Mehmet Kafkas
Tarihîmiz bir çok zaferle doludur. Yeteri kadar önem verilmemesine rağmen bunların pek çoğu hepimizin hafızasında silinmeyecek izler bırakmıştır. Ancak bu zaferlerin sebepleri, neticeleri, kahramanları, bu kahramanların hayatları, kısacası "dersler" bizim için pek meçhûldür.
Zaferlerimizi bilmeyen bizler, elbette okuması da, dinlemesi de, anlaması da zor ve üzücü olan mağlubiyetlerimiz üzerinde belki de hiç durmayız. Halbuki getireceği tecrübe, vereceği ders açısından mağlubiyetler, zaferlerden pek de aşağı değildir. İşte Balkan Savaşı bunlardan birisidir.
Artık bütün tarihçilerin kabul etmeye başladıkları gibi, Balkan Savaşı, II. Abdülhamid'in takip ettiği siyaset sayesinde -milletlerarasındaki ayrılıklardan faydalanma- uzun süre engellenmiştir. Mamafih onun 1909'da İngiltere'nin tertiplediği 31 Mart Vak'ası bahane edilerek tahttan indirilmesiyle devlet, tecrübesiz, her şeyin meşrutiyet ile hallolacağına inanan, Avrupa'nın "din ve ekonomik" noktadan hareket ettiğini bilmeyen insanlara kalmıştır. İttihat ve Terakki Partisi'nin ülke yönetimini ele geçirmesinden sonra özellikle batı kültürünün eğitim ve sanat hayatımıza yansıtıldığını görüyoruz. Parti, Batının gönlünün hoş tutulması ile onların Osmanlı'ya karşı daha makûl bir politika izleyeceklerine inanıyordu. Halbuki batı yeryüzünde "ayakta duran müslüman" görmek istemiyordu. İttihatçılar, Balkan devletlerinin Osmanlı'ya karşı girdiği ittifakı göremedikleri gibi, iş başına getirdikleri bazı gayr-i müslim devlet adamları sebebiyle de mevcut durumun da zayıflamasına sebep olmuştur. Meselâ, Balkan Savaşı'ndan kısa bir süre önce Dışişleri Nâzırı Noradınkyan, "Balkan Devletlerinin Osmanlı'ya saldırmayacaklarına dair meclise teminat verir" diyerek 70-80 bin tecrübeli askerin terhisine sebep olmuştur (1).
Balkan Savaşı öncesinde meydana gelen siyasî gelişmeler doğrudan bu savaşla alâkalı değildir. Çok mühim olan bu husus ayrı bir yazı olabilecek seviyede olduğu için biz hemen Balkan Savaşı'na girmek istiyoruz. Bu savaştan alınacak dersleri maddeleştirecek olursak;
1. Balkan Savaşı'na katılmış olup da hatıralarını yazanlar, mağlubiyetimizin en mühim sebeplerinden birisi olarak orduya siyasetin bulaşmasını göstermektedirler. Bunlardan Rahmi Apak, Kara Sait Paşa ve Albay Efe Kâzım'ın siyasî anlaşmazlık sebebiyle birbirlerine silah çektiğini anlatır (2). Ordu, siyasetle iştigal etmemeli, vazifesinin ulvîliğinin şuuruyla kendisini geliştirmelidir. O günleri cephede gazeteci olarak yaşayan bir Fransız şunları anlatıyor;
"Bana bir albay gösterdiler. Bir binbaşıdan bahsettiler. Jön Türk Partisi'nin ümidiymiş (İttihat ve Terakki Partisi). Bir yüzbaşı da ıslahatçılığıyla tanınıyormuş.
Ben de elimde olmayarak eski Osmanlı ordusunu düşünüyordum. O ordunun subaylarını cemiyetler, kulüpler, şahsi tercih yapan komutanlar seçmezdi. Onlar sadece savaşı düşünüyor, ülkeyi yönetmekle uğraşmıyorlardı. Bugünkü orduya gelince... Bu ordunun üzerine pek çok siyaset yağmuru yağmış, demirleri paslanmıştı" (3). Bir ordu ülkeyi idareye kalkışmış ise, onun hatalarını engellemek çok zordur. Çünkü onda silah vardır.
