31 Ağustos 1913 - 25 Ekim 1913
“Allah’ımıza dayanarak ve benliğimize güvenerek, bu günden itibaren İslamı, Hıristiyan’ı, Türkü, Bulgarı aynı hukuka malik olmak şartıyla, Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi’ni ilan eylemiş olduk.”
Batı Trakya Geçici Hükümeti
Londra Barış Antlaşmasıyla ortaya çıkan tablodan, Balkan ülkelerinin hiçbiri memnun değildir. Hepsi de hak ettiği, bir başka deyişle hayal ettiği toprağı alamadığı, yani Megali İdea, Büyük Bulgaristan, Büyük Sırbistan hayalini gerçekleştiremediği kanısındadır. Özellikle Yunanistan ve Sırbistan Londra Anlaşmasıyla Bulgaristan’ın hak ettiğinden fazla toprak kazandığı, büyüdüğü kanısındadır. Kısaca toprakların paylaşılması konusunda anlaşmazlık had safhadadır. Anlaşmazlık, Bulgaristan’ın, 29 Haziran 1913’te kendine karşı ittifak oluşturan Yunanistan ve Sırbistan’a saldırmasıyla savaşa dönüşür. Böylece 2. Balkan Savaşı başlamış olur. Bu, İstanbul açısından, kaybedilen toprakların; özellikle de Edirne’nin geri alınması açısından tarihi bir fırsattır.
Başlayan 2. Balkan Savaşıyla Londra Anlaşması’nın geçerliliği tartışılır hale gelmiştir. Bazı üst düzey Osmanlı devlet adamı ve subaylar, bu anlaşmanın fiilen geçersiz sayılması gerektiği düşüncesindedirler. Onlara göre yapılması gereken, ortaya çıkan bu fırsatın en iyi şekilde değerlendirilmesidir. Yani başta Edirne olmak üzere Balkan Savaşı’nda kaybedilen toprakların bir an önce geri alınmasıdır. Düşünce hükümete iletilir ve gerekli olur alınır. Fakat asıl sorun bundan sonra başlamaktadır. Çünkü “Şark Meselesi”nin acımasızca ve arsızca hayata geçirilmeye çalışıldığı bir dönemde bunu gerçekleştirmek o kadar da kolay değildir. O kadar ki, Balkan ülkelerinin kendi aralarındaki toprak paylaşımına ses çıkarmayan büyük güçler, söz konusu ülke Osmanlı olunca ayağa kalkmaktadırlar. Babı Ali’nin en fazla Midye yani Kıyı köy-Enez hattına kadar ilerlemesine izin vermektedirler. Daha ilerisini, Türklerin yeniden Avrupa’ya dönmesi olarak gördüklerinden kesinlikle kabul etmemektedirler. Çünkü bu, günümüzde karşımıza Büyük Ortadoğu Projesi olarak çıkan Şark Meselesi sorununda, yeniden başa dönmek demektir. İngiltere, Babı Ali’yi Midye-Enez hattının batısına geçmemesi konusunda uyarır.
Ortam gergindir. Atılacak yanlış bir adımın, verilecek yanlış bir kararın sonuçları çok ağır olabilecektir. Bunun için de çok dikkatli davranılır. Batının tepkisini en alt düzeye indirmek amacıyla operasyonda, ordudaki görevinden ayrılan subay ve askerlerden oluşturulan yarı resmi kuvvetlerden yararlanılır. Enver Paşa’nın emriyle küçük bir müfreze keşif amacıyla harekete geçer ve Lüleburgaz’a girer. Buradaki Bulgar taburunu esir aldığı gibi, cepheden şehre kadar olan tüm yerleri de ele geçirir. Herkesin morali yerindedir. Şimdi sıra daha ileri gitmeye gelmiştir. Paşa, ikinci bir emirle 4000 kişiden oluşan bir gönüllü kuvvetini bu kez Ereğli ve Tekirdağ yönüne gönderir. Hızla ilerleyen müfreze burada gün Muratlı’ya ulaşır. Bu arada diğer bir kuvvet de Çorlu civarındaki Bulgar cephesini parçalar. Böylece 15 Temmuz 1913’e gelindiğinde Osmanlı Ordusu Midye-Enez hattına ulaşmış olur.
Operasyonun ilk ayağı tamamlanmıştır. Fakat asıl önemli olan bundan sonrasıdır. Çünkü Osmanlı Ordusunun Midye-Enez hattına kadar gelmesine zaten kimsenin bir şey dediği yoktur. Fakat Edirne’ye, mümkünse daha batıya ulaşılınca ne olacaktır? İşte yanıtının bulunması ve üzerinde dikkatle durulması gereken soru budur.
Osmanlı birliklerinin Midye-Enez hattına ulaştığı bir dönemde neredeyse 2. Balkan Savaşı’nın da sonuna gelinmiştir. Bulgar orduları hemen hemen tüm cephelerde yenilmiş, ülkenin birçok yeri galip devletlerce işgal edilmiştir. Kısaca Bulgaristan, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmuştur.
Bulgaristan’ın yenilmesi, Londra Anlaşmasının yırtılıp atılması, yeni bir dönemin başlaması demektir. Yani Balkanların yeniden şekillendirildiği, sınırların yeniden çizildiği yeni bir dönem… Edirne’nin ve 1. Balkan Savaşı’nda kaybedilen toprakların geri alınması için bundan daha iyi bir fırsat yoktur. Kısaca ortaya çıkan fırsatın değerlendirilmesi gerekmektedir. Fakat sütten ağzı yanan Babı Ali yoğurdu üfleyerek yemektedir. Bu konuda herhangi bir adım atmadan önce dikkatli ve özenli davranır. Sağlıklı ve doğru bir karar vermek için yurt dışındaki elçiliklerinden görüş ister.Londra’da bulunan elçiler Tevfik ve Hakkı Paşalar, uslu durulması, ordunun dağıtılmaması ve beklenilmesinden yanadır. Paris elçisi Rıfat Paşa ise, tarafsız kalınması görüşündedir. Daha doğrusu Fransa’nın görüşü ve beklentisi böyledir. Şimdi sıra Berlin’in görüşünü almaya gelmiştir.
Berlin sefiri Mahmut Muhtar Paşa, Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’a, hem de hiç vakit kaybetmeden, savaş açmasından yanadır. Paşa bu konuda oldukça kararlı ve ısrarcıdır. O kadar ki, ilkinden 9 gün sonra, 13 Temmuz tarihinde gönderdiği telgrafla, Babı Ali’yi, acele edilmesi konusunda bir kez daha uyarma ihtiyacını duymuştur. Aslında Mahmut Muhtar Paşa’yı böyle davranmaya iten duygularından çok, elçiliğe gelen istihbaratlardır. Şöyle ki, Paşa’nın aldığı istihbarata göre Yunanistan Dedeağaç’ı almış ve bu sayede her an Edirne’yi ele geçirebilecek bir konuma gelmiştir. Kısaca Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti Edirne’nin, Yunanistan’ın bir parçası olması artık bir an meselesidir.
