Bulgaristan Türkleri tarihi, bir bakıma upuzun bir göç tarihidir. Bu kardeşlerimiz, önce Anadolu’dan o topraklara göçtüler. XIV. Yüzyılda Osmanlı fatihleri Balkan Yarımadası’na atlayınca, arkasından Anadolu Türk halk kitleleri de dalga dalga Rumeli’ye geçtiler. Fatihlerin çocukları, evlâdı fatihan olarak ve fetih hakkına dayanarak, nüfusu seyrek olan o topraklara yerleştiler. Yeni köyler, kasabalar kurdular. O toprakları Türk vatanı yapıp şenlendirdiler.
XIX. yüzyılda Rumeli Türklerinin gerisin geriye, Anadolu'ya doğru ikinci göçleri başladı. Vaktiyle Anadolu'dan Rumeli'ye göç etmiş olan bu kan kardeşlerimiz, bu kez, Rumeli'den Anadolu'ya dönmeye başladılar. Bu ikinci göç, Osmanlı-Türk İmparatorluğunun Avrupa'dan çekilmesi tarihiyle doğrudan bağlantılıdır. Türk idaresi ve ordusu Balkanlar’dan yavaş yavaş çekilirken, oralardaki yerli Türk halk kitleleri de beş yüzyıllık yurtlarından söküldüler, dalga dalga Anadolu'ya göçe zorlandılar. Ama göçlerle o topraklardaki Türk nüfusu. tüketilemedi. Osmanlı İmparatorluğu Balkanlardan çekildikten ve tarihe karıştıktan yıllar sonra da o topraklarda büyük Türk kitleleri kaldı. Rumeli'den Anadolu'ya Türk göçleri, kanayan bir yara gibi, XIX. yüzyıldan günümüze kadar sürüp geldi. Göç dalgaları kimi kabardı, kimi alçaldı; ama hiç kesilmedi. Rumeli'nden Türk göçleri sorunu hala güncelliğini koruyor.
Eskiler hicret, muhaceret derlerdi. Halk diliyle muhacirlik denirdi. Rumeli muhacirliği, başlı başına bir insanlık ve Türklük dramıdır. Gerçek hikâyesi, destanı, roman henüz yazılmamışsa bile, yüz küsur yıldır kuşaktan kuşağa yaşanan bir dramdır. Birazcık deşilse, Rumeli muhacirlerinin kanlı gözyaşları boşanır. Balkanlar’da yüzyıldır çekilen zulümler canlanır.
Bulgaristan'dan ilk büyük Türk göçü, “Doksan Üç Muhacereti” oldu. Yani 1877-78 Osmanlı - Rus Savaşı sırasında görülen bozgun göçü. Bu, Bulgaristan'ın kuruluş günlerine rastladı. Bulgar devleti, 1878 yılında, Osmanlı İmparatorluğunun Tuna vilayetinde kuruldu. Tuna Nehri ile Balkan Sıradağları arasında kalan Tuna vilayetinde, 1876 yılında 1.120.000 Türk ve 1.130.000 Bulgar yaşıyordu.
Yarı yarıya Türk ve Bulgar nüfusunun yaşadığı bir toprak üzerinde tek milletli bir Bulgar devleti kurmak imkânsız gibiydi. Üstelik işlenebilen toprakların yüzde 70 kadarı TürkIerin elindeydi. Rus panislavistleri, böyle bir toprak üzerinde bir Slav Bulgar devleti kurmak için yerli Türk halkının ya söküp atmak, ya da kılıçtan geçirmek gerektiği düşüncesini ortaya attılar. Bu gaddarca düşünce 1876 yılında Slav milliyetçileri arasında uzun uzun görüşülüp tartışıldı. Panslavist Prens Çerkaski, «yumurta kırmayı göze alamayan omlet yiyemez» dedi ve sonunda Tuna ve Edirne Vilâyetleri Türklerinin yurtlarından sökülüp atılmaları, olmazsa kılıçtan geçirilmeleri kararlaştırıldı.
