâ-i hukuku olacaksınız. Bir an evvel yetişmenizi ve arzu-yi milleti fi’len tatmine başlamanızı millet sabırsızlıkla beklemektedir. Sizi yetiştirecek olan profesörlere terettüp eden vazifeyi hakkiyle îfâ edeceklerine eminim.
“Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu büyük müessesenin küşâdında hissettiğim saadeti hiçbir teşebbüste duymadım ve bunu izhâr ve ifade etmekle memnunum.”
Değerli dinleyenler.
Son günlerde Prof. Dr. Reşat Genç’in yayınladığı Türkiye’yi Lâikleştiren Yasalar adlı eseri okuyanlar, o devrin meclisinde din âlimlerinin bulunduğunu bilirler. Bu kitabı okuyanlar şunu düşüneceklerdir, sanırım: Diyarbakır’ın yahut Urfa’nın bir köyünde yaşarken, karısı ve beş çocuğunun arasındaki ilişkiler ile ihtiyacını duyduğu sayılı eşyaları Ankara’da veya Diyarbakır merkezinde de sürdürmeye kalkmak bir aile için mümkün değildir. Yeni bir hayat, yeni kurallar, yeni ihtiyaçlar doğurur. Bu yeni devlet ve yeni bir hayata davet edilen millet, toplumdaki sosyal değişmeyle parelellik gösteren yeni kanunların oluşturduğu bir adalet içinde yaşayacaktı. Atatürk’ün Hukuk Fakültesi’nin açılışında yaptığı konuşmadan bir cümle daha alayım:
“Cumhuriyet Türkiyesi’nde eski kavâid-i hayat, eski hukuk yerine yeni kavâid-i hayatın ve yeni hukukun kaim olmuş bulunması, bugün gayr-i kabil-i tereddüt bir emrivâkidir.”
Kadını kadın, erkeğini erkek, çocuğunu çocuk, vatandaşını vatandaş gibi görme; yurttaşların kanun önünde eşitliği; yazılı hukuka dayanarak adalet dağıtma Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’ten itibaren aslî hedefidir. Atatürk, namusun, malın ve canın korunmasını devletin aslî hedefi olarak tesbit eden devlet adamıdır.
Atatürk’ü anlamak, daha doğru bir ifadeyle, akıl, insaff, iz’an sahipleri için Atatürk’ü kavramak, zor değildir. Bugünkü Türk Dünyası’nı gezenler, bugünkü İslam ülkelerinde halkın perişanlığını bilenler, Atatürk’ün milleti devletle bütünleştirmek yönünde millî bir meclis aracılığıyla millî bir hukuk oluşturma arzusunu anlayabilirler. Bütün mesele, Atatürk’ü “doğru” anlamaya ve Türk toplumunun gelişme hızını “doğru” görmeye niyetli olmaktan geçiyor. Sizleri saygıyla selâmlarken, kişi olarak devlete ve başka kişilere, devlet olarak kişilere ve başka devletlere hukukumuzun korunmasını Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hedefi yapan Atatürk’ü rahmetle anıyor, onun şu sözleriyle konuşmamı tamamlıyorum:
(Türkiye Cumhuriyeti’nin) “Devlet idaresinde, bütün kanunlar, nizamlar, ilmin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir.”
|
|