2. Bulabildiğimiz bir askerî kaynak savaş günlerinde ordunun durumunu anlatıyor:
"Subayların seçilmesi, yükseltilmesi, orduda kalmaları için sağlık ve ihtiyaca uygunlukları tesbit edecek usullerimiz yoktu. Avrupa ordularının acı deneyleri neticesinde terke mecbur oldukları köhne terfi usüllerinden biz bir türlü ayrılamadık. Takdirsizliğimizin daima cezasını çektik. Subaylar komutanlarına emirlerindeki birlikleri idareden mahrum olduklarını söyleyemiyorlardı" (4). Orduda mevkiler ve rütbeler subayların bilgi ve becerilerine uygun verilmez ise savaşların kazanılması imkânsızdır.
3. Balkan Savaşı'nda başarılı olan komutanların ittihatçılık fikrinden uzak, dindar ve bu sebeple kendisini yenileyebilen kişiler oldukları açık. Sultan Vahdettin'in damadı İsmail Hakkı Bey, bu özellikleri taşıyan general Cavid'in şehadetini şöyle anlatır;
"Cavid Paşa, alaya, cedlerimizin bir zamanlar Avrupa'yı titretmiş olduklarını anlattı. Makedonya'da lekelenmiş olan namusumuzun temizlenmesi gerektiğini belirtti. Devam etti, -Pekâlâ evlatlarım. Siz bir alaysınız, ben dahi bir alay sayılırım. Manolassa tepesinde iki Yunan alayı vardır. Onları tepeden aşağı atalım. İleri hücum!... Allahü Ekber! Allahü Ekber!
Cavid Paşa tepeye koşuyordu. Anadolu'nun genç ve imanlı askerleri "Allah Allah" sadâlarıyla dağa tırmanmaya başlamışlardı. Ak sakallı Cavid Paşa beş mermi ile yüzünden ve göğsünden yaralanarak yere düştü. "Allah Kerîm..." son sözleriyle şehidlerin cennetine kavuştu. Beyaz sakalı temiz kanıyla kıpkırmızı olmuştu" (5). Alay tepeyi ele geçirir.
Bunun yanında, Alman subayları kırpık bıyıklı diye kendi bıyıklarını da bu şekilde kesen (6), taklidçi, kendini tanımayan subaylar Balkan Savaşı'nda başarılı olamamıştır. Meselâ, Taşlıca bölgesinde 5 bin askerimiz çok iyi silahlanmış olmasına rağmen, yanında top ve makinalı tüfek dahi bulunmayan bin Karadağ askeri karşısında komutanları yüzünden kaçmak zorunda kalmışlardır. (7).
4. Orduda, ikmal işlerinin iyi düzenlenememesi sebebiyle büyük bir açlık kendisini göstermiştir. Önce bu konudaki bilgileri arz edelim:
"Bulgarlara karşı yapılan savaş dört gün sürdü. Türkler kaybettiler. Çünkü askerlerin ekmeği ve başkumandanın telgrafı yoktu" (8).
"Bir çok askerimiz ölmüş at ve katırların gayet fena kokan cesetlerinden çıkardıkları derilerle ayak ve bacaklarını sarar ve bununla soğuğa karşı koymağa çalışırlardı. Bazıları -ise aç kalınca ot toplayıp yemişler ve maalesef zehirlenmiş, müthiş acılarla kıvranarak ölmüşlerdi" (9).
"Açlıktan ölüme mahkûm olan askerlerin bazen vahşi kuşları kovmak için bir kolu kalkıyor, fakat ölmekte olan bu askerin hareketi hiç bir işe yaramıyordu. Çünkü kuşlar bu insanların başından ayrılmıyordu" (10).
"Lüleburgaz komutanı ve Türk Ordusu Başkumandanı Abdullah Paşa dahi açlıktan ölmek üzeredir. Onu bir yabancı gazetecinin verdiği bir kaç konserve kurtarmıştır" (11).
Bu tür misâlleri çoğaltmak mümkündür.
5. Bu yiyecek, giyim ve cephane sıkıntısına rağmen "Anadolu'lu olma özelliğini devam ettirebilen askerlerimiz kahramanca savaşmışlar fakat yukarıda arz ettiğimiz sebeplerle galibiyete ulaşamamışlardır:
Journal gazetesi muhabiri anlatıyor: "Türkler, Manastır'da Plevne savaşçılarının efsanevî cesaretini ve kahramanca inadını gösterdiler. Tam ve kesin yenilgilerine rağmen şan ve şeref tacına lâyık olabildiler" (12).