Ruslar, 1877-78 savaşına böyle bir kararla girdiler, savaşı dejenere ettiler, soykırımına dönüştürdüler. Savaş örf ve adetleri, savaş hukuku alt üst edildi. Süratle silâhlandırılan Bulgar çeteleriyle Don Kazakları, korkunç katliamlar yaptılar. Yedi ay kadar süren 1877-78 savaşında bir milyon kadar Rumeli Türkü yerlerinden yurtlarından koparıldı, perperişan göçe zorlandı.
Yaklaşık yarım milyon Türk, «sinekler gibi» kırıldı. Bulgar devleti, bu masum Türk şehitlerinin kemikleri üzerinde kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde kurulmuş olan öteki millî devletlerin hiçbiri Bulgar devleti kadar, günahsız Türk kurbanı yutmamıştır. Bir tek örnek verelim: bugün işçi otomobillerimizin ve TIR kamyonlarımızın mekik dokudukları E-5 karayolunun Filibe (Plovdiv) Mustafa Paşa (Svilengrad) bölümünde, Ocak 1878'de yaklaşık 50.000 arabalı bir Türk göçmen kitlesi, topa tutularak yok edilmiştir.
Göçe zorlanan yüz binlerce Türkün geride bıraktıkları mallar, mülkler Bulgarlarca yağma edildi. Bulgar ve Rus tarihçileri bu büyük gasp olayını uzun zaman gizlediler. 1953'te Bulgar devletinin 75. yıl dönümünde, bu konuda yayın yapmaya ve bir “toprak ihtilâli (agrarnıy perevorot)” yaptıklarını söylemeye başladılar.
Bulgar Prensliği nezdinde ilk Osmanlı Komiseri veya temsilcisi Nihat Paşa, gasp edilen Türk topraklarını da Bulgarlarla görüşmek niyetindeydi. 1880 yılında Sofya'ya giderken yanında 100 sandık dolusu tapu senedi de götürdü. Bunlar, “Doksan Üç Muhacirleri”ne ait mülklerin tapularıydı. Ama gasp edilen Türk göçmen emlakinin bedeli Bulgarlardan alınamadı.
“Doksan Üç Muhacereti denen 1877-78 kitle göçleri, tam bir bozgun, tam bir millî felâket hâlini aldı. Rumeli Türklüğü perişan oldu. Ama yüzyıllardır Türk vatanı olan Rumeli'de Türk nüfusu tüketilemedi. Türkler, azınlığa düşürüldüyse de, Bulgaristan sınırları içinde yine büyük bir kitle olarak kaldılar. Hele Kuzeydoğu Bulgaristan'da Türkler hala ezici çoğunluktaydı. Çünkü bu bölgenin merkezi Şumnu, Osmanlı Üçüncü Ordusunun Karargâhıydı. Rus orduları buraya savaşla girememişler ve Bulgar çeteleri bölgede katliam yapamamışlardı. Bu yüzden bu oymakta yoğun bir Türk nüfusu kalmıştı.
Ocak 1881'de yapılan ilk Bulgar nüfusu sayımı, bu bölgede Türklerin hâlâ üçte iki çoğunlukta olduklarını gösterdi. İlçelere göre Müslüman nüfus Eskicuma'da yüzde 82, Pravadi'de yüzde 62.3, Razgrad'da yüzde 68.8, Rusçuk'ta yüzde 52,4, Silistre'de yüzde 71.1 ve Şumnu'da yüzde 67.9 oranında çoğunluktaydı.