Durum kritiktir. Çünkü Edirne’yi, mağlup Bulgaristan’a göre, galip bir devlet olan Yunanistan’ın elinden almak çok daha zordur. Dahası arkasında batılı güçler bulunan savaş galibi Yunanistan’dan Edirne’yi geri almak, zordan öte neredeyse olanaksızdır. Oysa savaşta taraf olan ve bundan yenik çıkan Bulgaristan’dan galip taraf olarak Edirne’yi almak çok daha kolaydır. Doğal olarak yapılması gereken, Atina’dan önce harekete geçmektir. Çünkü görünen odur ki, şehrin sahibi, buraya ilk giren olacaktır. Artık yaşanan zamana karşı bir yarıştır. Babı Ali en sonunda kararını verir. Avrupa başkentlerinden gelen tüm baskıları rağmen Meriç nehrine kadar Doğu Trakya geri alınacaktır.
Karar tüm batılı ülkelere duyurulur. Fakat Meriç’in batısına geçilmeyeceği konusunda da garanti verilir. Ancak bu, başka seçenek olmadığı için, gelen baskıları azaltmak amacıyla zorunluluk gereği verilmiş bir güvencedir. Kısaca yapılan taktiksel bir hamledir. Yoksa savunma stratejilerinden az ya da çok anlayan herkes gibi, en üsttekinden en alttakine kadar Türk subayları da çok iyi bilmektedirler ki, Edirne’nin savunma hattı Meriç değildir. Verilen güvenceyi siyasi bir hata olarak değerlendiren Cemal Paşa’ya göre Edirne’nin savunması açısından Batı Trakya da alınması gerekmekteydi. Verilen garanti ve Edirne’nin alınmasıyla ilgili olarak Cemal Paşa hatıralarında, “bu tamim fikrimce siyasi bir hata idi. Evvela, yalnız Edirne’nin geri alınması yeterli değildi. Meriç nehri Türk kalmalı ve Edirne’nin adalar denizine doğal bir çıkış noktası olan Dedeağaç, bizim olmalı idi. Edirne’nin savunmasını sağlayabilmek için ise Dimetoka ve Sofulu havalisinin bizim tarafımızda kalması gerekirdi. Özellikle Gümülcine, İskeçe ve havalisinin yüzde seksen beş İslam toplumundan oluştuğu göz önünde tutulacak olursa, buraların geri alınmasını sağlamak çok zorunlu bir görevdi” şeklinde yazmaktadır.
Cemal Paşa’nın bu haklı eleştirilerine rağmen Babı Ali açısından sorun, öncelikle ülke ve ulus için bir onur meselesi haline gelen Edirne’nin geri alınmasıdır. Fakat başta Londra ve Moskova olmak üzere, Midye-Enez hattının batısına bile geçilmesini hiçbir şekilde kabul etmeyen Avrupa başkentlerine rağmen bu nasıl gerçekleştirilecektir?
Batının tepkisini çekmemek için bu iş için yine operasyonun ilk ayağında da olduğu gibi yarı resmi kuvvetlerden yararlanılır. Bu amaçla oluşturulan ve gönüllü subay ve askerlerden meydana gelen 3 bin kişilik milis kuvveti çok fazla bir direnişle karşılaşmadan 23 Temmuz 1913’te Edirne’ye girer. Hemen ardından da resmi kuvvetler de yani ordu şehre yerleşir. Fakat yapılanlar sadece Edirne’yi geri alınmasıyla sınırlı kalmaz. Ayrıca geri çekilen Bulgar ordusunun peşi sıra, bu kuvvetlerin yapacağı tahribatı önlemek amacıyla Bulgaristan topraklarına da girilir. Belki bununla yapılmak istenen Türk Ordusu’nun Meriç’in batısına geçmesi durumunda Avrupa başkentlerinin gerçekte ne tepki göstereceğini öğrenmekti. Yunanistan, Sırbistan ve Romanya tarafından işgale ses çıkarmayan Bulgaristan, Türk birlikleri ülke topraklarına girer girmez harekete geçer. Babı Ali’yi Avrupa başkentlerine şikâyet eder.İngiltere ve Rusya vakit geçirmeden, Babı Ali’yi, askerlerini Bulgaristan’dan geri çekmesi konusunda kesin ve sert bir dille uyarır. Birlikler geri çekilir.
Edirne’nin geri alınışının Balkanlarda özellikle de Rodoplarda önemli siyasal sonuçları olur. Kırcaali’de ve Eğridere’ki Türkler kendi hükümetlerini kurarlar. Fakat bu iki hükümet için de durum kritiktir. Çünkü karşılarında 2. Balkan Savaşı’nda yaşadığı bozguna rağmen hala güçlü olan Bulgar Ordusu ve komitacıları bulunmaktadır. Oysa bu konuda Kırcaali ve Eğridere Hükümeti Muvakkateleri çok yetersizdir. Daha da önemlisi Bulgar saldırıları her geçen gün artarak devam etmektedir. Artan saldırılar üzerine Kırcaali Geçici Hükümeti Babı Ali’den, 4 Ağustos 1913’te resmi bir yazıyla yardım talebinde bulunur. İstenilen küçük bir askeri kuvvet, silah ve cephane ile siyasi destektir. Yani Kırcaali Geçici Hükümeti, bağımsızlığını sağlam temeller üzerine oturtmak için ne yapılması gerekiyorsa bunun bir an önce yapılmasını istemektedir.
Ordudaki genç subaylar Rodoplarda Müslümanlara yani Türklere yapılan saldırı ve mezalimden rahatsızdır. İngiltere ve Rusya ise sadece Türklerin Meriç’in batısına geçip geçmemesiyle ilgilidir. Hükümet yani Babı Ali, sonunda Edirne’nin geri alınışında da olduğu üzere bir kez daha ordudan ve halktan gelen baskıya dayanamaz ve Batı Trakya sorununa müdahale etmeye karar verir. Fakat ortada İngiltere ve Rusya’nın açık ve kesin savaş tehdidi bulunmaktadır. Buna rağmen bölgeye yardım nasıl ulaştırılacaktır?