"Türk evlatları, Sırp sınırından itibaren yürüye yürüye, takatten düşerek, neredeyse bir deri bir kemik olmuş, tanınmayacak halde bugün Yunanistan'da bulunan Yanya'ya vardılar. Yolda hiç bir kapıdan bir dilim ekmek bile almadan Allah'ın bitirdiği otları yiye yiye Yanya'nın imdadına koştular" (13).
Askerlerimiz Yanya'da 12 bin kişidir. Altmış bin kişilik Yunan ordusuna 6 ay karşı koyarlar. Sonunda ayakta duramayacak hâle gelince Yunanlılar şehre girer. Askerlerimizin altı bini açlıktan vefat etmiştir. Gerisini bir Yunanlı subay şu şekilde anlatıyor:
"Cephane ve yiyecekleri kalmamış, kâfî gelmeyen pek az miktarda çürümüş mısır ekmeğiyle şöyle böyle yaşayabilen bu insanlar inanılmaz bir manzara ortaya koydular. Türk askerleri, soluyarak, çığlıklarla âdeta yerde sürünüyorlardı. Bu iskelete benzeyen insanların gözlerinde ölüm görünüyor, son nefesleriyle bir parça ekmek rica ediyorlardı" (14).
Balkan Savaşları'ndan alınacak dersler çoktur. 1. Balkan Savaşı'nda bizimle beraber olan Arnavutlar'dan Hristiyan olanların ihanetleri, (15) Osmanlı'ya sadık oldukiarı iddia edilen Yahudilerin Atina'daki Türkler'e yaptıkları (16) Bulgar'ların ve Yunanlıların Türklere katliam derecesine varan davranışları, bazı askerlerimizin tüfek tutmayı dahi bilmemeleri (17) unutulmayacaktır.
Osmanlı uzun süre askerine; Allah korkusunu, itaati ve cesareti öğretmişti. Bunlardan uzakiaşıldıkça, özellikle Balkan Savaşı'nda, mağlubiyetimiz kendisini göstermiştir.
Bütün bunların yanında; Osmanlı'nın asırlarca huzur ve müsamaha ile idare ettiği Balkanların, Ortadoğu gibi Osmanlı sonrası içine düştüğü durum çok mühimdir. Asıl ders budur. Bu devletler Osmanlı'dan sonra kendi içlerinde uzun süre savaşmışlardır. Günümüzde ise Romanya'da, Bulgaristan'da, Yugoslavya'da yaşananları görüyoruz. Kimbilir belki de bunlar Osmanlı'yı Balkan savaşlarında katleden milletlere karşı ilâhi adaletin birtecellisidir.
Balkan savaşlarında Edirne müdâfi Şükrü Paşa'dan Yanya kahramanı Esat Paşa'ya kadar yüzbinlerce şehidimize rahmet gönderiyoruz.□
DİPNOTLAR:
1)Artuç, İbrahim; Balkan Savaşı, İstanbul 1988. s: 74.
2)Apak, Rahmi; Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Ank. 1988, s: 70.
3)Louzanne, Stephan; Balkan Acıları, İstanbul 1990, s: 34.
4)Genelkurmay Başkanlığı; İşkodra Savunması ve Hasan Rıza Paşa, Ankara 1986, s: 54-55.
5)Okday, ismail Hakkı; Yanya'dan Ankara'ya, İstanbul 1975, s: 89-90.
6)Apak, a.g.e., s: 50.
7) Genelkurmay, a.g.e., s;73.
8) Louzanne, a.g.e., s: 73.
9)Okday,a.g.e.,s:113.
10)Okday,a.g.e.,s:150.
11)Louzanne, a.g.e., s:56.
12)Artuç,a.g.e,s:234.
13)Genelkurmay Başkanlığı; Yanya Savunması ve Esat Paşa, Ankara 1984, s: 24.
l4)Okday,a.g.e.,s:34.
15)Genelkurmay; İşkodra..., s: 92.
16)Artuç, a.g.e.. s: 225.
17) Artuç, a.g.e., s: 105.