|
|
|
|
|
|
|
|
Yıllardan beri yüzlerce kişiye geçim sağlayan Kırcaali pazarının yenilenmesine başlandı. Sanayi ve köy iktisadiatı mamüllerinin müşterilere, yerli ve geçici kişilere sunulduğu pazarın artık günümüze uygun olmadığı gerekçesiyle yenilenip modernleşmesi kararı alındı. Halihazırda kullanılan 420 masanın tamir edilerek, yeni asfalt döşeli başka bir sahaya değiştirilmesi, gereksiz ağaçların kesilip eski Pazar yerinin temizlenmesi bitmek üzere.
Güncel ihtiyaçlara uygun, kapalı bir pazarın yapılmasına başlandı. Bu hususta basın temsilcilerine yaptığı açıklamada Kırcaali Belediye Başkanı müh. Hasan Aziz, kapalı pazarın çok mükemmel olacağını, yerli meclisin bu hususta müspet bir karar verdiğini ve bu projenin yaklaşık 10 milyon Leva'ya mal olcağını belirtti. İnşaat işlerinin “Ardastroy”, “Ekip internasyonal”, “Simeks”, “Elektroizgrajdane” ve “Patstroy injinering” şirketleri tarafından gerçekleştirileceğini kaydeden Hasan Azis, gereken finansların sağlanması için Tarım fonu bankalarından kredi de alınacağını vurguladı. Hesaplamalara göre bu önemli projenin bir yıl içinde tamamlanmasını umduklarını söyledi.
(Kırcaali Haber)
Kosova'nın bağımsızlığına kavuşması, Manisa'da yaşayan Rumeli ve Bulgaristan göçmenlerini de sevindirdi. Rumeli ve Bulgaristan Göçmenleri Derneği Başkanı Yasin Ocakoğlu, "Bağımsız Kosova, Avrupa'ya giden yeni köprümüz olacak." dedi.
Kosova'nın bağımsızlığına kavuşması, Manisa'da yaşayan Rumeli ve Bulgaristan göçmenlerini de sevindirdi. Rumeli ve Bulgaristan Göçmenleri Derneği Başkanı Yasin Ocakoğlu, "Bağımsız Kosova, Avrupa'ya giden yeni köprümüz olacak." dedi. Ocakoğlu'nun yönetim kurulu üyeleriyle beraber Ora Cafe'de yaptığı basın açıklamasına Manisa Belediye Başkanı Bülent Kar, İl Genel Meclisi Başkanı Hayrullah Solmaz, İzmir Balkan Dernekleri Federasyonu Sekreteri Rıfat Sait, Salihli Kosovalılar Derneği ve Manisa Makedonya Göçmenleri Derneği yöneticilerinden bazı kişiler katıldı.
Dernek Başkanı Ocakoğlu, "Kosova, 40 yıldır verdiği bağımsızlık mücadelesini kazanarak 17 Şubat Pazar günü Sırbistan'dan ayrılıp bağımsızlığını resmen ilan etti." şeklinde konuştu. Kosova'nın Avrupa Birliği'nin (AB) 49. ülkesi olduğunu dile getiren Yasin Ocakoğlu, 1912 yılında Birinci Balkan Savaşı neticesinde Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparılıp önce Sırbistan Krallığı, daha sonra Sırp hâkimiyetindeki Yugoslavya idaresinde 96 sene yaşadıktan sonra nihayet hürriyetine kavuştuğunu kaydetti. Kosova'nın, Türkiye'nin AB için yeni bir köprüsü olacağını ifade eden Ocakoğlu, Ankara'nın dört adımlı bir stratejiyle bu köprüyü güçlendirebileceğini söyledi.
Ocakoğlu, "Ankara'nın Kosova dâhil Balkan ülkeleriyle ileriye dönük vizeden muafiyet anlaşmaları ya da seyahati kolaylaştırıcı düzenlemeler yapıp bölgeyle fiziki irtibatını ve karşılıklı seyahat geçişliğini koruması lazım. AB, Batı Balkan ülkelerinin ileride üyeliklerine istinaden bu tür düzenlemelere itiraz edecek olsa da mesela İspanya ve Portekiz gibi AB ülkeleriyle tarihi bağları olan birçok Güney Amerika ülkesinin schengen vize rejimi dışında olduğunu hatırlamak faydalı olacaktır. Üniversiteler, düşünce ve sivil toplum kuruluşları, Diyanet ve belediyelerin, Batı Balkanlar'daki denkleriyle bölge ülkeleri kurumları vasıtasıyla Türkiye'ye bağlayacak köprüler kurması gerekir. Türk sermayesi ve medyasının da bu bölgede ciddi söz sahibi olması için girişimlerde bulunması ve gerekirse devlet teşvikleriyle cesaretlendirilmesi lazım. Son olarak Türk dış politikasının bu bölgeyi özel ilgi alanına alması ve gerek Dışişleri Bakanlığı'nın gerekse silahlı kuvvetlerin bölgedeki kurumsal mevcudiyetlerini pekiştirmesi elzemdir. Bu açıdan Batı Balkan ülkelerinin ordularına ve dış politika elitlerine yönelik yeni eğitim ve değişim programları tasavvur edilebilir." şeklinde konuştu.