Şubat 1878'de başlayan Osmanlı-Rus barış müzakerelerinde Osmanlı delegesi Saffet Paşa, bir nüfus değiş tokuşu düşüncesini ortaya attı. Balkan Sıradağları’nın kuzeyinde kalan Türklerin güneye, sıradağların güneyinde kala Bulgarların da kuzeye gönderilmesini ve bu Türklerle Bulgarların mal ve mülklerinin karşılıklı olarak tasfiye edilmesini teklif etti. Yüz binlerce insanın yerlerinden sökülüp başka yerlere kaydırılması demek olan böyle bir nüfus değiş tokuş pek kolay bir iş değildi. Ama o günkü şartlar altında en iyi sayılabilecek, en insancıl önlem olurdu. Fakat Rus delegeleri, Saffet Paşanın bu teklifini reddettiler. Anlaşılan, Türkleri fiilen göçe zorlamak varken, hukukîye yoldan değiş tokuş etmek Slav milliyetçilerinin işine gelmişti.
Temmuz 1878'de imzalanan Berlin Barış Antlaşması Tuna Vilâyetinde bir Bulgar Prensliği kurdu. Bu Prenslik topraklarında kalan Türk azınlığının haklarını, özgürlükleri de güvence altına aldı. Bulgar Hükümeti, Türk azınlığın hak ve çıkarlarını gözetecekti. Türklere can, mal güvene si, din, ayin özgürlüğü sağlayacaktı. Bulgar kamu hukuku da Türk azınlığının hak ve çıkarlarına a hükümler getiremeyecekti. Yani Bulgar devleti, daha doğarken ülkesinde yaşayan Türk azınlığının haklarına, çıkarlarına, özgürlüklerine saygı göstermeyi taahhüt etmişti. Berlin Anlaşması, Bulgaristan için anayasa değerindeydi, bağlacıydı.
Berlin Antlaşmasından sonra, Bulgaristan'da kalan Türklerin artık can ve mal güvenliği içinde, işleriyle güçleriyle uğraşmaları, Bulgaristan'a ayak uydurmaları ve orada mutlu bir hayat sürmeleri beklenirdi. Öyle olmadı. Tam tersine, Rus orduları çekilip gittikten sonra Türk azınlığına karşı Bulgar terörü başlatıldı. Bulgaristan'ın Türk bölgesinde sıkıyönetim ilan edildi. Ama bu alışılmamış, garip bir sıkıyönetim rejimiydi. Türklerin silâh taşımaları. kendi aralarında toplanmaları, geceleri sokağa çıkmaları yasaktı. Buna karşılık Bulgarlar toptan silâhlandırılmıştı ve irili ufaklı silâhlı çeteler halinde Türk köylerine saldırtılıyordu. Her gece bir Türk köyü vuruluyor, hâli vakti yerinde olan Türklerin evleri basılıyor, işkencelerle paraları alınıyor, hayvanları ahırlardan götürülüyordu. Karşı koyanlara ölesiye dayak atılıyor, yaralama, öldürme olayları birbirini izliyordu. Bulgar çeteleri olu orta tehdit savuruyorlar, Türklere, “tez elden Bulgaristan'dan çekip gitmelerini, yoksa başlarına daha büyük belâlar geleceğini” söylüyorlardı. Türk halkının Bulgar resmi makamlarına şikayetlerinden bir sonuç çıkmıyordu.
