|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
PRİŞTİNA-PRİZREN
Belgrad’da iki güne yakın geçirdikten sonra, Kragujevac üzerinden asıl hedefimiz olan Kosova’ya doğru yola koyulduk. Aslında bulunduğumuz noktaya Saray Bosna daha yakın olmasına rağmen, biz önce güneye doğru gidip Kosova’daki işlerimizi halletmek, sonra da kuzey batı istikametine yönelip Bosna Hersek’e geçmeye karar verdik. Bunun sebebi de, sorunlu bir bölge olan Kosova’yı erkenden gezip bitirmekti. Türkiye’yi Almanya’ya bağlayan uzun ve düz E75 karayolundan hızlıca güneye doğru devam ederek, Üsküp’e yaklaştığımız noktadan batıya yönelip Priştina’ya doğru yolumuza devam ettik. Priştina şu anda NATO yönetimindeki Kosova’nın başşehri. Türk askerlerinin de görev yaptığı KFOR (Kosovo Force) yönetiminde bağımsızlığına kavuşan Kosova’ya girişimiz biraz vakit aldıysa da, büyük bir sorunla karşılaşmadık. Kosova’ya girer girmez camilerin yükseldiğini görmek, içimize bir huzur veriyor. Müslüman bir beldeye geldiğimizi anlıyoruz böylece.
Priştina karmaşık bir şehir. Henüz savaşın izleri tam olarak silinmemiş ve şehir gelişmişliğini sağlayamamış. Hızlı, ancak gelişigüzel bir hayat akışı seziliyor caddelerde. Merkezde bulunan parlamento binasının önüne savaşta ölenlerin resimleri asılmış ve acılarının dinmediği belirtilmiş. Priştina’da, hemen merkezde bulunan Adil Usta adında bir kebapçıda Türk usûlü yemekler yiyebilirsiniz. Adil Usta, Türkiye’den Kosova’ya oradaki Türk okulunun aşçısı olarak gelmiş ve sonradan kendi işletmesini kurmuş, şimdi Priştina’ya gelen her Türk burada yemek yiyor. Burası Türk diplomatların ve askerlerin de uğrak mekânı olmuş.
Başşehir Priştina yakınlarındaki Sultan Murad (Hüdavendigâr) türbesine gidiyoruz sonra. Orada KFOR’daki Türk taburundan askerlerin türbenin etrafındaki yaban otlarını temizlediğini görüyoruz. Kendileriyle sıcak bir sohbete giriyoruz. Bu türbe, Türk askerleri gelmeden önce harap haldeymiş. Türkiye’nin girişimleriyle restore edilmiş ve şu anda çok iyi bir halde bulunuyor. Askerlerimiz de sürekli bakımını yapıyorlar zaten. Nitekim Türk askerlerinin Kosova’da varlığı, buradaki Müslümanlar için çok önemli. Türk askerleri kutsal mekânları muhafaza ediyor ve ayrıca muhtaç durumdaki halka da her türlü yardımda bulunuyor. Dindaşlarının zor duruma düşmesine izin vermiyorlar. Sırf bu sebepten Türk askerinin Lübnan’a da gitmesi gerektiğini düşünüyorduk zaten. Nitekim gitmeleri de iyi oldu. Priştina’ya yarım saat mesafede, Prizren var. Prizren’de Türkçe konuşma oranı Priştina’ya göre daha fazla. Ayrıca Prizren savaştan daha az etkilenmiş olacak ki, daha mamur bir şekilde hayatiyetini koruyor. Buradaki yapıları ihya etmede, tabiî ki TİKA’nın girişimlerini de unutmamak gerekir. Dünyanın gittiğimiz her bölgesinde olduğu gibi, burada da TİKA’nın güzel çalışmalarına şahit olduk.
Prizren’den sonra, artık Saray Bosna’ya gitme vakti gelmişti. Bu sebeple biraz geldiğimiz yollardan geri dönerek, Nis, Kraljevo ve Cacak üzerinden Sarajevo’ya, yani Saray Bosna’ya gidiyoruz. Sınıra varmadan 30-40 km’de aracımızdan dumanlar yükselmeye başlayınca, telâşlı bir şekilde kenara çektik. Ve dağ başında yardım beklemeye koyulduk, bizi gören bir Sırp, aracını durdurdu ve yardım etmek istedi. Hemen telefonuna sarılıp tamirci çağırdı. Bir yandan bizim dumandan dolayı endişelendiğimizi anlayıp, içmemiz için su getirdi. Daha önce İstanbul’a geldiğini ve çok beğendiğini söyleyen bu Sırp, bize en çok ihtiyacımız olduğu anda büyük bir yardım yapmıştı. Yardımları için en azından tamirci ücretini vermek istedikse de, kesinlikle kabul etmedi. Arabamızda önemli bir problem olmadığına mutmain olduktan sonra, Saraybosna’ya doğru yolumuza devam ettik.
SARAY BOSNA
Saray Bosna’ya, Sırp sınırından 2 saat sonra varıyorsunuz. Bu arada sayısız tünellerden geçiyorsunuz. Alabildiğine dağlık ve ormanlık bir coğrafya Bosna Hersek. Yemyeşil dağlar ve sarp kayalar arasında yeşil ırmaklar ve nehirler akıyor. Sayamadık, ama belki de yüzden fazla tünel var Saray Bosna yolunda. Bu tüneller 1984 Saray Bosna kış olimpiyatlarının düzenlendiği zamanlarda açılmış ve halen hizmet vermeye devam ediyor.
Saray Bosna harika bir şehir. Yemyeşil dağlar arasında, tarih kokan sıcak bir havası var. Savaşın izleri, artık tamamen silinmiş gibi. Başşehir Saray Bosna gündüz ve gece yaşayan bir şehir. Turist sayısı oldukça fazla. Merkezde etnik farklılıklar pek ayırd edilemiyor. Herkes birbirine karışmış çünkü. Şehrin merkezindeki Millî Kütüphane, Sırp holiganlar tarafından içindeki kitaplarla birlikte yakılmış ve savaşın utanç verici bir abidesi olarak muhteşem mimarîsiyle harap bir şekilde duruyor.