Çözüm basittir. Edirne’nin geri alınışında da olduğu üzere bu konuda resmi olmayan kuvvetlerden yararlanılacaktır. Enver Paşa bu iş için, atak yapısı, kural tanımaz davranışlarıyla en uygun kişi olan Kuşçubaşı Eşref’i görevlendirir. Bu kişi Çeteler Kumandanı olarak emrindeki 115 kişiden oluşan müfreze ile 15 Ağustos 1913’te Batı Trakya’ya Ortaköy yani İvaylovgrad üzerinden girer. Batı başkentleri gelişmeler karşısında şaşkındır. Aslında yaşananlar Edirne’nin geri alınmasından ve kaybedilen topraklarda kalan, baskı ve zulme uğrayan insanlara yardım edilmesinden çok daha öte bir şeydir. Kısaca son bir asırdır izlenen, ülkenin savunulması ve geleceği konusunda kendinden çok başkalarına güvenmeyi amaç edinen ve artık iflas etmiş bulunan dış politikada meydana gelen radikal bir dönüşümdür. Çünkü görülmüştür ki, son yüzyılda izlenen bekle gör politikalarıyla bir yere varılamamış, dahası çok geri gidilmiştir. Savaşta Rusya’ya kaptırılan topraklar, her ne hikmetse barışta, çoğu zaman ya İngiltere’nin ya da onun desteklediği Yunanistan’ın eline geçmiştir. Kısaca kaybeden taraf hep Osmanlı olmuştur. Artık bu oyuna dur demenin zamanı gelmiştir.
Küçük bir grup vatansever siyasi ve askeri kadro kararını verir. Sahnelenen oyunun seyredilmeyecek bunun yerine, tüm tehlikelerine rağmen yeni bir oyun yazılacak yeni bir final sahneye konacaktır. Artık tartışma konusu olan ne başta Meriç’ten Çatalca’ya kadar Doğu Trakya ile ülkenin diğer kesimleri ne de buralarda yaşayan azınlıklardır. Bundan böyle söz konusu olan kaybedilen topraklarda azınlıkta kalan Türkler ile bunların yaşam, varlık mücadeleleri ve anavatanın geleceğidir. 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar başarıyla sürdürülen, maceranın değil baştan ayağa aklın ve mantığın hâkim olduğu bu politikanın iki temel ilkesi bulunmaktadır. Birincisi kurtarılan en son topraklar üzerinde kurulan Türk Devleti’nin kalıcılığını sağlamak, ikincisi ise ister ülke sınırları içinde ister ülke sınırları dışında olsun Türk varlığını korumak. Bu konuda, baştan itibaren akılcı ve aktif bir politika izlenir. Öncelikle Anadolu coğrafyasının etrafında ülke aleyhine ortaya çıkacak bölgesel ya da uluslar arası ittifakların ve paktların önüne geçilmeye çalışılır. Çok daha önemlisi olayların ve gelişmelerin sonucuyla ilgilenmek yerine, kontrolün ele geçirilip bunların ülke çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesine çalışılır. Başlayan, 9 Eylül 1922’de İzmir Kordon’da zaferle sonuçlanan büyük mücadelenin ilk adımlarıdır. Yaşanan, özverili insanların hayatları pahasına ortaya koydukları büyük bir kavga, stratejik ve taktiksel mücadele ile sinir harbidir.Bu mücadelenin hayata ilk geçirildiği coğrafya ise, geride kalan insanların çok büyük acılar ve sıkıntılar çektiği ve ülke üzerinde hala büyük oyunların oynandığı Balkanlar yani Batı Trakya’dır.
Batı Trakya’ya giren Kuşçubaşı Eşref komutasındaki müfrezenin karşılaştığı görüntü hiç de iç açıcı değildir. Karşılarına çıkan ilk manzara Bulgar çeteleri tarafından öldürülmüş bulunan 400 Türkün cesedidir. İlk hedef katliamı gerçekleştirilen Domuzciev çetesidir. Birlik çete ile 16 Ağustos 1913’te günümüzde Krumovgrad olarak bilinen Koşukavak önlerinde karşılaşır. Çatışmada, yaklaşık 1200 kişiden oluşan çete yok edilir. Canlı yakalanan Domuzciev, daha sonra yargılanır ve idam edilir. Koşukavak artık müfrezenin kontrolündedir.
Koşukavak’ta kontrolü ele geçiren müfreze, Kırcaali ve Eğridere Hükümet-i Muvakkate örneklerine benzer bir şekilde burada da bir idare meydana getirir. Bölgenin ileri gelenlerinden birini kasabaya yönetici olarak atar. Ayrıca düzen ve asayişi sağlamak üzere yerel halktan, Müslümanlardan yani Türklerden milis kuvveti oluşturur. Koşukavak’ta düzeni sağlayan, işleri yoluna koyan müfreze, ileri harekâtına devam eder. 18 Ağustos’ta Mestanlı’yı, 19 Ağustos’ta da Bulgar süvari alayı ile meydana gelen kısa bir çatışmadan sonra Kırcaali’yi ele geçirir. Şimdi başlayan yeni bir safhadır. Fakat bu oldukça zorlu ve çetin bir süreç olacaktır. Çünkü düne kadar nüfusun ezici çoğunluğunu Türklerin meydana getirdiği bu bölgenin, Bulgarlar tarafından ele geçirilmesine, yapılan baskı ve zulümlere ses çıkarmayan Avrupa başkentleri, müfrezenin ilerlemesinden ve Türklerin kendi hükümetlerini kurmasından rahatsızlık duymakta, hop oturup hop kalkmaktadır. Batının olay karşısındaki tutumunu ortaya en iyi şekilde koyan İngiltere’nin Petersburg Büyükelçisi Sir G. Buchanan’nın, 19 Ağustos 1913’te bakanlığına gönderdiği tarihli telgrafında dile getirdiği “Avrupa, Türklerin ilerlemesine seyirci kalamaz” sözüdür.
Durum ciddidir. Daha da önemlisi söylenenlerin blöf olup olmadığı da tam olarak bilinememektedir. İpleri daha fazla germek istemeyen Hükümet harekâtın durdurulması ister. Bu gelişme üzerine Enver Paşa, 19 Ağustos 1913’te Eşref Bey’e daha fazla ileri gitmemesi için emir verir. Aynı şekilde hükümet de Avrupa başkentlerini rahatlatmaya ve bu yolla üzerindeki baskıyı hafifletmeye yönelik bir adım atar. Harekât konusunda onları aydınlatmaya çalışır. Konuyla ilgili olarak Avrupa başkentlerindeki elçiler devreye sokulur. Onlardan, harekâtla ilgili olarak Babı Ali’nin düşüncelerini Avrupa başkentlerine iletmeleri istenir.
Babı Ali’ye göre birliklerin Batı Trakya’ya gönderilmesinin bir tek nedeni vardır: Türklerin yaşadığı ve özellikle kilise ile Bulgar çeteler tarafından gerçekleştirilen zulüm ve saldırıların önüne geçmek. Aslında Babı Ali’nin bununla söylemek istediği harekâtın geçici olduğu ve hiçbir şekilde Meriç’in batısına geçme ve orada kalma gibi bir niyetin olmadığıdır. Aslında batının bu söylenenlere inanmaya hiç niyeti yoktur. Dahası onun derdi, harekâtın nedeniyle değil sonuçlarıyla ilgilidir. Fakat şu an için yapabilecekleri bir şey yoktur. Yapılan taktiksel mücadele, yani iyi polis kötü polis oyunu tutmuş, biraz olsun zaman kazanılmıştır. Batı beklemededir.