Türk azınlığa karşı 1878'de girişilen Bulgar zulümleriyle ilgili olarak yabancı arşivlerde pek çok belge var. Fransa'nın Varna Viskonsolosu Henri Muttets, 12 Ekim 1880 tarihli 40 sayılı raporuna, Bulgar zulümleriyle ilgili upuzun bir liste eklemiş. Yalnız kendi konsolosluk çevresinde, Mart 1879 - Mart 1880 tarihleri arasında 82 önemli olay olmuş. Türk köyleri, Bulgar çetelerinin sürekli baskılarına uğramış. Türklerin malları, hayvanları çalınmış. Varlıklı kimselerin evleri basılmış. Kızgın demirlerle işkenceler yapılmış, Türklerin paraları, pulları işkencelerle söyletilip alınmış. Irza geçmeler, yaralamalar, adam öldürmeler pek sık görülmüş. Fransız Konsolosu, bu süre içinde 39 Türkün Bulgar çetelerince öldürüldüğünü bildiriyor. Türklerden çalınan paralar 288.809 kuruşu bulmuş... Kısacası Bulgaristan Türklerinin can, mal, ırz, namus güvenliği kalmamış. Berlin Antlaşmasının açık hükümlerine rağmen, yeni Bulgar hükûmeti, Türk azınlığına can ve mal güvenliği sağlamıyor. Bulgarlar, Türklere hayatı zehir ediyorlar. Bulgaristan Prensliği Türklere zindan olmuş ve Türk kitleleri yok fiyatına malını mülkünü elden çıkarıp yine göç yollarına dökülmeye başlamışlar. Varna'daki Fransız Konsolosu Muttet, “Bulgar zulümlerinin sebep olduğu gerçek göçler, Mayıs 1879'da Rus işgali sona erdikten sonra başladı” diyor ve sayılar veriyor. Haziran 1879 - Eylül 1880 tarihleri arasında yalnız Varna limanından 18.033 Türk, ana vatan Türkiye'ye göç etmiş (Not: Bunların aylara göre dağılışı için bkz: Bulgaristan Türkleri, Bilâl N. Şimşir, Ankara, 1986 veya Bilâl N. Şimşir, Contribution a l'Histoire des populafions Turque en Bulgarie, 1876-1880, Ankara, 1966. S.K.).
Bunlar yalnız Varna limanıyla ilgili rakamlardır. Haziran 1879'dan sonraki aylarda, Varna limanına uğrayan Avusturya, Fransız, Rus ve Türk vapurları, haftada iki üç kez İstanbul'a Türk göçmenleri taşıyorlardı. Öte yandan Tuna Nehri limanlarından da Türkiye'ye durmadan göçmen akıyordu. Fransa'nın Rusçuk Konsolosu M. Ferret, 16 Ağustos 1879 tarihli raporunda, “Eskicuma kazasına bağlı Balpınarlı köyünden 390 kişilik 34 Müslüman aile Türkiye'ye sığınmak üzere yurtlarını bırakıp gittiler" diyordu. 23 Ağustos 1879 günkü raporunda da şunları ekliyordu: “Rusçuk Türkleri de köylü dindaşlarınca başlatılan göç hareketini izlemeye hazırlanıyorlar...”
Aynı şekilde kara yoluyla da Edirne'ye doğru Türk göçmen kafileleri akıyordu. Fransa'nın Edirne Konsolosu Laf fon, 31 Ekim 1883 günlü, 1 sayılı raporunda, üç ay için Edirne'den 200.000 kadar muhacir geçtiğini bildiriyor ve şöyle diyordu: “Doğu Rumeli'den ve Bulgaristan'dan Müslüman ahalinin göçü, gitgide daha büyük boyutlara ulaşıyor. Yaklaşık son üç ayda Edirne'den 50.000 muhacir ailesi geçti. Her ailede ortalama dört nüfus bulunduğu düşünülürse, Bulgaristan'da bulamadıkları huzur ve güveni Anadolu’da aramak için göç eden Müslümanların sayısı 200.000 kişi olarak hesaplanabilir.”
Fransız Konsolosu “muhacirlerle” konuşmuş. Hepsi Bulgar baskılarından kaçtıklarını söylemişler. “Bulgarlar kadınlarımıza çarşafı yasakladılar, camiye gitmemizi engelliyorlar ve kiliseye gitmemizi istiyorlar. Üstelik bizi Bulgar askerlik kanununa tâbi kılmaya çalışıyorlar. Biz de onların ülkesini terk ediyoruz” demişler. Konsolos, bu göçlerin arkasının kesilmediğini, Doğu Rumeli'nin ve Bulgaristan'ın bütün Müslüman halkının toptan Anadolu'ya sığınmaya kararlı olduklarını, ancak yok fiyatına da olsa mal ve mülklerini elden çıkarmayı düşündüklerini yazıyordu.