Bosna Hersek’in tek ovası bu şehirde bulunuyor. Fatih, buraları fethetmeden önce pek bir önemi yokmuş Sarajevo’nun, ancak bu dönemden sonra cazibe merkezi olmuş.
1914 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun veliahtının öldürülmesi ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. İşte bu suikast Saray Bosna'daki Latin Köprüsü üzerinde gerçekleşmiştir.
Bosna Hersek’in bir özelliği de çok soğuk olması. Yazın ortasında sıfıra yakın derecelere kadar düştüğü oluyor sıcaklığın. Ayrıca dağlık olması hasebiyle ve de hava şartları yüzünden uçakların iniş yapmada en zorlandığı bölgelerden biri. Çoğu uçak, burası yerine Zagreb’e yönlendiriliyormuş. Şehrin merkezine Başçarşı deniliyor. Başçarşı’da çok güzel bir çeşme ve bir çok da cami bulunuyor. Bunun yanında, Türk hamamı ve de bedesteni de görülmeye değer. Şehir manzarası olarak nadide şehirlerden biri Saray Bosna. Şehrin çevre yolu, dağın eteğinden geçiyor. En güzel şehir manzarası da buralardan seyredilebiliyor. Şehir turist dolu. Merkezde karnınız acıkırsa, en az İnegöl’deki kadar lezzetli “cevab” adındaki köftelerden yemenizi tavsiye ediyoruz. Zaten kokuları sizi mutlaka kendine çekecektir. Başçarşı’daki Ferhadje caddesi boyunca camiler, kiliseler, sinagoglar ve eski yapılar, konaklar serpilmiş şehre. Şimdilerde şehre bir barış havası hakim. Sırplar, Boşnaklar, Hırvatlar bir arada yaşıyorlar.
Bosna’da Türk okulunu da ziyaret ettik ve buradaki eğitim hizmetlerini yerinde görmek imkânı da bulduk aynı zamanda. Saray Bosna Avrupa’nın orta yerindeki Osmanlı şehri olarak hayatiyetini sürdürüyor.
—Devam Edecek—
|
|
|
Dünden devam
PEÇ
Budapeşte’den sonraki durağımız Macaristan sınırları içinde yer alan Peç (Pecs) şehri olacak. Peç, Almanya’nın Essen şehri ve İstanbul ile birlikte 2010 Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilen üç şehirden biri olma özelliğini taşıyor. Şehrin kalbine girer girmez tarihî binalar ve parke döşeli dar sokaklar sizi karşılıyor zaten. Şehrin hemen her yanı san’at galerileri ile dolu, aynı zamanda panel, konferans ve kültür merkezleri de var bu şehirde. Biz oradayken bir festival ve birden fazla kongreye ev sahipliği yapıyordu bu şehir. Hemen merkezinde bulunan bir cami ise, şimdi kiliseye çevrilmiş. Kubbenin üzerindeki hilâl üzerine bir haç oturtulmuş. Ayrıca içerideki bazı âyet ve hadisler de halen duruyor. Şehrin en görkemli yapısı olarak yükselen camimiz şu anda kilise hizmeti veriyor.
Şehirde bulunan diğer cami ise, Yakovalı Hasan Paşa Camii. Burası da müzeye çevrilmiş. Eskiden Mevlevîhane olan bu mekânda, şimdi Mevlevî müzesi bulunuyor. Cami kısmı ise, müzenin bir bölümü olarak muhafaza ediliyor. Buradaki minber ve vaaz kürsüsü Türkiye Diyaneti tarafından bağışlanmış. Cami ibadete açık olmasa da biz yaşlı bayan görevlilerden izin alıp namaz kılıyoruz. Sağolsunlar sorun etmiyorlar bu durumu. Böylece camide uzun bir aradan sonra ilk kez ibadet edilmiş oluyor. Turistler de bu yapıya ilgi gösteriyorlar.
SZEGED veya ZİGETVAR
Peç’den sonraki durağımız tarihî bir savaşa şahitlik eden Szeged şehri olacak. Zigetvar Kalesinin bulunduğu ve Zigetvar savaşının gerçekleştiği şehir burası. Aynı zamanda büyük padişah Kanunî Sultan Süleyman’ın hayatını kaybettiği şehir... Zigetvar Kalesi şu anda turistik olarak kullanılıyor. İçinde bulunan mescit de müzeye çevrilmiş. Burada temsilî bir Türk otağı bile kurulmuş.
Kaleye girişte bulunan tanıtım yazısında ve broşürlerde Türklerin Zigetvar Kalesi günleri “işgal günleri” olarak nitelendirilmiş ve Osmanlı kuvvetleri için “işgalci” tabiri uygun görülmüş. Osmanlı’nın muzaffer olduğu, ancak Macarların da kahramanca savaştığı ve kanlarının son damlasına kadar kale için çarpıştıkları hikâye edilmiş. Kanunî Sultan Süleyman için ise, “zaferi göremeden öldü” denilmiş.
Kalenin bir kaç kilometre açıklarında Szeged şehrinin hemen girişlerinde savaşın meydana geldiği ovaya da bir Macar-Türk dostluk parkı inşa edilmiş. Burada iki ordunun komutanları Kanunî Sultan Süleyman ile Zrinyi Miklos’un iki tarafın hükümetlerince yaptırılan heykelleri ile Kanunî’nin temsilî bir mezarlığı da var. Hemen yakınlarda Türk karargâhının kurulduğu yer bulunuyor. Bu civara gelen Türkler, büyük sultan Kanunî’nin hayatını kaybettiği ve iç organlarının gömülü olduğu bu yeri mutlak surette ziyaret ediyor.