Bulgaristan'ın Avrupa Birliği'ne (AB) üye olmasından sonra 20 Mayıs tarihinde ülkede ilk defa gerçekleştirilecek Avrupa Parlamentosu (AP) milletvekili seçimlerinde Türkiye'de ikamet eden 185 bin Bulgaristan göçmeni oy kullanamayacak.
Bulgar basını, Türkler'in oy vermelerinin engellenmesi konusuna bugün geniş şekilde yer ayırdı. Telegraf Gazetesi haberi, "185 bin Türk, Avrupa Seçimlerinden kovuldu" manşetiyle duyururken, Novinar Gazetesi de 185 bin Türkün seçmen kütüklerinden silindiğini yazdı.
Seçim kanununda yapılan değişiklikle Türkiye'de yaşayan ve çifte vatandaşlığa sahip olan Bulgaristan göçmenlerinin AP milletvekili seçimlerinde oy kullanmaları engellenmişti. Eski başbakanlardan İvan Kostov'un Güçlü Bulgaristan İçin Demokratlar (DSB) Partisi ile ırkçı Ataka Partisi milletvekilleri tarafından gündeme getirilen yasa değişikliği teklifi, 55'e karşı 111 oyla parlamentodan geçerek, Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov tarafından eleştirilmesine rağmen imzalanmıştı.
Bulgaristan'da yoğun tartışmalara neden olan ve Türkiye'deki göçmen derneklerinden de tepki çeken seçim yasasındaki değişik uyarınca, AB üyesi ülkelerde ikamet etmeyen Bulgaristan vatandaşlarının oy kullanması için, seçim gününden 3 ay öncesinde ülkede ikamet etmeleri şart. Yasaya göre, seçmen listelerinde yer almak için seçmenlerin sadece daimi adreslerinin değil, güncel adreslerinin de Bulgaristan veya diğer AB ülkelerinin birinde olması gerekiyor.
Bugün Bulgaristan’da yaklaşık 800 bine yakın Türk yaşamaktadır. Yerel halk tarafından eski işgal güçlerinin (Osmanlı İmparatorluğu) temsilcileri olarak görüldüklerinden Bulgaristan Türkleri tarih boyunca birçok baskıya maruz kalmıştır. Oysa bugün bu azınlık Doğu Avrupa’nın en etkili azınlıklarından biri olarak değerlendirilmektedir. Nitekim Bulgaristan’da yaşanan en son siyasi krizde Türk azınlık önemli rol oynamıştır. Bulgaristan’ın Avrupa Birliğine girmesi halinde, buradaki Türk azınlık, Türkiye’nin AB içindeki lobi aracı olabilir. AIA, Türk ve Bulgar kamuya açık kaynaklar ile iki ülkenin devlet arşivlerinden derlediği Bulgaristan Türkleri dosyasını aşağıda sunmaktadır.
Bulgaristan’ın şu anki nüfusu (Temmuz 2005 sayımına göre) 7 milyon 450 bindir. Bu nüfusun yaklaşık %9.4’ü Türktür.
Bulgaristan Türklerinin yaşadığı başlıca şehirler: Sofya, Şumnu, Kırcaali, Filibe, Dobruca, Varna, Rusçuk, Silistre, Plevne ve Tinova’dır.Türklerin büyük kısmı Bulgaristan’ın başlıca iki bölgesine dağılmıştır. Bu bölgelerden birincisi ülkenin kuzeydoğusunda bulunan Silistre-Varna bölgesi, ikincisi ise güneydoğuda bulunan Haskovo-Kurdzhali’dir. Bu iki bölgede Türkler, bölge nüfusunun çoğunluğunu teşkil etmektedir. Türkleri, çoğunluktan ayıran özellik din farklılığıdır. Bulgarların çoğunluğu Doğu Ortodoks iken Türklerin ekseriyası Müslümandır. Bununla beraber Müslüman Bulgarlar da vardır. Türklerin ana dili, şu an okullarda farklı eğitim seviyelerinde öğretilen Türkçedir.
Zhivkov (right) and Brezhnev (Sofia)
Bulgaristan, tarihinin büyük bölümünde, etnik kökenden ziyade dinin esas ayırıcı özellik kabul edildiği Osmanli İmparatorluğu hakimiyeti altında yaşamıştır. Osmanlı zamanında Türkler idari görevler üstlenmiş ayrıcalıklı bir azınlıktı. Bulgaristan’ın bağımsızlık kazanmasından sonra (XIX.yy sonları),Türklere karşı güçlü bir tepki doğmuştur. Bulgaristan’da Türklere uygulanan ayırımcılık ve kötü muamele, 1980’lerin ortasında komünist lider Todor Jivkov zamanında doruk noktasına ulaşmıştır. Jivkov’un başlattığı “Bulgarlaştırma” ve kültürel asimilasyon politikaları sonucunda çoğu Türk, Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştır. Maryland Üniversitesi Center for International Development and Conflict Management (uluslararası gelişim ve çatışma yönetimi merkezi) bünyesinde faaliyet gösteren Minority at Risk Center’a (risk altındaki azınlıklar merkezi) göre, bu Türklerin çoğu, komünizmin çöküşünden sonra Bulgaristan’a geri dönmüşlerdir.