Enver Paşa’dan gelen telgraf üzerine Paşa ile Kuşçubaşı Eşref arasında günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan Ortaköy’de yani İvaylovgrad’da bir görüşme gerçekleştirilir. Aslında yapılan geçmişin muhasebesi değil geleceğin hesabıdır. Yapılan görüşme sonunda Enver Paşa, harekâtın devam ettirilmesine karar verir. Zaten Paşa’nın, Eşref beye gönderdiği telgrafla bildirdiği talep, kendinin değil hükümetindir. Kısaca amaca giden yolda verilen mola kısa sürmüştür.
Ortaköy’de gerçekleşen bu görüşme sonrasında Süleyman Askeri Bey, Ali Fethi ve Mustafa Kemal’in direktifleri doğrultusunda bazı subay arkadaşları ve ordudan ayrılan gönüllülerle birlikte Batı Trakya’daki mücadeleye katılır. Hareket şimdi, 17 Kasım 1913’te kurulan Teşkilatı Mahsusa’nın ilk başkanı olan Süleyman Bey ve arkadaşlarının katılımıyla, düne göre çok daha güçlüdür. Bundan böyle tüm komuta ve kontrol Süleyman Askeri Bey’dedir. Başlayan yeni bir dönemdir.
Enver Paşa’nın konuya sıcak bakmasıyla başlatılan ileri harekâtla harekete geçen birlikler çok kısa bir sürede hemen hemen Batı Trakya’nın tamamını kontrol altına alır. 31 Ağustos’ta Batı Trakya’nın merkezi konumundaki Gümülcine ele geçirilir. Ardından 1 Eylül’de de İskeçe’ye girilir. Artık Ortaköy (İvaylovgrad), Papazköy, Paşmaklı (Smolyan), Yenice, Habipçe, Harmanlı, Eğridere (Ardino), Koşukavak (Krumovgrad), Kırcaali, Mestanlı (Momçilgrad), Cuma-i Bala (Blagoevgrad), Darıdere (Zlatograd), Nevrokop (Gotse Delçev), Gümülcine (Komotini) ve İskeçe (Ksanti) Süleyman Askeri Bey komutasındaki birliklerin kontrolündedir.
Avrupa başkentlerinden şaşkınlık ve kızgınlıkla dolu sesler yükselir. Babı Ali üzerindeki baskılar iyice artar. Fakat tüm uyarılara rağmen birlikler, geri çekilmek bir yana Avrupa’nın içine doğru biraz daha ilerler. Savaş tehlikesi kapıdadır. İstanbul’un doğusuna, biraz iyimser bir tahminle Çatalca’nın gerisine atılmak istenen Türkler, bırakın Edirne’yi yeniden Balkanlarda yani Avrupa’dadır. Oysa Emperyalist güçlerin, batıda, Türklerin varlığını kabul edilebileceği en son sınır, yani kırmızı hat ancak ve ancak Meriç nehridir. O kadar ki, Türkiye’nin muzaffer bir devlet olarak oturduğu Lozan görüşmelerinde bile bu konuda değişen bir şey olmamış, emperyalist güçler, Türklerin ancak küçük bir noktada, Karaağaç’ta Meriç’in batısına geçmesine razı olmuşlardır. O da zorla ve üstelik Batı Anadolu’da Yunan ordusunun yaptığı onca katliam, yağma ve yıkımların karşılığı olarak. Güçleri yetse, kıvırabilecekleri bir nokta olsa, belki bu kadarına da razı olmayacaklardır ya, neyse!
Edirne’yi geri alan ve büyük bir saygınlık kazanan Babı Ali, daha fazla riske girmez. Alınan yerlerin ve daha fazlasının da kaybedilme olasılığı karşısında Avrupa başkentlerinden gelen baskılar üzerine geri adım atar. Birliklerin, Meriç’in doğusuna çekilmesi için emir verir. Herkes şaşkınlık içindedir. Hiç kimse, buradaki insanları, tekrar Bulgar yönetiminin insafına bırakmak istememektedir. Süleyman Askeri Bey silah arkadaşları verilen emri reddederler. Dahası yapılanlar sadece emrin reddedilmesiyle sınırlı kalmaz. Aynı zamanda, 31 Ağustos 1913’te Osmanlı Devleti ile tüm bağların koparıldığı ve Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi adıyla yeni bir idarenin kurulduğu, tüm dünyaya şu sözlerle duyurulur: “Allah’ımıza dayanarak ve benliğimize güvenerek bu günden itibaren İslam’ı, Hıristiyan’ı, Türkü, Bulgarı aynı hukuka malik almak şartıyla Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi’ni ilan eylemiş olduk.”
Kurulan Batı Trakya Geçici Hükümeti’nin reisliğine Müderris Salih Efendi getirilir. Süleyman Askeri Bey ise hem Erkan’ı Harbiye reisi yani genelkurmay başkanı hem de icra heyeti başkanıdır. Artık bütün yetki ve güç Süleyman Askeri Bey’dedir. 11 kişiden oluşan Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi yönetiminde, Hoca Salih Efendi ve Süleyman Askeri Bey dışında 9 kişi daha yer almaktadır. Bunlar, Mehmet Şükrü Paşa, Hacı İsa Efendi, Hilmi Paşa, Hafız Ali Galip Efendi, Hacı Saffet Efendi, Mehmet Şükrü Paşazade İbrahim Bey, Hüseyin Paşa, Hacı Beyzade Osman Nail Bey ile Hoca Mehmet Efendi’dir.
Hükümetin kurulmasına ve Osmanlı ile tüm bağlarını kestiğini bildirmesine rağmen Babı Ali açısından değişen bir şey olmaz. Üzerindeki baskı azalmak bir yana artarak devam eder. Büyük güçlerin talebi, nasıl ve ne şekilde olursa olsun Batı Trakya’daki hükümetin lav edilmesi, silahlı güçlerin dağıtılması ve subayların geri çekilmesidir. Babı Ali yanıtı olumsuz değildir. Fakat sorunun asıl muhatapları Babı Ali’den farklı düşünmektedir.
Avrupa başkentlerinde sinirler iyice gerilmiştir. Sabırlarının sonuna kadar zorlanmasından ve denenmesinden dolayı, rahatsızlık had safhadadır. Fakat şimdilik, en azından Babı Ali’nin yanıtı olumlu olduğu sürece, gelişmeleri izlemekten ve beklemekten başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Taktik bir kez daha tutmuş ve istenilen sonuç elde edilmiştir.