BELGRAD
Zigetvar’dan sonra, artık daha batıya gitmeden yönümüzü güneye Timeşvar yakınlarından NoviSad üzerinden Belgrad’a doğru yönlendiriyoruz. Sırbistan’a geçtikten sonra, iki ülke arasında, yani Sırbistan ile Macaristan arasındaki gelişmişlik farkını yakından görüyoruz. İç savaşlarla çalkalanan Sırbistan halkı, yanı başlarındaki Macarlara göre daha kötü şartlarda yaşamak zorundalar. Sırbistan’da iç siyasî sorunlar henüz bitmiş değil. Bilmeyenler için kısaca özetleyelim: Sırbistan-Karadağ eski Yugoslavya’nın bir arada kalan iki parçası olan Sırbistan ve Karadağ arasında, önce 1992’de Yugoslavya Federal Cumhuriyeti adıyla oluşturdukları, ancak bu tanımın uluslar arası camiada kabul görmemesi üzerine, 4 Şubat 2003’de resmen benimsedikleri birliğin adıdır. Bu birlik içindeki iki ulusal oluşumu teşkil eden Sırbistan (başşehri Belgrad) ve Karadağ (başşehri Podgorica) pek çok alanda kendi politikalarını belirleme serbestliğine sahiptirler. Sırbistan-Karadağ’ın ayrıca iki otonom bölgesi bulunmaktadır. Bunlar Voyvodina (başşehri Novi Sad) ve Kosova’dır (başşehri Priştina). Nüfusun çoğunluğunun Arnavut olduğu Kosova’daki etnik çatışmalar sebebiyle, bu bölgeye NATO birlikleri konuşlandırılmış bulunduğundan, Kosova, Sırbistan-Karadağ yönetiminin fiilen dışındadır. 21 Mayıs 2006’da Karadağ’da yapılan bağımsızlık referandumunda Karadağ halkının % 55,5’lik kısmı bağımsızlık istedi. Sonuçta da Sırbistan-Karadağ, Sırbistan ve Karadağ diye resmen ikiye bölündü. 3 Haziran 2006 günü Karadağ resmen Sırbistan-Karadağ’dan ayrılıp bağımsız bir devlet olmuştur. Sırbistan hükümeti ise, Sırbistan-Karadağ’ın yasal ve siyasî halefi olduğunu ilân etmiştir.
Biz de böyle karışık bir bölgede önce Belgrad’a, oradan da Kosova’ya geçmek niyetindeydik. Belgrad’a Sırbistanlılar Beograd diyorlar. İngilizce söylemiyle ise, Belgrade olan şehrin adı bize de Belgrad olarak geçmiş. Şehir, Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği platoda kurulmuş. Orta ve Batı Avrupa’yı Ön Asya ülkelerine bağlayan ana yollar Belgrad’dan geçer. Bu sebeple eskiden beri önemli bir yerleşim merkezidir. Avrupa ve Ön Asya’nın endüstri ve ticaret bölgelerinin de kavşak noktası olması dolayısıyla önemlidir. Ayrıca önemli tarihsel yolların kesişme noktasıdır. 1389 Kosova Muharebesi’nden sonra Osmanlıların nüfuz sahasına giren Sırp Devleti, başşehrini Belgrad’a nakletti (1404). Ancak artan Osmanlı baskısıyla şehir Macarlara bırakıldı. Osmanlılar Belgrad’ı ilk kez II. Murat zamanında (1441) kuşattılar. Ancak II. Murat’ın da katıldığı altı ay süren kuşatma başarılı olmadı. Belgrad ikinci kez Fatih Sultan Mehmet tarafından 1456’da kuşatıldı. Vidin’deki Osmanlı donanması Belgrad önlerine geldi. Ancak ordunun yağmaya erken başlaması ve dağınık olması yüzünden başarı sağlanamadı. Osmanlı ordusu geri çekildi ve kuşatma kaldırıldı.
2. Belgrad seferi Kanunî dönemindedir. Kanunî Sultan Süleyman, 1 Ağustos 1521’de Belgrad önlerindeki ordugâha geldi. Günlerce süren savaştan sonra 8 Ağustos’ta Belgrad alındı. Kanunî, 30 Ağustos’ta Belgrad’a girdi ve şehrin en büyük kilisesini camiye çevirdi. Ayrıca Belgrad’ın imarını emretti. Osmanlı hâkimiyetindeki Belgrad, 16. ve 17. yüzyıllarda giderek gelişti, aynı zamanda önemli bir askerî üs ve ticaret merkezi oldu. 2. Viyana Kuşatması yenilgisini fırsat bilen Avusturyalılar, Belgrad’a kadar ilerlediler ve Osmanlıların toparlanmasına fırsat vermeden şehri kuşattılar. Belgrad Kalesi, 8 Eylül 1688’de Avusturya’nın eline geçti. Osmanlıların yoğun baskısıyla şehir geri alındıysa da, tahribatın boyutları çok büyüktü. Osmanlı kısa sürede şehri imar etti, fakat 1717-1739 ve 1789-1791 yılları arasındaki Avusturya saldırıları ile yeniden tahrip edilmiştir. Belgrad dönem dönem Avusturya’ya (Pasarofça Antlaşması), dönem dönem de Osmanlı hâkimiyetine girmiştir (Ziştovi Antlaşması).
Sırplar Kara Yorgi önderliğinde tarihe Sırp İsyanı diye geçen isyanı başlattılar. Rusların desteklediği Kara Yorgi 13 Aralık 1806’da Belgrad’a girdi. 1812’de Osmanlılar Sırbistan’ı tanıdıysa da 1813’de Rusya’nın Napolyon’la savaşmasından yararlanarak Belgrad’ı yeniden aldı. 1521’de Kanunî döneminde Osmanlı topraklarına katılan Belgrad, 1878 Belgrad Antlaşmasına kadar Osmanlı’da kaldı. Bu tarihten sonra Sırbistan istiklâlini kazandı ve Belgrad başşehir oldu. Bugün hâlâ Belgrad’da Türk tarihinin ve kültürünün izlerini görmek mümkün. Osmanlılardan kalma Bayraklı Camii bugün hâlâ Belgrad’daki Müslümanlara hizmet veriyor. Ancak defalarca yıkılıp yeniden imar edilen bu güzide şehir, Prag, Viyana ve Budapeşte gibi mimarîsi ile değil, derin tarihi, kültürü ve insanları ile ilgiyi çekiyor.