Bulgar rejimi son on yılda düzenli bir ilerleme göstermiş, demokrasinin güçlenmesi ve Türk azınlığın durumunun iyileştirilmesi adına birçok adım atmıştır. Türk azınlığın talepleri doğrultusunda birçok tedbir alınmaktadır. Bu değişimde en önemli etken, Bulgaristan’ın güney komşusu ve NATO müttefiki Türkiye’nin, Bulgar hükümetinin Türk azınlık politikalarına verdiği destektir. Balkan çatışmaları, Bulgaristan’a sıçramamıştır.
Türk azınlığa yönelik asimilasyon tedbirlerinin kısa tarihçesi
Ahmed Dogan,
MRF leader since 1990
XV.yydan itibaren Osmanlı İmparatorluğu, Bulgaristan’a Anadolu’dan gelen Türkleri yerleştirmeye başladı.
1878. Önce Ayastefanos Antlaşması (geçersiz), daha sonra Berlin Antlaşması ile Bulgaristan, özerk devlet oldu.
1908. Osmanlı İmparatorluğunda Meşrutiyetin ilanı ile Bulgaristan tam bağımsızlık kazandı.
1940. Bulgaristan, Türklerin çoğunlukta olduğu Dobruca’yı tekrar ele geçirdi. Bu bölgede, Türkçe konuşan ayrıca iki Türk kökenli azınlık daha yaşamaktadır: Tatarlar ve Gagavuzlar (toplam 7000 kişi).
1984. Jivkov yönetimi altında Türk azınlığa yönelik ilk asimilasyon programına başladı. Bulgaristan Türkleri zorla “Bulgarlaştırılma”ya başlandı. Türk halka ve köylerine “has” Bulgar isimleri verildi. Türkçe isimler yasaklandı. Bulgar Devleti, Türkleri artık milli bir azınlık olarak tanımadığını ilan etti. Hükümetin iddiasına göre, Bulgaristan’daki Müslümanlar, Osmanlı tarafından zorla İslam dinine sokulmuş Bulgarlardan inmekteydi. Böylece Meriç’in her iki tarafında yaşayan Türkler tarafından kesinlikle onaylanmayan, resmi “Bulgar Türkü” tabiri doğmuş oldu.
Nisan 1986. Jivkov yönetimi aşağıdaki tedbirleri aldı:
1. Türkçe isimleri Slav isimlerine çevirmek,
2. Kamu alanlarında Türkçe konuşulmasını yasaklamak,
3. Türk-Müslüman azınlığı, yaşadığı “karma bölgeler”den alıp Bulgarların çoğunluk olduğu bölgelere yerleştirmek (bu, Türk cemaatinin bütünlüğünü bozmaya yönelik bir tedbirdi),
4. İslam ibadeti özgürlüğünü kısıtlamak,
5. Türk azınlığa karşı sosyal baskı uygulamak (işsizlik) ve böylece Türkleri Türkiye’ye göçe zorlamak.
Bu tedbirler yaklaşık 1.5 milyon insanı madur etti. Bu insanların büyük kısmı dayatılan bu tedbirleri kabul etti. Bazı Türk entellektüelleri yetkililerle işbirliği yaptı. Diğerleri yasadışı direniş örgütleri kurdu. İşte bu örgütler, komünizmin düşmesinden sonra, şimdiki siyasi parti Hak ve Özgürlükler Hareketine (HÖH) dönüşmüştür.
1989 yazı. İkinci asimilasyon programı, Türklerin kitleler halinde Türkiye’ye göç etmesine sebebiyet verdi. Yeni tedbirler Bulgaristan’daki muhalif hareketleri hızlandırdığı gibi dünya kamuoyunda yapılan eleştirileri de arttırdı. Bu yıl içerisinde en büyük Türk göçü dalgası yaşanmıştır: Toplam 310 bin Türk, Jivkov yönetiminin asimilasyon kampanyaları sonucundan Bulgaristan’ı terk etmek zorunda kalmıştır.
1989 sonrası Bulgaristan siyasi hayatından Türkler
1989 sonrası Bulgaristan’da yaklaşık 160 siyasi parti kurulmuştur. Bunlardan dört tanesi Türk kökenlidir: Hak ve Özgürlükler Hareketi, Demokratik Gelişim Hareketi, Demokratik Adalet Partisi ve Türk Demokrat Partisi.
1990. 10 ve 17 Hazirandaki iki turlu genel seçimlerde, HÖH, o tarihte 400 sandalyeli Bulgar Parlamentosuna 23 milletvekili sokmayı başardı.
