“İnsan Allah için harp ederse, şehâdet mertebesine varmasında hiç şüphe yoktur. Amma niyeti Allah için olacak. Nam, gaye, maksat ve menfaat olmayacak. Bu uğurda ölenler şehâdet mertebesine erişirler.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz’den; kahramanlık için, milletini korumak ve gösteriş yapmak için harp edenlerden hangisinin Allah yolunda olduğu sorulduğunda: “Kim Allah’ın sözü daha yüce olsun diye vuruşursa o Allah yolundadır.” buyurmuşlardir. (Buharî)”
•
“Onlar fani hayatı terk ederek ebedî bir hayata ermişlerdir. Kendilerine tahsis edilen yüksek makamlarda merzuk olmaktadırlar. Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ onlara nasıl bir hayat bahşetmiştir.”
ÖMER ÖNGÜT
|
Yüce Mevlâ’mızın kullarına ihsanlarından birisi de rızâsı yolunda mücadele ederek, canını dini, namusu, vatanı için kiraya veren kimselere ihsan buyurduğu şehitlik makamıdır. Tarihimizin her döneminde bu âlî zâtların harika hayat hikâyelerini dinleriz. Bunlardan bir tanesini de canlı şahitlerin ağzından nakletmeye çalışalım.
Bulgaristan Evlad-ı Fâtihan’ın en yoğun meskûn bulunduğu bölgelerden birisidir. Serhat boylarının civanmertleri Balkanlarda, Tuna boylarında, asırlarca Haç-Hilâl kavgasında kan dökmüşler, can vermişler, din ve vatan uğruna nice kahramanlık destanları yazmışlar. Ocaklar sönmüş, avullar yağmalanmış, acılı yıllar bir kâbus gibi Müslüman Türk’ün ocağının üstüne çöküvermiş. Felâketler birbiri ardınca gelivermiş. Ve sonunda kıssamızın kahramanı yorgun yıllardan sonra âile efradını alarak “Suyun öte yakası” diye adlandırdıkları Anadolu’ya, Düzce’ye yerleşivermiş bir Alperenler neslinden Emrullah Efendi’dir.
Sırplar, her zamanki sırtlanlıklarıyla Osmanlı’ya diş geçirmeye çalışıyordu. Değişik cephelerde pek çok düşmanla savaşların yapıldığı ızdırap yılları. Emrullah Efendi, Bulgaristan’da ikâmet ediyordu. Ordu ile Sırp harbine katılmış. Yanında, attığını vuran, parayı pula çeviren kayınbiraderi Ahmet de varmış. Ahmet çok iyi atıcı. Siperden çıktığı zaman tetiğe dokundu mu bir Sırp mutlaka cehenneme gidiyormuş. Tüfeğini doğrulttu mu hedef şaşmıyormuş. Eniştesi Emrullah’ın:
“-Kalkma! Vurulacaksın.” demesine aldırmıyor:
“-Beni anam bu gün için doğurdu, ölmek bizim şanımızdan!..” diyor, siperden çıkıyor, beş-on Sırp’ı nallıyor. İlk silahın işi bitince ikinci silahı alıyor eline, onunla da boş atmıyor. Sırplar onu kolluyorlarmış. Bir mermi Ahmet’in silahının namlusundan giriyor. Sonra Ahmet şehit olmuş.
Emrullah, onun kaputunu ve paralarını alıyor. Kaputu üzerine giyiyor. Üşüyormuş. Ahmet’i koyuvermişler toprağın kucağına. Emrullah o cepheden başka cepheye gidiyor ve Sırplar’a esir düşüyor. Onu dört-beş sene esir olarak çalıştırmışlar. En sonunda Ruslar’a teslim etmişler. Ruslar alıp götürmüşler, çalıştırmışlar beş yıl kadar.
Kapatıldıkları bir binada günler geçtikçe arkadaşları birer birer kaybolmaya, geri dönmemeye başlamışlar. Sıra onlara geliyormuş. Akıbetlerini bilen yok. Öldürülüyorlar mı yoksa firar mı ediyorlar, serbest mi bırakıyorlar belli değil.
“-İnin aşağıya, banyo yapacaksınız!” diyerek esirleri soyuyorlar Ruslar. Emrullah, tam kapıdan girerken Bulgaristan’da iken yumurtacılık yaparken tanıdığı bir Bulgar:
“-Emrullah! Sen de mi buradasın?” demiş. Şaşırmış tabii ki. Odanın tam ortasında bir direk varmış. Bulgar:
“-O direğe sarıl!” diyor. Emrullah ne olacağını bilmeden “Bu arkadaşın bir bildiği var herhalde!” diyerek direğe sarılmış. Direkle birlikte odanın içine devrilivermiş. Aşağı katta, insanları öğüten makina varmış. Makina, aşağıya düşenleri kıymaya çeviriyormuş. Bulgar:
“-Çabuk giy bunları ve buradan hemen kaç!” diyerek bir Rus elbisesi vermiş. Giyinmiş ve kaçıp düşmüş yollara. Gece gündüz demeden iki-üç ay kadar ormanlardan, dağlardan, bayırlardan yol almış sınıra doğru. “Beni tanırlar” diye kimseye bir şey soramıyormuş. Rusca bilmiyor. Ekmek-su isteyecek kadar biliyor. Nihayet sınıra kadar gelmiş.