Belgrad, 1. Dünya Savaşı’nda Avusturya’nın işgaline uğradıysa da Sırpların mücadelesiyle Sırbistan’a başşehirlik yapmayı sürdürdü. 2. Dünya Savaşı’nda üç gün devam eden ve 20 bin sivilin ölümüne sebep olan Alman hava bombardımanı şehri harap etti. 1944’de Yugoslav partizanların yardımıyla Talbuhin’in Sovyet birlikleri tarafından kurtarıldı.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra sanayileşme sebebiyle kırsal kesimden aldığı göç, şehrin nüfusunu hızla arttırdı. Günümüzde şehirde oturanların çoğu Sırptır, en büyük azınlıklar Hırvatlar ve Karadağlılardır.
Belgrad günümüzde bir sanayi merkezidir. Makine aletleri, motorlu araçlar, elektrik donanımı, dokuma ve yapı malzemeleri üretilir. Yugoslavya’nın en büyük ticaret merkezi olarak dış ticaretin yarıdan fazlasını elinde tutar.
Belgrad beyaz şehir olarak da bilinir. Çok soğuk olmasıyla ünlüdür. Bu sebeple, sıcacık kahve ve et suyu çorbaların bolca tüketildiği bir yerdir. Yazın ortasında da gitseniz, Belgrad’da Doğu Avrupa’nın bir çok şehri gibi hava kapalı ve serindir. Nitekim biz oradayken, kapalı bir hava ve yağmur bile vardı. Kalemegdan (Kale Meydanı) şehrin en önemli tarihî mekânıdır. Zaten şehir de esasında bu burun etrafında gelişmiştir. İsmi, aynen Türk hakimiyeti zamanında olduğu gibi, muhafaza edilmiştir. Burada bir türbe ve eski mescid de bulunmaktadır. Tuna’nın en yeşil manzaralarını, yine bu Kalemegdan üzerinden seyretmenin keyfine varabilirsiniz.
—Devam Edecek—
|
|
|
Dünden devam
BUDAPEŞTE
Ertesi gün Macaristan’ın başşehri Budapeşte’ye gitmek üzere yola çıktık. Macaristan’a girer girmez, gerçek bir Avrupa ülkesine geldiğinizi hissediyorsunuz. Yerleşim yerlerinden geçtikçe düzen ve intizam bizi şaşırtıyor. Özellikle yer üstünde hiçbir iletim hattının bulunmaması, elektrik, telefon direklerinin olmayışı çok hoşumuza gitti. Bu şehirlerde alt yapının çok sağlam olduğu her halinden belliydi. Budapeşte’ye varır varmaz, büyük bir şehre geldiğinizi anlıyorsunuz. İnanılmaz san’atlı ve süslü yapılar karşılıyor sizi. Türk konsolosluğunu ve oteli de bulduktan sonra, hemen şehir turuna başlıyoruz. Konsolosluk meşhur Kahramanlar Meydanı’na 5 dakika mesafede olduğu için, ilk olarak bu meydanı geziyoruz. Kahramanlar Meydanı, Budapeşte’nin kalbinin attığı yer aynı zamanda. Burada askerî ve millî törenler düzenleniyor. Bu geniş ve güzel meydanın etrafında mimarîsi çok güzel san’at galerileri yükseliyor. Hemen yanı başında da müthiş ve yemyeşil bir park var. Kahramanlar Meydanı’ndan aşağıya doğru uzanan geniş caddeden 45 dakika yürürseniz şehri Buda ve Peşte diye ikiye bölen Tuna nehrine varırsınız. Ve Tuna’nın iki yakasını bir araya getiren ve gece manzaraları harika olan köprüler görürsünüz. Çeşitli dönem ve tarzlarda inşa edilmiş kilise ve eski yapıların bulunduğu Buda kısmında bulunan kaleden diğer tarafı seyrederken, gözünüze ilk çarpan Tuna’yı birleştiren inci gibi işlenmiş köprüler, parlamento ve opera binaları oluyor.
Bir de Tuna Nehri üzerinde iki yaka arasında Margarita Adası bulunuyor. Margarita Köprüsünü kullanarak bu adaya geçiş yapabileceğiniz gibi, Kahramanlar Meydanı’nın bulunduğu Buda kısmından da aslanlı köprüyü kullanarak Peşte’ye geçebilirsiniz. Peşte’de kıyının hemen üstünde Gül Baba Türbesi yükseliyor. Osmanlı’dan yadigâr bir kaç eserden biri. Bir de iki adet Osmanlı hamamı var, Buda kısmında, millî parkın yakınlarında. Peşte tepesinde bulunan zeytin dalı tutan kadın heykeli de Buda yamaçlarından çok güzel görünüyor. Bizim İstiklal Caddesi’nin bir eşi de Budapeşte’de Vagi Utca denilen caddede bulunuyor. “Utca” Macar dilince cadde demek zaten. Vagi caddesi üzerinde kozmopolit bir havada yükselen keman sesleri eşliğinde tarih içinde bir yürüyüş yapma imkânı buluyorsunuz. Budapeşte için Avrupa’nın en romantik şehirlerinden biri denilir. Geceleri özellikle çok esrarengizdir. Tuna’yı birleştiren köprülerin gece manzarası görülmeye değerdir. Geniş caddelerinde çok güzel yürüyüş ve bisiklet yolları vardır. Burada en yaygın ulaşım araçları arabalardan sonra paten, bisiklet ve kaykaylardır. Özellikle gençler Budapeşte caddelerinde hep bu araçlarla seyrediyorlar. Bunun yanında hemen herkesin yanında gezdirdiği bir de köpeği var Budapeşte’de. Bu sebeple yürüyüş yollarının kenarları genelde köpeklerin hacet giderdiği yerler haline gelmiş. Ancak belediye elinden geldiğince temiz tutmaya çalışıyor buraları. Geniş caddelerde volta atarken, banklarda uyuyakalmış sarhoşlara rastlamak çok tabiî bir hadise burada. Akşamdan kalanlar günün çoğunu bu banklarda uyuklayarak geçiriyorlar. Tozlanmış tarihî binalar enteresan bir hava katıyor Budapeşte’ye. Binalar hep heykellerle bezeli, binbir suratlı heykeller üzerlerindeki tozdan bezmişcesine kendilerine bakan gözlere tarihi anlatıyor sanki. Bir de park kenarlarını süsleyen inek heykelleri var buranın. Hemen her köşede farklı ve rengârenk bir inek heykeli ile karşılaşıyorsunuz. Bu da belediyenin yeni bir hizmeti. Macarlar başşehirlerini süslemeyi çok seviyorlar anlaşılan. Turistler de bu heykellerin yanında poz veriyorlar. Heykeller işe yaramış gibi...