1991. 13 Ekimde yapılan genel seçimlerde, HÖH, sandalye sayısını 24’e yükseltti. Daha sonra yapılan yerel seçimlerde ise 27 belediye ve 653 muhtarlık kazandı.
1994. 18 Aralıktaki genel seçimlere üç Türk partisi katıldı. Bu seçimlerde HÖH, 160 bine yakın oy kaybetti ve toplam oyların sadece %5.44’ünü elde edebildi. Böylece her üç parti birlikte toplam 320 bin oy almış oldu. Seçimleri ise Bulgar Sosyalist Partisi kazandı. Bu dönemde hükümet, Müslüman azınlık tarafından seçilmiş olan Baş Müftü Fikri Salih Efendi’yi görevinden aldı, yerine Diyanet İşleri Komitesi Başkanı sıfatıyla Nedim Gencev’i getirdi. Bu olay, Müslüman azınlık içinde büyük gürültü kopardı ve ülkede bir “müftü sorunu” baş gösterdi.
1997. 1990’ların ortasında Bulgaristan’da ağır siyasi ve ekonomik krizler baş gösterdi. 10 Ocak 1997’de Parlamento binası işgal edildi ve hatta ateşe verildi. 19 Nisandaki erken seçimleri Demokratik Kuvvetler Birliği kazandı. Bu seçimlerde HÖH, toplam Türk oylarının sadece %52’sini almayı başarabildi.
2001. Bulgaristan, 17 Haziranda genel seçimlere gitti. Seçimler, eski Kral II.Simeon’un ve yeni partisi II.Simeon Milli Hareketinin ezici zaferi ile sonuçlandı. Seçimlerden sadece üç ay önce kurulmuş olan II.Simeon Milli Hareketi, iktidardaki Demokratik Kuvvetler Birliği ile Sosyalist Partiyi kolayca mağlup etti. Bulgar Parlamentosu 24 Temmuzda II.Simeon Milli Hareketi ile 21 sandalyeli HÖH’ün koalisyonunu resmen onayladı.
2005. 25 Haziranda yapılan genel seçimler Bulgaristan’da, komünizmin çöküşünden beri görülmemiş derecede renkli bir koalisyonu ortaya çıkardı: Tek başına iktidar olmak için yeterli çoğunluğa ulaşamamış yedi parti. Sosyalist Parti toplam oyların %31’i ile 240 sandalyeli ve tek kamaralı Parlamentoda 82 sandalye kazandı. Seçimlerde iktidardaki II.Simeon Milli Hareketi oyların %20’sini alarak (53 sandalye) ile ikinci, HÖH ise %13 (34 sandalye) ile üçüncü oldu. Bu üç parti koalisyon hükümeti kurdu. Yeni hükümette HÖH üç bakanlık aldı: Başbakan Yardımcısı ve Doğal Afetler Bakanı Emel Ethem, Çevre Bakanı Cevdet Çakırov ve Tarım Bakanı Nihat Kabil.
Bulgaristan’da Türk medyası
Bugün Bulgaristan’da sekiz Türk gazetesi yayınlanmaktadır. Türkiye’de yayınlanan Zaman gazetesinin haftalık baskısı olan Zaman dışında, yayınlanan diğer yedi gazete şunlardır:
Hak ve Özgürlük
Filiz
Müslümanlar
İslam Kültürü
Güven
Cırcır
Balon
1993’ten sonra Bulgar Milli Radyosunda Türkçe yayınlara başlandı. Yapılan vaadlere rağmen Bulgar Milli Televizyonunu henüz Türkçe yayınlara başlamamıştır. Uydu aracılığı ile Türkiye’de yayın yapan kanallar Bulgaristan’da da seyredilebilmektedir. Şu an için herhangi bir yasak olmadığı halde Bulgaristan’da yaşayan Türklerin kendilerine ait radyo veya televizyon kanalı bulunmamaktadır.
Din
Bugün Bulgaristan’daki Türkler ne siyasi ne de dini birliğe sahiptir. 1990’lardan beri Türkler, birçok Hıristiyan misyonerin ilgi alanı içerisindedir. Bu bakımdan Pomak Türkleri ile Müslüman Çingeneler özel ilgi çekmektedir. Öte yandan Bulgar yönetimi Pomak Türklerini farklı dini organizasyonlar altında toplamaya çalışmaktadır. Bu ise Bulgaristan’daki Türk birliğine zarar vermektedir. Bunun dışında Türkler artık kendi dini liderleri olan Baş Müftüyü seçebilmektedir. Baş Müftü bugün Selim Mehmet’tir.