Sofya'daki Fransız temsilcisi de 3 Nisan 1884 günlü raporunda, Bulgaristan'dan altı yüz binden fazla Türkün göç
ettiğini bildiriyor ve şöyle diyordu: “Tuna nehrinden Balkan Sıradağları’na, Balkan'dan Sofya'ya kadar, toprak pek bereketli; ama pek işlenmiş değil. Çünkü Müslümanların göçü, Bulgaristan'ı 600.000'den fazla işgücünden mahrum bıraktı. Birçok bölgede Türk insanının hemen hemen yok olup gitmesinden doğan boşluğu yabancı işçiler de dolduramıyor...”
Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçler böylece sürüp gitti. 1886-1890 yıllarında 74.753 Türk, Bulgaristan'dan ana vatan Türkiye'ye göç etti. Bulgar resmî istatistiklerine göre, 1893-1902 yılları arasında da Bulgaristan'dan Türkiye'ye 70.603 göçmen gelmiştir (Principauté de Bulgarie, Statistique de l'Emigration de la Prinpauté de 1893 â 1902, Sofia, 1905).
Bu yıllar en durgun yıllardır. Böyle olduğu halde göç durmamış, ince ince akan bir su gibi sürüp gitmiş ve en durgun yıllarda bile Bulgaristan'dan Türkiye'ye her yıl ortalama 7.000 kadar göçmen gelmiştir. 1883'te ayda 70.000 kadar göçmen gelirken, yirmi yıl sonra bu miktar yılda 7.000 dolayına düşmüştür. Ama yine kesilmemiştir. Bulgar Prensliğinin kurulmasından 1912-13 Balkan savaşlarına kadar geçen yaklaşık 35 yıl boyunca, Bulgaristan’dan Türkiye'ye göçler hiç kesilmeden sürmüştür.
1912-1913 Balkan Savaşları, tıpkı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı gibi Rumeli Türklüğünün bozgunu oldu. Bu savata Çatalca'ya kadar ilerleyen Bulgar orduları ve onlara yardım eden Bulgar komitacıları, Trakya'da ve Makedonya'da katliamlar yaptılar. Bu katliamlarda can veren masum Türk halk kitlelerinin kesin sayısını bilen yok. Belki hiçbir zaman tam bilinemeyecek. Anap adlı Macar gazetesinin Şubat 1913 günkü sayısında yayımlanan bir rapora göre, Makedonya'da 60.000 Arnavut ve 40.000 Türk öldürülmüştü. Toplam 100.000 Müslüman yalnız Makedonya'da kılıçtan geçirilmiş.
Doğu ve Batı Trakya'da da en az o kadar Türk Müslümanın öldürülmüş olabileceği akla yakındır. Çünkü Bulgar orduları Trakya'da koyu Türk bölgelerini çiğneyip geçmişlerdir ve savaş hukuku kurallarına uymamışlardır. Kısacası, Balkan Savaşında yaklaşık 200.000 Türk Müslümanın öldürüldüğünü söylemek pek yanlış olmaz.
Sistematik katliamlar karşısında, tüm Trakya ve Makedonya Türkleri bir kez daha yerlerinden söküldüler. Canlarını kurtarabilmek için yüz binlerce Rumeli Türkü Anadolu'ya sığınmak için göç yollarına döküldü. Balkan Savaşı göçmenlerinin kesin sayısını da bilmiyoruz. Bir kaynağa göre, Bulgar işgaline düşen Batı Trakya'dan 200.000 kadar Türk, yerlerinden kaçıp Osmanlı topraklarına sığınmışlardır. Makedonya'dan da 240.000 Türk göç etmiştir. Böylece Balkan Savaşında toplam 440.000 kadar Türk, Makedonya ve Trakya'dan Anadolu'ya göç etmiştir (Tevfik Bıyıklıoğlu, Trakya’da Millî Mücadele - I, Ankara, 1955).
Aynı dönemde Balkanlar’ın başka yörelerinden kopan göçmenler de hesaba katılırsa, Balkan Savaşlarında yaklaşık bir milyon kadar Rumeli Türkünün yurtlarından sökülüp atıldığı, bu kitlenin 200.000 kadarının savaş sırasında can verdiği, geri kalanın da Anadolu'ya sığındığı söylenebilir.
Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçler, Cumhuriyet döneminde de devam etti. Bu dönemde ilk kez göç işi bir anlaşma ile düzene bağlandı. 18 Ekim 1925 günü Ankara'da imzalanan “Türk-Bulgar İkamet Sözleşmesi,” göç konusunu da düzenledi. Buna göre, Bulgaristan Türklerinin isteğe bağlı göçlerine engel olunmayacaktır. Göçmenler, taşınabilen mallarıyla hayvanlarını yanlarında serbestçe getirebileceklerdir. Taşınmaz mallarını da serbestçe satabilecekler ve bu satışlardan elde edecekleri parayı dışarı çıkarabileceklerdir.
Bu anlaşma üzerine, Cumhuriyet döneminde Bulgaristan'dan Türkiye'ye yapılan göçler, az çok bir düzene girdi. Bu göçlerin de esas sebebinin yine Bulgar zulümleri olduğu anlaşılıyor. Bu dönemde iki silâhlı Bulgar örgütü, Bulgaristan Türklerine zulüm yapıyordu. Kuzey Bulgaristan'da Rodna Zaştita (Yurt Koruması) ve güney Bulgaristan'da Trakya komiteleri, Türk azınlığına durmadan saldırıyorlardı. Bugünkü Bulgar kaynaklarının belirttiğine göre, Rodna Zaştita, 1923 yılında kurulmuş faşist bir örgüttü. Üyeleri çoğunlukla öğrencilerden oluşan bu örgüt, güçlü bir Bulgar monarşisi yaratmak ve demokratik özgürlükleri kaldırmak için çalışıyordu. 1936 yılına kadar ayakta kaldı ye o yıl askeri rejim tarafından lağvedildi (Kratka Bılgarska Entsiklopediya/Kısa Bulgar Ansiklopedisi, Sofya, 1967).
“Bulgaristan Bulgarlarındır, Bulgaristan'da başka ırklara hayat hakkı yoktur" diyen bu faşist örgüt, güçlü bir Bulgar monarşisi kurmak amacıyla, Bulgaristan Türklerini yerlerinden söküp atmak istiyor ve masum Türk halkına karşı çeşitli saldırılar düzenliyordu.
Güney Bulgaristan'da, özellikle Rodoplar bölgesindeki Türklere karşı saldırıları da daha çok Trakya komitesi düzenliyordu. Bu iki komitenin saldırıları karşısında Bulgaristan Türkleri kafileler halinde Türkiye'ye göç etmek zorunda kalıyorlardı.
Deliorman gazetesi, “Trakya” ve “Rodna Zaştita” komitelerinin saldırılarına şöyle değiniyordu (Deliorman, 8.3.1930):
“Şimdi Bulgaristan'da Türklere dayak atan, bunları yaralamaktan, hatta öldürmekten zevk alan, köy çeşmesine domuz yağı süren, müezzini taşlayan, bazen de cami yakan, velhasıl saf halkın dinî hissiyatını galeyana getirmek, gözünü yıldırmak, üzerlerine dehşet, korku salarak bu güzel vatanı terk ettirmeye çalışan kara bir teşkilât faaliyetine devam ediyor.
Son zamanlarda şimal taraflarındaki bu belâya, cenup taraflarında ikinci bir belâ daha zammoldu. Kırcaali ve havalisinde de kahpece pusu kurarak namuslu Bulgarya Türkünü öldürenler belirdi. Orada da Türkün tarlasını, evini bırakıp hicret etmesini isteyenler hissolunmaya başladı. Şimdiye kadar kalemle, nutuklarla hareket eden bir teşkilâtın eline sopa ve silâh aldığını Bulgarya Türkü hayretle, esefle, lânetle hissediyor...”