Bir de tarihin en eski metro ağı bulunuyor Budapeşte’de. Çok karmaşık olmasıyla ünlü bir metro hattı var şehrin. Şehirde ulaşım sorunu bulunmuyor. Geniş caddelerden vızır vızır geçen motosikletler zaman zaman rahatsız etse de, hoş bir asalet akıyor sokaklardan şehre.
En merkezî caddelerden birinde boylu boyunca Türk büfeleri uzanıyor. Macaristan’da Türk mafyasının çok güçlü olduğunu öğreniyoruz bu arada. Birçok bar ve kafenin işletmesi de Türklere aitmiş. Türk büfelerinde gönlünüzce karnınızı doyurabiliyorsunuz. Zaten Macar yemekleri de bize pek hitap etmiyor. Bu açıdan Türk büfelerinin varlığı insanın içini rahatlatıyor. Bu büfeleri Török kelimesinden anlayabilirsiniz. Török, Macar dilinde Türk demek zira.
Mimarî ve heykel san’atları bakımından Avrupa’daki bütün san’at akımlarının izlerini Budapeşte’de bulmanın mümkün olduğu söylenir. Ki bu durum kendini çok güçlü bir şekilde hissettiriyor.
Bütün bu özelliklerine rağmen, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun üç yadigârından Prag, Viyana ve Budapeşte kıyaslandığında, çoğu kişinin “Budapeşte de neymiş?” dediğini duyar gibi oluyorum. Zira Prag ve Viyana daha iyi korunmuş ve daha gerçek anlamda san’at ve tarihin hayat bulduğu şehirlerdir. Ancak Budapeşte’nin de kendine özgü bir havası olduğu da kabul edilmelidir herhalde.
—Devam Edecek—
|
|
|
Dünden devam
KARPATLAR
Yaşadığımız ilginç deneyimin etkisinde güle güle Kişinev’i geride bırakıp, İaşi kapısından yeniden Romanya’ya geçmek üzere yolumuza devam ediyoruz. Bu arada Moldova’nın yemyeşil köylerinden geçerken buralara hayran kalıyoruz. Her biri birbirinden güzel tabiat manzaralarını geride bırakıyoruz. İaşi’ye gecenin bir yarısı varıyoruz ve ertesi günkü zorlu yolculuğumuza hazırlanıyoruz.
Ertesi gün sabahtan hemen yola koyuluyoruz. Hedefimiz Romanya’yı doğudan batıya boydan boya kat ederek Macaristan’a ulaşmak. Bunun için İaşi’den başlayarak Bacau, Targu Mures, Cluj Napoca şehirlerini geçerek yine Romanya’nın Oradea şehrinden Macaristan’ın başşehri Budapeşte’ye gideceğiz. Tabiî bunu gerçekleştirmek kolay değil, çünkü söz konusu bölge Orta ve Batı Karpatları aşmak anlamına geliyor. Karpatlar demişken, bu sırada Karpatların Maradonası olarak ünlenen Hagi’nin de köyünün çok yakınlarından geçeceğimizi öğreniyoruz. Tam bir gün süren Karpat yolculuğumuzda, harika tabiat manzaraları bizi karşılıyor. Romanya’nın bu bölgeleri, Avrupa Birliği finansmanıyla oluşturulan örnek yerleşim yerlerini de barındıran bir bölge. Avrupalıların yayla turizmi için de en gözde mekânlarından biri. Dağ, bayır, ova hep düzgün ve yemyeşil. Her tarafta otlar muntazaman biçiliyor. Bu sebeple tek bir sararmış ot bulamıyorsunuz. Ayrıca biçilmiş otlar da bir araya getirilip balyalanıyor. Bu da çok hoş bir manzara oluşturuyor. Her yer saman balyaları ile dolu. Bunlar kuruyunca, fazlaları da yakıldığı için, burnunuza sürekli bir yanık ot kokusu geliyor. Avrupa Birliği, aynı zamanda yolları da yaptırıyor Romanya’da. Bu sebeple, sürekli bir inşaat çalışması var. Romanya’nın en doğusundan en batısına kadar hiç mübalâğasız hemen her bir kilometrede bir yol çalışması var. Bu sebeple uzun yol daha da uzuyor.
Dağ köylülerini görüyoruz zaman zaman. Çoğunluğu sadece ot yolmakla meşgul. Ziraat yapılacak alan pek yok burada, çünkü daha çok bölge yayla turizmi için düşünülmüş. Yemyeşil dağlar arasında, dereler çağlıyor. Muntazam kulübeciklerin etrafında insanlar ot yolmaya devam ediyorlar tırpanlarıyla. Sonra da bunları düzgünce balyalıyorlar. Ayrıca hayvancılık da çok gelişmiş durumda, hayvanlar da öyle. Zira Romanya’da karşılaştığımız her at ve sığır neredeyse insanı ürkütecek derecelerde büyük görünüyor. Gözlerimiz daha mütevazi boyutta olanlara alıştığı için midir nedir, bu hayvanlar bize çok ilginç geliyor. Bu arada yeşil dağların eteklerinde bir sağa, bir sola koşuşturup duran ve özgürlüğün tadını çıkaran yılkı atlarına rastlıyoruz. İçimiz geçiyor onları görünce. Hemen durup deklanşöre basıyoruz.
TRANSİLVANYA
Bu arada Romanya’nın kuzeybatı bölümünü kaplayan, güneyinde Karpatların “Güney Transilvanya Alpleri” adıyla anılan bölümü ile Oltenia bölgesinden, batıda Transfagaraşan adıyla anılan Doğu Karpatlar ile Moldova bölgesinden ayrılan coğrafî bölge olan Transilvanya’dan da geçiyoruz. Transilvanya Hollywood’un Kont Drakula’sının memleketi olması hasebiyle bizim tarafından vampirler şehri olarak bilinse de esasında burası bugünkü Romanya sınırlarında kalan ormanlık ve şatolarıyla ve şaşalı yapılarıyla ünlü sevimli bir bölgedir. Bu bölgenin Batı kısmı Ardel olarak da bilinir. Transilvanya’nın doğusunda yer alan Banat bölgesi de üzüm bağları ile meşhurdur.