Kültür ve eğitim
Jivkov’un asimilasyon kampanyalarından önce Türkçe kullanımına yönelik politikalar çeşitlidir. 1958 öncesi, tüm eğitim seviyelerinde Türkçe öğretimine izin verilirken üniversite öğrencileri Türk okullarında Türkçe öğretmek üzere eğitim alıyorlardı. 1958 sonrasında ise, Türkçe öğretmenleri Bulgarca eğitilmeye başlandı ve Türk okulları Bulgar okulları ile birleştirildi. 1972’den itibaren tüm Türkçe dersleri, ilkokullar dahil, yasaklandı. Asimilasyondan kasıt, Türkçe öğretiminin ve hatta aile içinde dahi Türkçe konuşulmasının yasaklanması idi. Kamu alanlarında Türkçe konuşulmaması için para cezaları kondu.
1989’de Jivkov’un iktidardan düşmesi ile Parlamento, Türk azınlığa haklarını iade etmeye başladı. 1991’de yeni bir kanun ile daha önceki isim değiştirme kanunundan zarar görmüş olanlara ve isim değişikliğinden sonra doğmuş olsalar dahi çocuklarına asıl isimlerini geri alma imkanı tanınıyordu. Slav takıları -ov/-ova veya -ev/-eva soyadlardan kaldırıldı ve böylece 1950’deki soyadları Slavlaştırma kampanyası hükümsüz kılındı. Bu yeni kanun sadece Türkler için değil, aynı zamanda sırasıyla 1965 ve 1972’de soyadlarını değiştirmeye zorlanmış Çingeneler ve Pomaklar için de önemliydi. Ocak 1991’de, Türklerin yoğun olduğu bölgelerde, eski Kurdzhali ve Razgrad bölgeleri gibi, okullara haftada dört saat Türkçe dersleri kondu. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin konuştuğu Türkçe, Türkiye’de konuşulan Türkçeye çok yakındır. Tek fark, Bulgaristan’da yaşayan Türk azınlığın Türkçe yazarken Kiril alfabesi kullanmasıdır.
Koca Balkan'nın iki yanındaki iki büyük bölgenin dağlık ve ovalık yörelerinde yaşıyan Türkler,o asırlık görkemli günlerden kalma olan bu insanlar yaşadıkları asırlık alışkanlıkları içinde sürdürdükleri töresel yaşamlarını,yüzyirmi yıldan beri süre gelen acımasızca ve sürekli baskılardan hiç bir baskı silememiştir.İşlerine sinmiş olan o iyilikçi büyük alçak gönüllükleri yüneticilerden hiç kimseyi rahatsız etmemiştir.Çünkü o almaya değil, hep vermeye, her türlü özveriyi göstermeye kendini töresel yaşamı içinde alıştırmıştır.
Prof. Dr. Ahmet Merdivenci
Komşu Bulgaristan’da, Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma büyük bir Türk azınlığı vardır. Türkiye sınırları dışında, İmparatorluktan miras, en büyük Türk kitlesi bugün Bulgaristan’da yaşar. Bu kitle, asla küçümsenemeyecek, ihmal edilmeyecek ve vazgeçilmeyecek bir Türk varlığıdır.
Bulgaristan’daki soydaşlarımız, dünkü Rumeli Türklüğünün son ve en önemli temsilcileridir. Anadolu Türklüğü ile Rumeli Türklüğü, Osmanlı İmparatorluğunun kurucu unsurunu, özünü oluşturuyordu. Osmanlı devleti, ondan önceki Türk devletlerinden farklı olarak, sadece bir Asya devleti değildi. Hem Asya, hem Avrupa devletiydi. Marmara denizi kıyısında kuruldu. Çok geçmeden Marmara’nın batısına, Balkanlara veya Rumeli’ye sıçradı. Ondan sonra Marmara mihverinin iki yakasında, simetrik olarak serpilip büyüdü. Devletin ilk başkenti Anadolu’da Bursa, ikinci başkenti Rumeli’de Edirne oldu. İstanbul’un fethiyle devlet, tabii başkentine ve jeopolitik dengesine kavuştu: Doğu’da Anadolu kanadı, batıda Rumeli kanadı ve orta yerde başkent İstanbul. Osmanlı İmparatorluğunun asıl anavatanı veya metropol toprakları işte bu bölgelerdi.
Tuna nehrine kadar olan Rumeli toprakları, İmparatorluk için her zaman Anadolu kadar önem taşıdı. Hatta zaman zaman Anadolu’nun da önüne geçti. İmparatorluk için birinci derecede önem taşıyan, başkent İstanbul’un adeta hinterlandı ve koruyucu kalkanı durumunda olan Rumeli, daha ilk fetih günlerinden başlanarak yoğun biçimde Türk nüfusuyla dolduruldu. İmparatorluğun Jeopolitik dengesi ve başkent İstanbul’un Batıdan gelebilecek saldırılara karşı koruyucu kalkanı olması bakımından hayati önemde bir bölge olan Rumeli’nin Türkleştirilmesi gerekli görülmüştü. Bu yüzden ilk fetih yıllarından başlanarak bu önemli yöreye İmparatorluğun kurucu ve güvenilir unsuru olan Türk kitlelerinin yerleştirilmesi bir devlet politikası yapıldı.
"Acı acı yutkunduk, dudaklardan eksik olmayan dualar okunuyordu. Kurşunu çekecekleri yere mi gelmiştik?"