Bulgaristan'da çıkan Türkçe gazeteler, Bulgar eziyetlerine rağmen göçe karşıydılar. Türk halkını göçten caydırmaya çalışıyorlardı. Ata yurdunun elden çıkarılmamasını öğütlüyorlardı.
Deliorman gazetesi, “Cennet gibi bu vatanın içinde yaşayan Türk köylüsü... muhacirliğe kalkmayı düşünmemelidir, aklından geçirmemelidir” diyordu. Kesinkes göç etmek zorunda kalanlar da “felâket bezirgânı” denen fırsatçıların, vurguncuların tuzağına düşmemelerini öğütlüyordu.
Deliorman, Türklerin göçünü Kocabalkan Dağları’ndan çıkıp Karadeniz’e dökülen Kamçı Suyu’nun akıp gitmesine benzetiyordu. Bu vatan topraklarının ellere bırakılmamasını söylüyordu. Şiir diliyle halka şöyle sesleniyordu (19.4.1930):
“Kamçı gibi akıp gitme
Etrafını yıkıp gitme
Ey Türk oğlu, dede ilin
Ellere bırakıp gitme
Dedelerin sürdü, ekti
Bu il için neler çekti
Yüzlerce yıl silâh elde
İl uğruna kanlar döktü.”
Sofya’da çıkan Rehber gazetesi de “Hicret mi, Felâket mi?” diye soruyor ve Bulgaristan Türklerine şöyle sesleniyordu (19.7.1930):
“Irktaş ve dindaşlar!...
Mal ve yurt kolay ele geçmez. Âba ve ecdadından kalan sevgili yurdunuzun kıymetini biliniz. Bunlar elden çıktıktan sonra tekrar ele geçmez. Son pişmanlık fayda etmez...
Hicret etmek, düğüne gitmek değil; ateşten gömlektir, affettir.”
Evet, Bulgaristan denen topraklar, Türklerin ana yurdu sayılıyordu. Bunun bırakılmaması savunuluyordu. Ama, Deliorman şu gerçeği vurguluyordu: “Türkler hicret etmiyorlar, ettiriliyorlar.”
Gazete şöyle diyordu (20.2.1930):
“Bulgarya'da... öyle vakalar oluyor ki, insanı canından, malından, namusundan ötürü korkutuyor...
Bir ay evvel Akdere'de öldürülen Pehlivanoğlu'nun kanları kurumadan, Rodoplar’da başka Türk kanı döküldü...
Cebiroğulları Nahiyesi Müdürü Hasan Efendinin gün ortasında katli keyfiyeti, Kırcaali ve havalisinde pek büyü, korku tevlit ettiğinden umum halk malını, mülkünü satarak Türkiye'ye hicret etme yoluna dökülmüştür...”
Baskılarla, eziyetlerle Bulgaristan Türklerinin göçe zorlanmalarına, 1930'larda Türkiye gazeteleri de sık sık parmak basıyorlardı. Yeni Asır gazetesi, “Bulgarlar Artık Çok Oluyorlar” diye başlık atıp şunları yazıyordu (Yeni Asır’dan aktaran Ayın tarihi, 2.1.1934, No 13):
“Tümen tümen topraklarımıza göçenler durdukları yerde yurt değiştirmek isteyen adamlar değildir. Adamlar durdukları yerde yurtlarını, yuvalarını kolay kolay bırakmazlar. Davarlarını, tarlalarını, pırtılarını bırakıp kaçmak içi; can korkusu altında bulunmak gerekir. Bulgar elinden geçen kardeşlerimiz de bu korkunun altındadır. Gelenlerden dinlediklerimiz yüreklerimizi sızlatıyor.”
Cumhuriyet gazetesinde Yunus Nadi şunları söylüyordu (Bulgaristan'la Türkiye arasında hakikî vaziyet, 10.9.1934):
“Bulgaristan' da Türk ekalliyetine yapılan fena muamele bir hakikattir. Bu fena muameleler, ırkî ve insanî alâkalar dolayısıyla hududun beri tarafındaki Türkiye Cumhuriyeti efkârı umumiyesini tehyiç ediyor (heyecanlandırıyor). Bu da bir hakikattir... Bulgaristan'daki Türk ekalliyete fena muamele etmekle Bulgarların ne faydası olabileceğini biz asla anlayamıyoruz. Bunun zararları ise ölçülemeyecek kadar çoktur.”