Batı Trakya’da bağımsız bir hükümet kuruluşunun etkileri dalga dalga tüm Balkanlara yayılır. Herkesin, özellikle de Hıristiyan toplumların merak ettiği konu, Osmanlı’nın yani Türklerin Balkanlara yeniden kalıcı olarak geri dönüp dönmediğidir. Korku duyulan asıl konu ise Batı Trakya’da ortaya çıkan bu hareketin, bölgeyle sınırlı kalıp kalmayacağıdır. Yani merak edilen konu, Meriç’ten Avusturya’ya kadarki bölgede yaşayan Müslümanların, bu olaya nasıl tepki vereceği, harekete geçip geçmeyeceğidir! En azından 3 Türk bir araya gelince devlet kurar inancındaki Avrupa’yı en çok düşündüren, meşgul eden konu budur. Bazı kaynaklara göre Balkanlardaki Müslümanların geleceği, Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi yöneticilerinin de üzerinde durduğu önemli konulardan biridir. Özellikle Genelkurmay başkanı Süleyman Askeri Bey ile Gümülcine’nin ileri gelenlerinden Hafız Galip’in bir araya geldiklerinde konuştukları en önemli konu, Balkanlardaki Türklerin yani Müslümanların geleceğidir. Süleyman Askeri Bey ve Hafız Galip’e göre Balkanlarda yaşayan Evladı Fatihan torunlarının gelecekten emin olmalarının yolu birlikte hareket etmelerinden, bir arada olmalarından geçmektedir.Süleyman Askeri Bey’e ve Hafız Galip’e göre yapılması gereken, başta Bulgaristan olmak üzere, Makedonya, Epir Eyaleti, Arnavutluk, Kosova ve Bosna Hersek’in; daha doğru bir söyleyişle, buralardaki Türklerin yani Müslümanların Balkan federasyonu ya da konfederasyonu adıyla, bir devlet çatısı altında bir araya gelmesidir. Söylenenler sadece düşüncede kalmaz az ya da çok uygulamaya da konur. Bu düşünceye destek sağlamak amacıyla Gümülcine’de, “Balkanlı Müslüman Türkler 1. Kongresi” gerçekleştirilir.
Süleyman Askeri Bey ile Hafız Galip’i böyle düşünmeye ve davranmaya iten aslında siyasal inançlarından çok yaşadıkları acılar olsa gerektir. O kadar ki, Balkan devletlerinin bağımsızlıklarını elde etme sürecinde ve sonrasında milyonlarcası sürülmüş, yüz binlercesi katledilmiş, bir o kadarı da zorla Hıristiyanlaştırılmıştır. Kısaca yaşanan acılara her gün yenileri eklenmiştir. Batı Trakya’da ortaya çıkan bu hareket, aslında yaşanan tüm bu acılara karşı yükselen bir çığlıktır. İstenilen, daha önce Osmanlı Devleti egemenliği altında yaşayan Balkan halklarının yaptığı gibi, kendi bağımsız devletlerini kurmaktır. Fakat bu nu gerçekleştirmek o kadar da kolay değildir. Çünkü Balkanlarda Osmanlıya karşı savaşan çeteleri, özgürlük savaşçısı olarak gören, onları kutsayan ve destekleyen batı, söz konusu Türkler ve Müslümanlar olunca kılını bile kıpırdatmaz. Dahası böyle bir hareketin başarıya ulaşmasını engellemek için elinden geleni yapar. Günümüzde Bosna Hersek’e yönelik savaşta da olduğu üzere olaya, üstünlük Müslümanlara geçince müdahale eder. Kısaca haçlı zihniyetini bir türlü terk edemeyen batı, söz konusu Türkler yani Müslümanlar olunca adalet, hukuk, özgürlük, eşitlik insanlık kavramlarını bir tarafa bırakır. Dahası bırakmakla da kalmayıp onların yarattığı her türlü siyasal hareketi boğmak için de elinden geleni yapar.
Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi oluşumu üzerineAvrupa başkentleri kırmızı çizgilerini bir kez daha ortaya koyarlar. Yarattıkları hayali bir korkuyla, bırakın tüm Balkanlarda, nüfusun ezici çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Batı Trakya’da bile ayrı bir Türk devletinin varlığını kabul etmezler. Babı Ali üzerindeki baskı iyice artırılır. Zor durumda kalan İstanbul’un imdadına Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi yetişir. Babı Ali üzerindeki baskıyı azaltmak ve onu rahatlatmak için hükümet harekete geçer ve 25 Eylül 1913’te tam bağımsızlığını ilan eder. Adını da Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi yani Batı Trakya Bağımsız Hükümeti olarak değiştirir. Dedeağaç’tan Kırcaali’ye, İskeçe’den Darıdere’ye yani Zlatograd’a kadar yeni devletin kurulduğu tüm bölgede insanlar coşku ve heyecan içindedir. Ülkenin her yerinde ay yıldız ve siyah, beyaz yeşil renklerden oluşan Batı Trakya ile Osmanlı bayrakları dalgalanmaktadır.
Batı Trakya Bayrağında yeşil, İslamiyeti; siyah, Balkanlarda Türklerin yaşadığı zulmü; beyaz özgürlüğü; ay ve yıldız ise Türklüğü simgelemektedir.
Batı Trakya Devleti’nin kurulur kurulmaz yaptığı ilk iş, haklı davasını tüm dünyaya duyurmak için harekete geçmek olur. Bu amaçla Samuel Karaso adındaki Yahudi bir vatandaşa ajans kurdurulur. Yapılanlar bununla sınırlı kalmaz. Bağımsız ve egemen bir devlet olmanın gerektirdiği diğer adımlar da zaman geçirilmeden atılır. Ülkenin en ücra köşelerine kadar zaman geçirilmeden idari yapı oluşturulur, mahkemeler kurulur. Ayrıca devletin mührü ve pulu bastırılır, gümrük kapılarını oluşturulur. Artık hiç kimse pasaportsuz olarak ülkeye giremeyecektir. O kadar ki, Osmanlı Devleti’nin en güçlü isimlerinden olan Cemal Paşa, Eşref ve Süleyman Askeri bey ile görüşmek istediği zaman kendisine, Batı Trakya Devleti’nin sınırları içine pasaportsuz olarak giremeyeceği söylenir. Enver Paşa ile Talat Beyin devreye girmesi de sonucu değiştirmez. Bu arada önemli bir uygulamada daha bulunulur. Süleyman Askeri Bey tarafında ülkenin milli marşı yazılır:
Ey Batı Trakyalı asil Türk çocuğu ne mutlu sana,
Sen hayat verdin kanınla milli kurtuluş savaşına.
Yüce kahramanlığın nakşedildi cihanın her yanına,
Selam duruyor milletler senin şu milli bayrağına.
Bastığın şu yerler senin şanlı şehitlerinle dolu.
Düşmanlar taciz edemez yüce kahramanların ruhunu.