Ufuklardan inen akşamlar ölü
Kavaklar bir öykü fısıldar sessiz
Burada binlerce ceset gömülü
Belene bir mezar mı esrarengiz?
Mayıs 1985 Ömer Osman
Bulgaristan'da komünist sistemin 45 yıllık iktidarının bu ülkede yaşayan Müslüman Türk toplumunun hayatı üzerindeki etkilerini ve yaşanan gelişmeleri bir gün yazmaya kararlıydım. Türkler'e yapılan zulmün finali ise Jivkov sisteminin 1984 yılı sonlarından 1989 yılı sonuna kadar Türkler'e uyguladığı soykırımı ise insanlık tarihinde az rastlanan bir olaydı. İnsanları adının bile ürperttiği Belene ölüm adasındaki toplama kampını yıllar sonra tekrar faaliyete geçirip, beş yüz kadar Türk'e aylarca burada eza ve cefa çektirmesini ilk günden son gününe kadar görüp yaşadım. O günleri yazmasaydım vicdan azabı çekerdim.
Hatıralarımın esas kısmını içeren 16 ay Belen'de, 13 ay Bobovdol'da ve on altı ay da sürgünde geçen günleri Türkiye'ye geldiğim 1989 yılı sonlarında yazmıştım. İyi ki de o zaman vakit ayırıp yazmışım. Yaşanan olayları şimdi, günü gününe, kişilerin isimlerini de hatırlayabilmem mümkün değildi. Son günlerde bazılarının ''Neden Belene'yi yazıp, anlatmıyorsun?'' diye ısrarlı soruları karşısında, o ıstırap dolu günlerin öncesi de hafızamda canlandı.
Kendi arşivimden, bol miktarda kullandığım fotoğraflarla Bulgaristan'da Türkler'in hayatının son yarım asrına karınca kaderince ayna tutmaya çalıştım. Gelecek nesiller için bir belgesel hali alan hatıralarımın bazı bölümlerini ilk olarak Yeni Şafak gazetesinde yayınlanmak nasip oldu.
Mehmet Türker kimdir?
Mehmet Türker 1950 yılında Bulgaristan'ın Kırcaali ilinin Koşukavak Sindelli köyünde dünyaya geldi. Sofya Üniversitesi Batı Dilleri Fakültesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Öğretmenlik yaptığı yıllarda Mehmet Halilov adıyla birçok gazete ve dergide Türkçe ve Bulgarca haber, röportaj ve hikayeler yayınladı. Bulgaristan'da asimilasyon harekatına geçildiği 1984 yılı sonunda hükümetin politikasını desteklemediği için tutuklanıp Belene Kampı'na sürüldü. Bu kampta tam 485 gün kaldı. Kurtuldum diye sevindiği an bir yıl daha Bobovdol kasabasındaki tutukevinde cezalandırıldı. 1987 yılında Dragoviştitsa köyüne sürgüne gönderildi ve orada da 16 ay kaldı. 1989 yılının Mayıs ayında birkaç bavul, 2 çocuğu ve eşiyle Viyana'ya gönderildi. 31 Mayıs'ta Türkiye'ye geldi. İstanbul'a yerleştikten sonraki ilk 10 yıl Türkiye gazetesinde muhabir olarak çalıştı. Ekovitrin dergisinde ve Kanal 7'de Ekovizyon Programı için hizmet verdi.
Meçhule Yolculuk...
Homurdanarak yol alan otomobilin kasası konserve kutusundan farksız.
Yanımda benim gibi kolları kelepçeli öğretmen Kasım Hasanov da acılar içinde kıvranıyor. O da dün tutuklanmış, bugünü görmeyebilirim düşünceleriyle sabahlamış. Virajları göremediğimizden dolayı, vücutlarımıza hakim olamıyor, o benim üzerime, ben onun üzerine yığılıyoruz. Üç dört yıl önce geldiğim Mestanlı (Momçilgrad) kasabasında tanışmıştık. Çevresinde mert ve saygın birisiydi Kasım Muallim. Ağabey diyebileceğim kadar yaşlıydı benden. O günlerde gündem konusu olan kendi milli benliğimizle ilgili ciddi konularda hemfikirdik. Bu konularla ilgili birileri bizi ihbar mı etmişti acaba? İkimizin de ağızını bıçak açmıyordu. Karakolda geçirdiğimiz gece, anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirmişlerdi. O an nereye ve niçin gittiğimizi bilmiyorduk. Onun dayaktan morarmış yüzüne baktıkça, kendi acılarımı unutur oldum. Sessizliği ilk Kasım Ağabey bozdu ve hafifçe:
"Benimle ilgili bir şey sordular mı?''
"Hayır. Ya sana beni sordular mı?''
O da hayır deyince, rahatladım. Demek ki, aylardır konuştuğumuz hassas konularla ilgili bir ihbar yoktu.