Irmakla karşılaşmış, üzerinde köprü varmış ama nöbetçiler de nöbet tutuyorlar. Köprüden geçse yakalanacak. Bir küfe bulmuş, elbiselerini küfeye koymuş, iyice yüzme bilmemesine rağmen dalmış serin soğuk suya. Derinlik giderek artmış. Su kenarında teller varmış. Nihayetinde tellere dayanmış. Su tel altlarında değişik şeyler toplamış.
Tellerden boşanınca küfe elbiseyle birlikte sürüklenip gözden kaybolmuş. Sonra Emrullah’ı alıp götürmüş. Bir müddet sonra karşı sınırda kumsala bırakıvermiş. Kendine gelince su akıp gidiyor. Üşümüş, öksürüyor. Üzerinde sadece don var. Uzakta bir ışık görünüyormuş, yürümüş, son ümitle ışığa doğru.
Meğer orası bir köy imiş. Yaklaşmış yavaş yavaş köye. Allah’tan köpekler duymamış gelişini. Bir köylünün bahçesinde ipe serili çamaşırlar görmüş. Erkeklere ait sadece alt-üst pijamalar varmış, onları alıp giymiş. Sabah olmuş, yürümüş yollarda hayata ait ümitlerle. Yıllar olmuştu, evinden-ocağından ayrı düşeli. Köy çocukları bu pijamalı yabancıyı gördükçe kaçışıyorlarmış. Ekmek istemiş vermişler, arasıra yabani meyvalar yemiş. Burası Bulgar köyü imiş.
Safiye nine on yıldır Emrullah’tan, kardeşi Ahmet’ten haber alamamanın ızdırabını yaşıyor. Namazlı, niyazlı, imanlı, sabırlı bir hanım. Nasırlaşmış yargın elleriyle ocağın küllerini aralar, çalı-çırpı ile koru ateşler, aş pişirir, evine bakar, yol gözlermiş.
Osmanlı’nın yedi düvelle savaştığı cepheler kıyım makinası gibi, Yemen gibi. Türküler söylenir, ağıtlar yakılır, yeni doğan güneşle yollara bakılırdı. Ocakların söndüğü kahır dolu yıllardı.
Her zamanki gibi yine bir sabah kuşlar uyanmadan, “Bismillah!” deyip kalkıvermiş Safiye nine. Almış abdestini, durmuş sabah namazına. Tesbihini çekmiş, ellerini kaldırmış havaya, başlamış Âlemlerin Rabb’i olan Allah’ımıza yalvarmaya.
O da ne! Yıllardır haber alamadığı kardeşi Ahmet yanıbaşında üzerinde görülmemiş güzellikte elbiseler içinde, çok güzel bir şekilde oturmuyor mu?
“-Ablacığım! Nasılsın?” diyor. Sarılıyorlar birbirlerine. Safiye ninenin sevincine diyecek yok. Gözyaşları, nice zamandır iz bıraktığı yerden yanaklarından süzülüyor.
“-Ahmet! Sen nereden geldin, nasıl geldin? Savaşta değil miydin?”
“-Öyleydi abla! Seni ziyarete geldim. Geldiğimi hiç kimseye söyleme. Eğer kimseye demezsen yine gelirim, görüşürüz abla! Biliyor musun, ben Kur’an da okuyorum.”
“-Nasıl? Sen elifi bile bilmezdin, Kur’an’ı nasıl öğrendin?”
“-Hepsini öğrendim. Bana hemen öğrettiler. Şimdi yemyeşil çiçekli, asmalı, köşklü bir bahçem, evim var.”
Safiye şaşmış bu işe. Kardeşi bir başka güzelleşmişti. Hayal mi düş mü anlayabilmiş değil.
“-Canım ablacığım! Böyle her zaman dolaşırım. Ha! Merak etme. Üç-dört güne varmaz eniştem gelecek.” demiş, kapıdan çıkıp gitmiş. Ahmet’in eşinin yanından geldiğini sanıyormuş. Gidip durumu köyün mollasına danışmış, “Bu sabah geldi konuştuk.” deyince hoca:
“-Ahh! Safiye abla! Keşke demeseydin. Her zaman gelir görüşürdünüz, bir daha gelmez. O şehit olmuş.” demiş.
Üç-dört gün sonra Emrullah pijamalar üstünde olduğu halde evine, ocağına, Safiye’sine kavuşuvermiş. Sarılmışlar birbirlerine, çok derinden “Oh!” çekmişler, “Elhamdülillah!” demişler. Emrullah hikâye etmiş olan biteni, Ahmet’in şehâdetini.
Aradan uzun yıllar geçmiş, göçler katar katar olmuş, düşmüşler yollara ve nihayet suyu geçip Düzce’ye yerleşmişler. Şimdi bu ibretli kıssaları nesillere aktarma vazifesi torun Ahmet Aydın’a düşmüş. Emrullah Efendi yüze yaklaşırken dokuzyüzaltmışiki’de ebedîlik şerbetini içen Ahmet’e kavuşmuş, dâr-ı bekâya intikal etmiş. Ne büyük bir müjde:
“Şehitler ölmez!”