Şanlı şehitlerin sarılmış kurtuluş bayrağına,
Bu ne ulvi şereftir gömülmek ecdad toprağına.
Yurtta hürriyetin, istiklalin rüzgarı esiyor,
Kahraman mücahitler şu pis esareti deviriyor.
Bu şanlı milli istiklal savaşından asla dönülmez!
Karşımıza çelik ordular da çıksa, bizi ürkütemez!
Biz, milli istiklal için Meriç’i, Karasu’yu aştık,
Bütün müstevlileri ezerek, yenerek hedefe ulaştık.
Balkanlarda şanlı bir cumhuriyet çığırını açtık,
İlk defa hürriyet meş’alesini biz yaktık.
Bu bayrak dalgalanacak, cumhuriyet yaşayacak!
Karşımızdaki düşmanlar bizden ürküp kaçacak!
Binlerce yıl hür yaşayan bir milletin torunlarıyız,
Şu steplerin kurdu, arslanı, göklerin kartalıyız.
Mücahitlerin hamlesi her zaman fırtınalar andırır,
Savaşta heybetimizin dehşetinden düşmanlar bayılır.
Batı Trakya Cumhuriyeti yaşayacak,yaşayacak!
Terakkimizin karşısında milletler şaşıracak!
Ey şirin Batı Trakya!... İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar!... Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Su bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak!
Süleyman Askeri
P.Kurmay Bnb. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı
Dedeağaç, 3 Eylül 1913
Sofya ve Atina tarafından çevrilen Batı Trakya Bağımsız Hükümeti, ülke savunması konusunda elinden geleni yapar. Daha Garbi Trakya Geçici Hükümeti’nin kuruluşundan itibaren düzenli ve güçlü bir ordu oluşturmak için büyük bir çaba içine girilir. O kadar ki, 4 Ekim 1913’e gelindiğinde silahlı kuvvetlerin mevcudu, 30 bini bulmuştur. Hedef 16 binini yerel halkın, 8 binini Balkan muhaciri gönüllülerin, 6 bini de Osmanlı ordusundan kaçıp gelen askerlerin oluşturduğu bu sayıyı 60 bine çıkarmaktır.
Batı Trakya Bağımsız Devleti’nin varlığına en büyük tehdit Bulgaristan’dan gelmektedir. Bu nedenledir ki, Genelkurmay başkanı Süleyman Askeri Bey ordusunun en seçkin birliklerini ve önemli bir kısmını bu ülkeyle olan sınırına yerleştirir. Yüzbaşı Cemil Bey komutasındaki 4000 bin kişilik mevcudun konuşlandığı yer, stratejik açıdan birinci derecede önemli olan Darıdere’ye yani Zlatograd’tır. 2300 kişilik diğer bir grubun merkezi, yine yeni kurulan devletin savunulması açısından stratejik bir öneme sahip bulunan Kırcaali’dir. Mestanlı ve Eğridere’de ise gerektiğinde geri çekilip esas kuvvetlere katılabilecek daha küçük süvari birlikleri bulunmaktadır.
Atina’nın gözü, kulağı Batı Trakya’daki gelişmelerdedir. Yunanistan’ın temel politikası, Osmanlı Devleti’ni Batı Trakya sorunun içine çekmek ve böylece Bulgaristan ile anlaşma yapmasını, yakınlaşmasını engellemektir. Atina bu amaçla 2 Ekim 1913’te, kontrolü altındaki Dedeağaç’ı, Batı Trakya Devleti’ni bırakır. Atina’nın hamlesi sadece Dedeağaç’ı vermekle sınırlı kalmaz. Ayrıca bu ülke ile Bulgaristan’ı birbirine düşürmek amacıyla başka vaatlerde de bulunur. Mücadeleyi, savaşı Tuna’ya kadar yayması karşılığında silah ve askeri yardım yapma taahhüdünde bulunur. Fakat tüm bunlar sadece sözde kalan vaatlerdir.
Atina’nın girişimlerini yakından izleyen Sofya da Atina’nın bu hamlesi üzerine Batı Trakya politikasında değişikliğe gider. Asıl amacında bir sapmaya gitmeden, yeni kurulan devletle iyi ilişkiler kurmaya çalışır. Onun Yunanistan ile yakınlaşmasını engellemek için siyasi bir hamle yapar. Düne kadar ortadan kaldırmaya çalıştığı, savaştığı fakat karşısında her seferinde geri çekilmek zorunda kaldığı devletin varlığını kabul etmek zorunda kalır. Yani onu tanır. Fethi Okyar’a göre Batı Trakya Devletini, Yunanistan ve Bulgaristan’ın yanı sıra, Sırbistan, Karadağ, Arnavutluk ve İtalya da tanımıştır. Artık söz konusu olan yeni bir Türk devletinin varlığıdır.
Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi yani Batı Trakya Bağımsız Hükümeti’nin sınırları doğuda Meriç, batıda Struma-Karasu, güneyde Ege denizi, kuzeyde ise Kırcaali ve Ropcaz’ı içine alacak şekilde Filibe ovasına kadar uzanmaktadır. Rum ve Bulgarların da yaşadığı 23.591 kilometrekare büyüklüğündeki bu devletin nüfusunun ezici çoğunluğunu ise Türkler oluşturmaktadır.
Garbi Trakya Hükümetinin kuruluşu konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı kaynaklara göre bu devletin kuruluşunun temelinde 17 Kasım 1913’te kurulan Teşkilatı Mahsusa bulunmaktadır. Başka bazı kaynaklara göre ise bir halk hareketidir. Bazılarına göre ise bu, her ikisinin bir sonucudur. Kısaca konuyla ilgili tartışmalar uzayıp gider. Fakat bu konuda kesin olan bir şey varsa, o da, Balkanlarda, 1878’de Kırcaali ve Rodoplarda başlayan, 1913’de Batı Trakya Bağımsız Hükümetiyle doruğa çıkan, 1915’ten sonra Fuat Balkan’la devam eden Türk bağımsızlık mücadelesinin, Türk Kurtuluş Savaşı için harika bir deneyim olduğu ve laboratuar görevi gördüğü ve bunun çok planlı bir şekilde hayata geçirildiğidir.
Avrupa başkentleri, 1. Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin duyulduğu bir ortamda sorunu daha fazla uzatmak istemezler. Batı Trakya’nın Bulgaristan’a bırakılması karşılığında Edirne’nin Osmanlı Devleti’nde kalmasını kabul ederler. Anlaşma 29 Eylül 1913’te imzalanır.