Transilvanya’nın kelime anlamı “ormanlar arası” olarak çevrilebilir. Trans: öte, ilvan: orman, ya: ülke adı yapım eki olmak üzere: ‘Ormanın ötesindeki ülke anlamına gelir. Erdel olarak bildiğimiz bölge uzun süre Osmanlı’ya bağlı bir prenslik olarak varlığını sürdürmüştür. Erdel kelimesi de Macarca’dan geçmedir, zira Macarlar bölgeye Erdely demektedirler. Yani Transilvanya eskiden bir Osmanlı prensliğidir denebilir. Bu bölgede Macar nüfusu da bir hayli fazladır.
ORADEA
Romanya’yı baştan başa geçtikten sonra, artık bu ülkedeki son durağımız Oradea’ya varmış olduk. Buradan Budapeşte’ye geçeceğiz. Ancak Oradea’ya çok geç bir saatte vardık. Karnımız çok acıktığı için hemen yiyecek bir şey aramaya koyulduk. Geç olduğu için her yer kapalı idi, yolda yürüyen bir gence sormak istedik. Yaklaşıp sorduğumuzda ise, büyük bir sürprizle karşılaştık. Zira soru sorduğumuz genç Türk olduğumuzu anladıktan sonra akıcı İngilizcesiyle, “Ben de Müslümanım, ben de Müslümanım” demeye başladı. Oradea gibi bir yerde gecenin bir yarısı bir Müslümana rastlamak büyük sürpriz olmuştu. Hem de bu genç bundan tam 6 yıl önce Müslüman olmuş ve aslen Hıristiyan kökenli bir aileden geliyor. Asıl adı Romeo olan bu genç, sonradan Yusuf adını almış. Bize çok yardımcı oldu. Önce yemek yiyeceğimiz bir yere götürdü, sonra da otel bulmamıza yardımcı oldu. Bunları yaparken çok mutlu görünüyordu ve “Ben çok günahkârım, size iyilik yapmak istiyorum” diyordu sürekli. Yusuf’un vicdanındaki bu ses, hepimizi duygulandırmıştı. Kaderin bir cilvesi olan bu karşılaşmanın verdiği huzur ile Yusufla helâlleştikten sonra dinlenmeye çekildik.
Devam edecek
|
|
|
Dünden devam
KIRIM - YEVPATORYA (GÖZLEVE)
Odessa’dan sonra Kherson üzerinden Karadeniz sahilini takip ederek ve Kırım Özerk Cumhuriyeti’ne bağlanan darboğazı geçmek suretiyle hafif doğuda önce Yevpatorya (Bahçesaray), sonra ise daha doğuda başşehir Simferepol’e, yani Akmescit’e varıyoruz. Ukrayna’dan Kırım’a geçerken farklı bir ülkeye geçtiğiniz hissine kapılmayın, zira Kırım sadece temsilî özerklik verilmiş bir bölge. Zira tamamıyla Ukrayna’ya bağlı olan bu bölgenin, sadece sözde kalan bir özerkliği bulunuyor. Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin nüfusu toplam 2 milyon 400 bin civarındadır. Bu nüfusun yüzde 11’i Kırım Tatarı, yüzde 60’ı Rus, yüzde 24’ü Ukraynalı, geriye kalan yüzde 5’i de ağırlığı farklı Tatar ırklarından oluşan karışık bir etnik yelpazede dağılmaktadır. Ukrayna’nın idarî bölümlenmesinde Kırım Özerk Cumhuriyeti (KÖC) ve Akyar (Sivastopol) şehir yönetimi ayrı idarî birimler olarak kabul görüyor ve nüfus sayımları da buna göre ayrı ayrı ilân ediliyor.
Kırım’a gidecek olanlara, THY’nin İstanbul-Akmescit seferlerini tavsiye ediyorum, çünkü karayolu ile ulaşmak gerçekten çok zor. Zira 1.700 km’lik Türkiye - Bulgaristan - Romanya - Moldova - Ukrayna – Kırım kara yolunu kullanmak zorundasınız. Bunun dışında TIR’lar için haftada en az bir sefer Ro-Ro taşımacılığı için Zonguldak-Gözleve Limanlarına sefer düzenlenmekte. Ayrıca İstanbul Karaköy Limanından da haftada en az üç sefer Akyar, Yalta ve Gözleve limanlarına yolcu gemileri seferleri yapılıyor.
Zorlu karayolu seferinden sonra nihayet ilk olarak Yevpatoria’da, yani Gözleve’deyiz. Gözleve’ye akşama doğru vardık. Gözleve de bir tatil beldesi. Burada bulunan Mevlevîhaneyi gezdik ve kayıt altına aldık. Mevlevîhane şu anda kültür merkezi olarak Elife Yaşlavskaya isimli bir Tatar Hanımefendi tarafından korunuyor. Elife Hanımın hikâyesi çok ilginç. Ailesi ile birlikte Kırım’dan sürgün edilenlerden o da. Uzun yıllar Özbekistan’da sürgün yaşadıktan sonra ülkesine geri dönen Yaşlavskaya, burada çok mücadeleler vermiş ve bu tarihten kalma Mevlevîhane’yi korumayı kendine vazife bilmiş. Kırım’daki Tatar varlığı konusunda ve Mevlevîlikle de ilgili kitaplar yazmış, tahsilli bir pîr-i fanî Elife Hanım. “Anadan üryan” diye tabir ettiği Ukraynalı ve Rus kadınları Mevlevîhaneye sokmuyor, kapıda azarlıyor ve onlara uygun kıyafetler verdikten sonra içeriyi gezmelerine izin veriyor. Çok tatlı bir şive ile Türkçe konuşuyor Yaşlavskaya, aynı zamanda Rusça’yı da çok iyi biliyor.
Gözleve turizm merkezi haline gelmiş. Özellikle Ruslar için uğrak bir mekân burası. Rusya’dan gelen bir çok turist bulunuyor burada. Bunun yanında, hemen merkezde de güzel bir cami yükseliyor, kilisenin tam karşısında. Burada turistler Tatar geleneksel kıyafetleri giyerek poz veriyorlar ve camiyi de geziyorlar.