Zaman gazetesi de Bulgarların Türk düşmanlığına parmak basıyor ve şöyle diyordu (Bulgar Küstahlığı, 15.7.1935):
“Hakikaten Bulgarlar için Türk düşmanlığı maddî ve manevî bir azık (gıda) dır. Bulgar çocuğu dünyaya gözünü açar açmaz, Türk aleyhinde ninni dinler ve onunla uyur. Mektebe gider gitmez sınıfların duvarlarında (Beş süngüde bir Türk) resimlerini görür ve onları seyreder. Türkün aleyhinde 206) bin bir yalanla dolu tarih dersi okuya okuya büyür. Onun içindir ki, en ufak Bulgar köylüsünden en büyük devlet adamına kadar her Bulgarda Türk düşmanlığı bir ihtiyaç, bir iman, bir ülküdür. Bulgar her şeyi unutur, yalnız Türk düşmanlığını unutmaz.”
Bulgarların bu köklü Türk düşmanlığı, öncelikle Bulgaristan Türk azınlığına yapılan eziyetler, zulümler biçiminde göze çarpıyor. Bulgarlar, Türke besledikleri köklü kini Türk komşuları üzerinde söndürüyorlardı. Bu eziyetler ve zulümler yüzünden de Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçmen seli durmadan akıyordu. Cumhuriyetin ilk döneminde, iki dünya savaşı arasındaki yıllarda (1923-1939), Bulgaristan'dan Türkiye'ye gelen toplam göçmen sayısı (Cevat Geray, “Türkiye'den ve Türkiye'ye göçler ve Göçmenlerin İskânı 1923-1961”, Ankara, SBF yayını, 1962) 198.688’di.
İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) boyunca ve hemen savaşı izleyen yıllarda, Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçler pek yavaşladı. Neredeyse kesilme noktasına geldi. 1940-1949 yılları arasındaki on yıllık dönemde Bulgaristan'dan Türkiye'ye gelen Türk göçmen ve mültecilerinin toplam sayısı 21.353’tü.
Demek ki, bu on yıllık dönemde, yılda ortalama 2.100 kadar göçmen (ve mülteci) gelmişti. Bulgaristan'ın kuruşundan 1949 sonuna kadar geçen 72 yıllık zaman içine Bulgaristan'dan Türkiye'ye gelen Türk göçmen sayısının en düşük olduğu dönem, bu on yıl olmuştur. Yetmiş küsur yıl içinde göçmen sayısında bu kadar düşüş görülmemişti. Bunun nedeni, bu yıllarda Bulgaristan'dan yurt dışına çıkışların hemen hemen yasaklanmış olmasıydı. Yoksa oradaki Türk azınlığı rahata kavuşmuş ve göç etmekten vazgeçmiş değildi. Bulgarlar göç pasaportu vermiyorlardı. Eylül 1949 tarihine kadar, Türkler için Bulgar pasaportu alabilmek hemen hemen imkânsızdı.
Her yıl gelen ortalama 2.100 göçmenin çoğu pasaportsuz olarak sınırdan geçmiş kimselerdi Özellikle “trudovak” denen Bulgar “işçi-asker” taburlarında çalıştırılan Türk gençleri, fırsat buldukça Türkiye'ye sığınıyorlardı.
Bulgaristan'ın Alman ve sonra Sovyet işgaline uğradığı o yıllarda, pasaportsuz olarak ana yurda sığınmış epey Türk olmuştu. Normal yolla, pasaportla gelebilmiş Türk göçmenlerin sayısı azdı.
Bu alışılmamış durgunluk, yepyeni bir göç patlamasının habercisi gibiydi.