İmzalanan İstanbul Anlaşması’ndan dolayı herkes çok memnundur. En sonunda adım adım uygulanan plan sayesinde amaca ulaşılmış, bir taşla iki kuş vurulmuştur. Yani Meriç’e kadar tüm Doğu Trakya geri alınmış, Batı Trakya ise Bulgaristan’a bırakılarak, bu ülkeyle Yunanistan arasında olası bir ittifakın önüne geçilmiştir. Ayrıca elde edilen bu sonuç sayesinde yaklaşmakta olan büyük savaştan önce hem ordunun modernizasyonu ve toparlanması için zaman kazanılmış, hem de bölgedeki insanlardan da savaşta yararlanmanın alt yapısı oluşturulmuştur. Batı Trakya’yı ele geçirme konusundaki mücadele şimdi Atina ile Sofya arasındadır. Bunun ne kadar doğru, akılcı ve yerinde bir karar, bir politika olduğu, 1. Dünya, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda ortaya çıkar. Bulgaristan’ın oyunun dışında kalmasıyla Türkiye rahatlar.Bu akılcı yol ve strateji sayesinde Türkiye, sadece Yunanistan ile kozlarını paylaşmak zorunda kalır. Misak-ı Milli’yi daha rahat gerçekleştirme olanağına kavuşur. Batı Trakya’nın kaderi ise Lozan’da çizilmeye çalışılır. Fakat gösterilen tüm gayretlere, verilen onca mücadeleye rağmen, ulusal sınırlar içine dâhil edilemez.
Yapılan Anlaşmaya göre bölge en geç 25 Ekim 1913’te boşaltılacaktır. Yani Batı Trakya Bağımsız Hükümeti yöneticileri en geç, egemenliğin Sofya’ya geçeceği bu tarihte bölgeyi terk edeceklerdir. Bölgenin Bulgaristan’a bırakılmasının nedeni konusunda değişik görüşler bulunmaktadır. Bir kısım yazar ve tarihçi bundan, İttihat Terakki’yi sorumlu tutmaktadır. Bazı yazarlar ve tarihçiler ise tam tersi görüştedir. Alınan bu kararda belki de asıl etkili olan neden uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan karmaşık durumdur. Yani Avrupa’nın üzerinde dolaşmaya başlayan savaş bulutlarıdır. Şöyle ki, son yüzyılını savaşlarla geçiren ve bu savaşlarda milyonlarca insanını kaybeden Osmanlı Devleti, artık yorgun ve bitkindir. Dolayısıyla toparlanmak için zamana ve savaş dışında kalmaya ihtiyacı bulunmaktadır. En azından savaşmak zorunda kalırsa da bunu tek düşmanla ve tek cephede yapmak istemektedir.
Bulgaristan ile Osmanlı Devleti arasında anlaşmanın gerçekleştirildiği bir dönemde Batı Trakya Bağımsız Hükümeti yöneticileriyle Babı Ali arasında gizli görüşmeler gerçekleştirilir. Görüşmelerde bölgenin geleceğiyle ilgili bazı önemli kararlar alınır. Türk Kurtuluş Savaşı esnasında Yüce önder Atatürk’ün de kabul ettiği ve Amasya genelgesine de dâhil ettiği bu karara göre, zaten ülkenin bir parçası olan Doğu Trakya ile Batı Trakya’nın kaderi hiçbir şekilde birleştirilmeyecektir. Yani Batı Trakya’nın bağımsızlık mücadelesi ayrı olarak verilecektir. Çünkü aksi bir durumda Meriç’ten Çatalca’ya kadar tüm Doğu Trakya’nın durumu da tartışma konusu haline gelebilecek, dolayısıyla da elden çıkabilecektir.
Batı Trakya’daki kuvvetler, özellikle de subaylar, isteksizce de olsa, anlaşmaya uygun olarak 25 Ekim 1913’te bölgeyi, ancak, bazı silah ve cephaneyi ileride yeniden gerekebilir düşüncesiyle saklayarak terk eder. Artık bölge Bulgarlarındır. Böylece 31 Ağustos 1913’te başlayan tatlı rüya 56 gün sonra 25 Ekim 1913’te son bulur. Son bulan sadece hükümettir. Umutlar ve hayallerse her zaman olacaktır. O kadar ki, umutlar ve hayaller 1915’te Balkanlarda ilk Türk komitacısı Fuat Balkan’ın önderliğinde yeniden yeşerecektir. Hem de arkasında bir destan bırakarak.
KAYNAKÇA
KİTAPLAR
- Kemal Şevket Batıbey; Batı Trakya Türk Devleti (1919-1920); Boğaziçi Yayınları,
- Nevzat Gündağ; 1913 Garbi Trakya Hükümet-i Müstakilesi; Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları
- VELİKOV Stefan; Kemalist İhtilal ve Bulgaristan; 1918-1922; Kıtaç Yayınları; Nisan 1969
- MARTI Metin; Fuat Balkan’ın Hatıraları; Arma Yayınları; 1998
- İPEK Nedim; Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları; 1994
- ŞİMŞİR, Bilal: Rumeli’den Türk Göçleri, Ankara, 1968
MAKALELER
- Dr. YILMAZ Türel; Tarihi Perspektif İçinde Bati Trakya ve Batı Trakya Türk Azınlığının Haklarını Koruyan Antlaşmalar (1878-1923),
- Yrd. Doç. Dr. Zerrin Balkaç; Mütareke Yıllarında Batı Trakya Türklerinin Mahallî Savaşları
- Kader ÖZLEM; Batı Trakya Türk Cumhuriyeti
- Ahmet AYDINLI; Atatürk ve Rodop-Batı Trakya Türkleri; Dünya Gündemi Gazetesi; 13-24 Ağustos 2005, Pazar,
- Ahmet AYDINLI; Batı Trakya, Avrupa’da Değil mi; Dünya Gündemi Gazetesi; 21-28 Mayıs 2006, Pazar,
- Ahmet AYDINLI; Teşkilat-ı Mahsusa Mensubu Batı Trakyalı Hafız Ali Galip’in Faaliyetleri; Dünya Gündemi Gazetesi; 23-30 Temmuz 2006, Pazar,
- Ahmet AYDINLI; Teşkilat-ı Mahsusa ve Batı Trakya Cumhuriyeti’nin Teşekkül Sebepleri; Dünya Gündemi Gazetesi; 14-24 Ocak 2007, Pazar,
- Ahmet AYDINLI; Teşkilat-ı Mahsusa ve Batı Trakya Cumhuriyeti’nin Teşekkül Sebepleri; Dünya Gündemi Gazetesi; 7-14 Ocak 2007, Pazar,
HÜKÜMETİ MUVAKKATE
4 Mart 1878- 5 Nisan 1886
“Ayastefanos Antlaşmasını şiddetle protesto ederiz. Müslümanların idare ettikleri yerlerle, Ruslar ve Bulgarlar tarafında idare olunan yerler arasındaki büyük farkı görmek üzere kimi isterseniz gönderiniz. Meriç’in güney-batı tarafındaki topraklardan, yeni Bulgaristan’a bir karış yer vermemenizi istirham ederiz. Çünkü idaremiz altında bulunan 4 milyon Müslüman, işitilmemiş cinayetlerle ismini kirletmiş olan ve her zaman düşmanımız bulunan bir hükümete boyun eğmektense yok olmayı tercih eder.”