Acılar içinde kıvranan Kasım Ağabey, yine duyulur duyulmaz bir sesle:
"Sabaha kadar nöbetleşerek dövdüler. Aralarından birisine Albay Halilov diye hitap ediyorlardı. Hepsi palavra. Güya, bakın bu vatana emniyette de hizmet eden Türk var diye bizleri kandırıyorlar. Yemezler... Bir an elinde bir avuç mermiyi gösterip, 'Bunlar senin için. Dışarı çıkarır, beynini dağıtırım, kimse de hesap soramaz' diye tehditler savurdu'' diye anlatırken, araba durdu; kapı açıldı.
Otomobile elleri kelepçeli beş kişi daha bindirdiler.
Yaşlıca, karayağız olanın sakalı nereden bakılsa, bir haftalık olmuştu.
Dudakları kıpır kıpır dua okuyan bu hemşehrim benim yanıma oturdu. Her birinin telaşı yüzünden okunuyordu. Biraz sıkışarak, hepimiz kutu kadar otomobile sığabildik. Saçı sıfır numara kesilmiş olanın da dua okuduğu belliydi. Başında şapkası da yoktu orta yaşlı bu kişinin. Oturur oturmaz yaşlıca adama:
"Hoca mısın?'' dedi. Yaşlıca olan da:
"Biraz öyle'' diye cevap verdi.
"Bende de biraz hocalık vardır'' diye ekledi orta yaşlı, saçları sıfır kesilmiş olan. Otomobil yükünü almış, tekrar harekete geçti. Kısa bir sükunetten sonra hepimizin kafasındaki "Nereye götürüyorlar bizi?'' sorusu birisi tarafından seslice soruldu. Her kafadan ayrı bir yorum çıkıyor, kimi Eski Zağra, kimi Lovça, bir başkası da Sofya cezaevlerine götürüldüğümüz tahminlerini yürüttü. Hiçbirimizin ilk aklına gelen ve en muhtemel gidebileceğimiz Belene'yi korkudan telaffuz etmeye dili varmıyordu. Oysa, Belene denince tüylerimizin ürperdiği o ölüm adasına son iki üç günden beri onlarca kişinin hapsedildiğini duymuştuk. Buna rağmen meçhule gidiyoruz diye kendimizi aldatıyorduk.
Türk olmak suçtu
Son bir kaç haftadan beri Bulgaristan Komünist Partisi'nin aldığı bir kararla artık bu ülkede Türk ismi ve Türk varlığı diye bir şey kalmayacaktı. Edinilen bilgiye göre devlet bu sorunu çözmeye o kadar kararlıymış ki, Türk nüfusun yüzde onunun imha edilmesi bile göze alınmış. Yirminci yüzyılın sonunda böyle bir vahşetle karşı karşıya kalan Bulgaristan Türkleri için varoluşlarının en kötü günleri gelip çatmıştı. Bu asrın sonunda bu tutuklamalar, kurşuna dizme olayları Patagonya'da değil, bir Avrupa ülkesi Bulgaristan'da yaşanıyordu. Bundan böyle ben Mehmet, ağabeyim Ahmet, kızkardeşlerim de Emine, Fatma, Hayriye olmayacaklardı!? Bunları düşünmek bile insanı kahrediyor. Ve bunu düne kadar beş asır boyunca Osmanlı esareti altında yaşayan bir avuç Bulgaristan yapıyordu! Bütün bu girişimler ve halk arasında burada asırlardan beri yaşamakta olan Türkler'in Müslümanlaştırılmış Bulgarlar oldukları hep uydurulmuş masallardı ve bir gün bütün bunların yanlış olduğu ortaya çıkacaktı. İki milyon Türk'ün yok olmasına dünya kamuoyu göz yumamazdı. Bizler şu anda böyle bir aptal politakanın mağdurları olarak arkamızda gözü yaşlı ana-babalar, eşler, çocuklar ve akrabalar bırakmışız.
Suçumuz ise Türk olmak.
Ölüp ölüp dirildik
Yola çıkalı 3-4 saat oldu. İki gündür kimsenin kursağına bir lokma bir şey inmemişti. Bir ihtiyaç molasıdır diye düşündük. Dışarıdan kulağımıza gelen konuşmalar korkunçtu...
"Şu analarını s... feslerini (Fes dedikleri Türkler'di) burada mı gebertelim, yoksa biraz daha ileride mi?''
"Nerede ölecekleri hiç de önemli değil. Nasıl olsa bizden hesap soracak mı var? Ha burada, ha orada'', derken bir üçüncüsü:
"Hadi biraz daha gittikten sonra işlerini bitiririz'' demesiyle bizde bet beniz kalmadı. Nabızlarımızın atışını kulaklarımızla duyar olduk. Birbirimize bakmaya korkuyorduk. Her birimiz bildiği duayı okuyorduk. Belki az sonra kelime-i şahadet getirebilirdik. Şu anda suçsuz tutuklu olmamızın da hiçbir anlamı kalmamıştı. Birkaç gün önce Kirli ve Mestanlı'da öldürülenler de suçsuzdu. Bulgar tarihinde bu tür olayların da nicelerinin yaşandığını biliyorduk. Kendi halkını bile katledenlerden her şey beklenirdi.