SİMFEREPOL ve BAHÇESARAY
Gözleve’den sonraki durağımız Kırım’ın başşehri Simferepol, yani Akmescit olacak. Sivastopol’u güneybatıda bırakıp Akmescit’e yöneliyoruz. Akmescit’te bizi Kırım Fahri Konsolosu Seyran Osmanov’un yardımcısı Server Bey karşıladı ve ağırladı. Burada Kırım Haber Ajansı’ndan muhabirler ekibimize ilgi gösterip haber yaptılar. Burada dinlenip Akmescit’i de gezdikten sonra tarihî Kırım Hanlığının sarayı olan Hansaray’ın bulunduğu Bahçesaray iline hareket ettik. Bahçesaray sürgünden dönen Kırım Tatarlarının en yoğun olarak yaşadığı bölge. Bahçesaray’da yaşayan yazar İdris Assanin’i de ziyaret ettik. İdris Bey, Rus Sovyet hapishanelerinde tam 25 yıl mahkûm olarak yaşadıktan sonra vatanına geri dönebilmiş. İdris Bey’in yakındığı bir nokta var, o da Türkiye’nin bölgeye yeterince ilgi göstermemesi. Ayrıca İdris Bey Rusların dilini öğrenmek gerektiğinden de bahsediyor. İlginç bulduğum için aktarmak istiyorum, İdris Bey “Kişi düşmanının dilini mutlaka öğrenmelidir” diyor. Zira İdris Beyin söylediğine göre, bugün Rusya’da hükümet bütün ajanlarına Türkçe öğretiyor. İdris Bey “Biz de onların dillerini öğrenmeliyiz” diyor.
Bu ziyaretten sonra Hansaray’a gittik. Hansaray tamamen turistik bir ziyaretgâh haline gelmiş. İçerisi tıklım tıklım turist kaynıyor. Tabiî ki bunların çoğu da Rusya’dan geliyor, Almanlar da ağırlıkta. Hansaray çok iyi korunmuş bir halde. Buranın camiinden ezan okunuyor. Biz de hemen abdest alıp o camide namaz kılıyoruz. Ne yazık ki, içeride bizden başka kimse yoktu.
Hediyelik eşyalar satanlar hep Türkçe konuşuyorlar. Bizim Türkiye’den geldiğimizi anladıklarında, hemen ilgi gösteriyorlar. Bahçesaray mutlaka görülmesi gereken bir yer. Hemen merkezde bizi kahraman İsmail Gaspıralı’nın heykeli karşılıyor. Heykelin üstünde İsmail Gaspirinsky yazıyor. Hansaray’a giden yol üzerinde de ünlü Rus yazar Puşkin’in heykeli var.
Gaspıralı’yı tanımayanlar olabilir. Türk dünyasının büyük düşünce adamlarından ve reformistlerinden biri olan Gaspıralı İsmail Bey, Kırım Harbi (1853-1856) bütün şiddetiyle devam ederken, Bahçesaray’a iki saat mesafedeki Avcıköy’de dünyaya geldi. Babasının doğduğu köye nisbetle Gaspirinsky (Gaspıralı) lâkabını alan İsmail Bey’in çocukluğu, Kırım Türk kültürünün beşiği olan Bahçesaray’da geçmiş ve bu şehir, onun ruhunda, sokakları, camileri, evleri ve özellikle Hansaray ile silinmez izler bırakmış. Gaspıralı İsmail Bey, 11 Eylül 1914 Cuma günü Bahçesaray’da vefat etmiş. Ertesi gün muhteşem bir cenaze töreniyle, Mengligiray Han türbesi civarında toprağa verilmiş.
Bunca gezintiden sonra, artık Kırım’dan geri dönüş yolculuğuna başlama zamanı gelmişti.
TRANSDNİESTER BÖLGESİ
Geri dönüşte Dzahnkoy ve Kherson üzerinden bu sefer Odessa’yı paralel geçip Tiraspol kapısından Moldova’nın başşehri Kişinev’e gideceğiz. Ancak Tiraspol kapısından Kişinev’e gidecekken karşımızda Moldova sınırı yerine, farklı bir ülkenin bayrakları ile bezeli bir sınır buluyoruz. Haritalarımızı tekrar tekrar kontrol ediyoruz, ancak durum anlaşılır gibi değil. İlk anda harita okuma ve tercümanlık görevi bende olduğu için ekip arkadaşlarım şaşkınlık içinde bana bakıyorlar “Nereye geldik?” der gibi. Ancak kesinlikle doğru yerde bulunduğuma emin olduğum için, hemen inip kapıdaki görevlilere durumu soruyorum. Yarım yamalak İngilizceleriyle buranın Moldova olmadığını ve bağımsız Transdniester bölgesi olduğunu açıklıyorlar. Burası ayrılıkçı Moldovalıların, Moldova’ya bağlı olmak istemedikleri için Rus askerleri ile birlikte özerkliklerini ilân ettikleri bölge. 1992 yılında Sovyetlerden sonra yapılan toprak dağılımlarında sorun teşkil eden yerlerden biri de bu bölgeymiş meğer. Burada yaşayan halkın çoğunluğu Rus olduğu için Moldova’ya bağlı olmak istemiyorlar, çözümü de böyle bağımsız bir ülke kurmakta bulmuşlar. Bu bilgileri tabiî sonradan öğreniyoruz, askerlere sorduğumda durumu pek açıklayamıyorlar, onlardan ülkeleri ile ilgili bir broşür istiyorum, broşürleri olmadığını söylüyorlar. En azından bir internet sitesi var mı diye sorduğumda da, bizi saatlerce güldüren bir cevap verdiler: “Ülkemizin adını Google’a yazın oradan gerekli bilgileri bulursunuz”...