16 Mayıs 1878
Hükümet-i Muvakkate
24 Nisan 1877’de Osmanlı Devletine savaş ilan eden Rus Ordusunun harekete geçmesi yaz aylarını bulur. General Gurko komutasında başlatılan askeri harekât, Tulça üzerinden Tuna nehrine doğru, Dobruca ovası boyunca hızla ilerler.
Saldırı karşısında Osmanlı orduları vakit geçirmeden savunma önlemlerini alır. Tuna Orduları Genel Komutanı Müşir Abdülkerim Paşa, Kuzey Dobruca’yı boşaltır ve tüm kuvvetlerini Tuna nehrinin güneyinde toplar.
Rus kuvvetlerinin ilerleyişi karşısında geri çekilen yalnız ordu değildir. Aynı zamanda yüz binlerce sivil de yaşadıkları yerleri boşaltıp güneye, Varna’ya doğru hızla kaçmaktadır. Daha doğrusu, Ruslar ve Bulgar komitacılar, yüce amaçları için engel gördükleri Türklerden kurtulmak için onları, doğdukları topraklardan zorla göç ettirmekte yani sürmektedir. İngiltere’nin Varna konsolosu Reade durumu, “gerek bu anlatılanlardan, gerek Ruslarla Bulgarların başka davranışlarından pek açık biçimde görülüyor ki, onların gerçek amacı, tüm Müslümanları, ülkeden def etmektir” sözleriyle ifade etmektedir:”
Sözün özü, gerçekleştirilen, Justin McCarthy’nin deyimiyle, “ölüm ve sürgün”dür. Yaşanan tam anlamıyla bir ölüm kalım savaşı, bir insanlık dramıdır.
Ölüm kalım savaşının ne anlama geldiği Rus ordularının Tuna’ya ulaşmasıyla iyice ortaya çıkar. General Gurko komutasındaki kuvvetler, kıyı boyunca askeri, sivil hedef ayrımı yapmaksızın tüm bölgeyi bombardımana tabi tutar. O kadar ki, hastaneler bile bu saldırıların hedefi olur. Saldırılar karşısında başta, bölgenin en büyük kenti olan Rusçuk olmak üzere, bütün şehirler hızla boşalır. Başka bir deyişle, bombardımandan ve saldırılardan sağ kurtulan siviller doğdukları, yaşadıkları toprakları alelacele terk edip, güneye doğru can havliyle kaçmak zorunda kalır. Kısaca sonu ne zaman biteceği belli olmayan “ölüm ve sürgün” adlı tragedyanın ilk bölümü sahneye konmuştur. Yaşanan tam anlamıyla bir katliam ve tehcirdir.
Yaşanan trajedi ve acılar, Rus ordularının hiç beklenilmeyen bir yerden, Vidin ile Rusçuk arasındaki bir bölgeden Tuna’yı geçmesiyle iyice artar. Sürgün edilenlerin ve katledilenlerin sayısı bu ordunun ilerlediği her gün ve girdiği her şehir boyunca katlanarak artar. Acıların ve acı çekenlerin sayısına her gün yenileri eklenir. Katledilen yüz binlerin ise artık ne bir geçmişi ne de bir geleceği vardır. Belki de ölüm onlar için kurtuluş olmuştur. Fakat geride kalan on binlerce öksüz çocuk için ise durum farklıdır. Artık onları, düne kadar yabancısı oldukları yeni ve farklı bir gelecek beklemektedir.
Rus Ordularının önü sıra dondurucu Balkan ayazında hem kendi hem de çocuklarının canını kurtarmak için özellikle güneye ve doğuya doğru can havliyle kaçan çoğu kadın ve yaşlı yüz binlerce insanın tek hedefi vardır, bir an evvel İstanbul’a ulaşmak, oradan da suyun öte yakasına, Anadolu’ya geçmek.
Pek çok insan bu hayaline kavuşur. Fakat katliamlardan, salgın hastalıklardan ve dondurucu soğuklardan kurtulan önemli sayıda insan da başka bir yol seçer. Kurtuluşa giden yolda ulaşılması daha kolay olan, geçtikleri güzergâha daha yakın mesafede bulunan ve nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Rodoplara sığınır.
Rodoplarda yaşayan herkes, gördükleri karşısında şaşkınlık içindedir. Çünkü o güne kadar sadece kulaktan duydukları her şey şimdi etiyle, kemiğiyle, korku dolu, çaresiz ve yalvaran gözlerle karşılarındadır. Artık gerçeklerle, yani savaş, acı, katliam ve insanlık dramlarıyla yüz yüzedirler. Şimdi Rodoplarda hâkim olan tek duygu sadece ve sadece ölüm sessizliğidir. Herkesin merak ettiği tek konu, Rus ordularının bölgeye ne zaman saldıracağıdır? Beklenen olmaz. Rus ordusu milyonlarca Müslüman’ın yaşadığı, dağlık ve engebeli bir arazi olan Rodoplara girmez, girmeye dahi çalışmaz. Doğrudan Edirne’ye bir başka deyişle İstanbul’a yönelir. Aslında verilen karar akıllıcadır. Çünkü güçlü ve önünde hiçbir kuvvetin duramadığı tüm büyük orduların tek bir zaafı vardır. Dağlık ve engebeli bir arazide, üstelik de gerilla savaşını başarıyla yürüten küçük ve esnek birliklerle karşı karşıya gelmek. Rodoplar da bu anlamda belirtilen tüm bu özelliklere sahip bir coğrafyadır. Bir tarafta, geçit vermeyen engebeli, dağlık ve ormanlık arazi; diğer tarafta ise 1876 Nisanında ortaya çıkan Bulgar isyanının bastırılması örneğinde de olduğu üzere, kendi başlarının çaresine bakma, silahlı direniş ve mücadele geleneği olan inançlı bir toplum.
Osmanlı Devleti gelişmeler karşısında şaşkın ve çaresizdir ve aynı zamanda endişe içindedir. Çünkü yüz binlerce insanı hem batıda hem doğuda bu savaşta yaşanan saldırılar ve meydana gelen salgın hastalıklar nedeniyle ölmüş, çok daha fazlası akın akın yollara dökülmüştür. Üstelik vatanın bir parçası da kaybedilmiştir. Daha da kötü olanı ise düşmanın artık başkentin kapılarına dayanmasıdır. Şimdi tehdit altında olan tüm ülkenin kaderi ve geleceğidir.
Rus ordularının İstanbul’a yöneldiği bir dönemde gelişmeleri korku ve tedirginlik içinde izleyen sadece Osmanl