Otomobil tekrar yola koyulunca, bir daha hiç durmamasın istedik. Müthiş bir korku içinde her birimizin kendinden geçmiş bir hali vardı. Kimse konuşmuyordu. Otomobilin konserve kutusu gibi kapalı kasasının tavanından sadece gökyüzü görünse de büyük şehirlerden geçerken, yüksek binaların tepelerindeki yazılardan hangi şehirden geçtiğimizi tahmin etmek de mümkündü. Otomobil düz bir ovadan sonra rampa yola girdi. Virajdan viraja giriyordu. Sık sık düşük viteslerin birinden diğerine geçiyordu.
Donmaktan kurtuldum
Akşam oluyordu. Soğuk da giderek kendini hissettiriyordu. Balık istifi gibi yolculuk bizi mahvetmişti. Birbirimize dayanmasak, yerimize yığılıp kalacağız. Aramızda benden başka paltosuz yoktu. Tutuklamaya gelen polisler, öğretmenler odasından pardesümü almama bile izin vermemişlerdi.
Derler ya her işte bir hayır var; Ahmet Efendi'nin paltosu hayli bolcaydı.
Ayrıca sol kolu da kelepçesizdi. Soğuğa dayanamaz olduğum bir anda Ahmet Efendi'ye dönerek:
"Aman Hocam, 'Allah'ını seversen şu paltonla beni sar!'' dedim. Ricam üzerine Ahmet Efendi kolunu paltosunun yeninden çıkarıp, benim sırtımı çulladı. Böylece otomobilde donmaktan kurtuldum.Bitmek tükenmek bilmeyen yol uzadıkça, içimizdeki ümit kıvılcımı da büyüyordu. Gecenin karanlığında hâlâ bir avuç büyüklüğündeki Bulgaristan sınırları içerisinde mi dolaşıyorduk? Ah bir sabah olsaydı... Yeni gün yeni kısmet derler ya! Böyle iyimser hayaller içindeyken, otomobil durdu.
Hepimiz birbirimize bakıştık. Bu bakışlar birbirimize son bakış mı olacaktı? Acı acı yutkunduk. Dudaklardan eksik olmayan dualar okunuyordu. O an en kötüsü akla geliyordu: Acaba kurşunu çekecekleri yere mi gelmiştik? Allah korusun! Her birimiz çoluk çocuk sahibi... Ben henüz bugünlerde çocuk sahibi olmayı bekliyordum. İki gün önce tutuklandığım haberini almışlar mıydı acaba? İki hafta sonra doğum yapması gereken eşimi böyle acı bir haber çok kötü etkilemez miydi? Allah yardımcımız olsun derken, otomobilin kapısı açıldı, "İnin!'' emri verildi.
Ayazda tek donla kaldık
· Yere indik. Soğuktan katılaşmış vücutlarımızı doğrultmakta güçlük çekiyorduk. Nereden bakılsa, on saattir aynı vaziyette yoldayız. Etrafımızda gördüğümüz manzara bizi bir kez daha ürküttü. Bizi çember içine almış ellerinde otomatik silahlı polisler, kurt köpeklerini zor zaptediyorlar. Üç sıra dikenli tellerden örülü bu avlu cezaevinden başka bir yere ait olamazdı, ama hangisine? Şaşkın şaşkın etrafımıza bakınırken silahların dipçikleriyle bir "Hoşgeldiniz'' aldık. Yerde diz boyu kar... Ayaz etrafı donduruyor. Sırtımda Ahmet Efendi'nin paltosu da yok.
· İncecik ceketten soğuk iliklerime işliyordu. Önce kelepçeleri aldılar. Bir alışkanlık, soğukta hemen ellerim cebime gitti. "Bıçak mı çıkaracaksın devletin polisine?'' diye sırtıma inen cop bir kez daha bana sokakta değil, cezaevinde olduğumu hatırlattı. Hepimiz bir sıra olduk tel avlunun boyuna ve başladık beklemeye. Her an birinin "Ateş'' emri vermesinden korkuyorduk. Böyle anlarda dakikalar saat, saatler de gün kadar uzun sürer.
· Beklediğimiz emir gelmedi. İçimizde küçücük ümit kıvılcımları canlandı.
· Soğuktan yüzlerimiz morarmış, çenelerimiz tutmaz olmuştu. Kar üzerinde soyunmamızı emrettiler. Anadan doğma soyunduk, üstümüzde tek don kaldı.
· Tek tek içeride bir görevli tarafından üzerimiz, bıçak, silah türünden bir şeyleri zula edip etmediğimizin belirlenmesi için arandı. Gece yarısı elbiselerinden mahkum olduklarını anlayabildiğimiz gruplar bir yerlerden geliyordu. Hiçbir suçumuz olmasa bile şu anda burada olmaktan, onların yerinde olmayı kırk bin kere tercih ederdim.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
| |