Bu şekilde adam başı 25’er Euro ödeyerek bu ülkeye giriyoruz. Zaten kapının kuruluş amacı da o olsa gerek. İnsanlardan para almak. Arabamızla ilerlerken Moldova’ya giriş kapısını arıyoruz haliyle. Orta yaşın üstünde bir vatandaşın yanında durarak sormak istiyoruz. “Moldova ne tarafta?” Adam gayet sakin bir şekilde “Moldova burası ya” deyip yanımızdan ayrılıyor. Herhalde akşam haberlerini izlemiyor, başka bir ülkenin kurulduğundan habersiz diye düşünüp daha genç birine soruyoruz. Bu genç olaylardan haberdar, bize hemen Moldova kapısını tarif ediyor. Bununla da kalmayıp, bu ülkenin durumunu soruyoruz kendisine, olayları 1992 yılından bugüne kadar sırasıyla anlatıyor. Teşekkür edip kapıya doğru yolumuza devam ediyoruz. Bu ülkeyi 10 dakikada doğudan batıya kat edip diğer taraftan Kişinev’e doğru geçmek üzere bu sefer gerçekten Moldova kapısına vardığımızda, Moldova’daki sarhoş güvenlik görevlisi bu absürd durumu özetleyecek son noktayı koyuyor. Diyalog aynen şu şekilde cereyan ediyor:
Görevli: Nereden geliyorsunuz?
Ben: Transdniester’den.
Dostoyevski’nin romanlarındaki Saint Petersburg sarhoşlarının edasıyla ıslak bir kahkaha atarak:
Görevli: Haaa! Şu Muz Cumhuriyeti mi? (“Banana Republika” diyor aynen...)
—Devam Edecek—
|
|
|
—Dünden devam—
BÜKREŞ
Rusçuk’ta bir gece geçirdikten sonra, Bulgaristan’ın kuzeyinden Romanya’ya giriş yapıyoruz. Romanya yemyeşil bir ülke. Sınırı geçer geçmez tarım ekonomisinin de çok yaygın olduğunu anlıyorsunuz. Yol kenarlarında Romen vatandaşların kendi ürettikleri sebze ve meyveleri size satmaya çalıştıklarına şahit oluyorsunuz. Çingene nüfusun çok yaygın olduğu Romanya’da, bu vatandaşlar genelde tarımla uğraşıyorlar ve evlerini çok süslü mimarî ile inşa ettiriyorlar. Romanya da 2007 itibariyle Avrupa Birliği’ne girdiği için, hummalı çalışmalar göze çarpıyor. Hemen hemen Romanya’nın dört bir tarafında yol çalışmaları var. Ülke adeta bir şantiyeye dönmüş durumda.
Nihayet Bükreş’e vardığımızda, koskocaman bir şehirle karşılaşıyoruz. Çünkü bu şehirde her şey devâsâ ölçekte. Caddeler bir uçağın rahatlıkla inebileceği boyutlarda. Binalar da en az yollar kadar büyük ve süslü inşa edilmiş. Şehirde yeşil alanlar da en az mamur bölgeler kadar çoğunlukta. Kalabalık bir metropol olduğu her halinden belli olan şehirde, bizi bir Türk işadamı karşılıyor. Bauplast’ın Romanya distribütörü olan Ali Karaçayır, Romanya sınırları içinde ev sahipliğimizi üstlendi. Karaçayır, tam bir Türk girişimci. Çok küçük bir sermaye ile sadece bir şirketin mallarını burada pazarlamak üzere geldiği Romanya’da, bugün kendi fabrikasını kurmuş ve kendi ürettiği malları yaygın dağıtım ağıyla Romanyalılara pazarlayan başarılı bir işadamı konumuna yükselmiş. Akıcı ve düzgün konuştuğu Romencesiyle de piyasada tanımadığı kimse olmadığını söylüyor. Bize fabrikasını gezdiren Karaçayır, aynı zamanda Bükreş’i bize gezdirmek üzere yanımıza bir de rehber veriyor. Ali Karaçayır, Romanya’da yüzlerce Türk girişimcinin zamanında büyük yatırımlar yaptığını anlatıyor.
Romenler, Bükreş’e Bucureşti derler. Uzun yıllar Osmanlı hakimiyetinde kalan Bükreş, daha sonra komünist dönem yaşamış. Bunun etkisi şehir üzerinde rahatlıkla hissediliyor. Geniş caddeler, büyük binalar ve raylı ulaşım hatları komünist dönemin birer hediyesi buraya. Zaten Balkanların genelinde aynı manzara ile karşılaşmak mümkün. Çavuşesku yönetimi döneminde üçte biri yerle bir edilip, açılan boşluğa Sovyet tarzı abartılı geniş caddeli, donuk gri yüksek binalı semtlerin ve tabiî bir de o meşhur Çavuşesku Sarayı’nın kondurulduğu şehir Bükreş. Geçmişte barok ve neoklasik tarzdaki binaları, küçük meydanlara açılan dar Arnavut kaldırım kaplı sokaklarıyla pek hoş bir şehirmiş.
Çavuşesku Sarayı, Pentagon’dan sonra, dünyanın en büyük ikinci binası. Hakikaten de yanına gittiğinizde başınız dönüyor. Öyle ki çok uzak bir mesafeden bile fotoğraf makinesinin karesine bir seferde sığdırmakta zorlandım.
Bükreş, gündüz olduğu kadar, geceleri de canlı bir şehir. Bükreş’in nüfusu 2,3 milyon civarında ve Avrupa Birliği’nin yeni gözdesi olma yolunda hızla ilerliyor.
KÖSTENCE
Bükreş’ten ayrılıp Moldova üzerinden Ukrayna’ya geçmek için yola çıkıyoruz. Önceki hedefimiz ise, Moldova yolu üzerinde bulunan Romanya’nın liman ve sahil şehri Constanta, yani Köstence. Köstence önemli Osmanlı şehirlerinden biri. Köstence’nin Mamaia adlı bir de turistik sahili var. Şehirde toplam 5 adet cami bulunuyor. Burada beş vakit ezan sesi duymak mümkün. Ezan sesini takip ederek müftülüğü buluyoruz. Müftü Murat Yusuf’la tanışıyoruz, Hünkâr Camiinin hemen üst katında. Şehirde tam merkezde ayrıca çok güzel bir Kral Camii var. Turistler buraya çok ilgi gösteriyorlar. Camiin minaresine çıkıp geniş bir Köstence manzarası |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
| | |