1984-1989 TÜRK SOYKIRIM MİMARLARININ AKIBETİ
(Geçen sayıdan devam)
SEMRA KANAT
“Bir yolcunun yolda ilerleyebilmesi için ufku görmesi yeterli değildir.
Ufkun ötesini de görmesi gerekir.”
Mustafa Kemal Atatürk
Günümüz Bulgaristan Türkleri, hâlen Balkanlar’da yaşayan canlı parçamızdır. Ancak 1878 evvelinde “Bulgaristan” adında bir ülke mevcut olmadığından, “Bulgaristan Türkleri” tabiri de yoktu. Bu sebeple oradaki soydaşlarımız, Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarını ifade eden coğrafî adıyla; yani, “Rumeli Türkleri” olarak anılırdı.
Ekseriyetle bölgenin Osmanlı hâkimiyeti neticesinde Balkanlar’a iskân edilen, tamamı Hanefî (1) Müslüman olan bu Avrupa Türkleri, Anadolu Türkmen ve Yörüklerin çocukları olduklarından, Bulgaristan’daki Türk varlığı hiçbir zaman sadece Bulgaristan’ın bir iç meselesi olmamıştır, değildir, olmayacaktır da. Ne ki, o ülkenin ahde vefasızlığı yüzünden, ana vatanımızdan koparıldıkları günden bu yana, Bulgaristan’daki öz be öz Türk soylular sayısız roman ve filmlere konu olabilecek çeşitli badireler göğüslemek zorunda kalırlar. Bunların doruğa ulaştığı dönem, soydaşlarımızın örs ile çekiç arasında ezildiği, “kızıl faşizm” diye addedilen 1984-1989 arası felâketli yıllardır.
Başımıza gelecekleri âdeta sezen Hüseyin Cahit Yalçın (2), bu yöndeki haklı endişelerini çok önceden, 27-29 Aralık 1944’te Sofya’da gerçekleşen Bulgaristan Türkleri Kongresinde (3) dile getirir: “Bulgaristan’daki Türk haklarının kâğıt üzerinde yahut sadece sözde kalmayarak fiile çıkarılacağına ne ile emin olacağız? Mazi, istikbal hakkında emniyet değil, ancak şüphe telkin ediyor.”
O ana değin de, zaten 1934’ten sonra iktidara gelip Nazi Almanya’sıyla faşist İtalya’sının etkisi altında kalan tüm Bulgar hükûmetleri ülkedeki azınlıklara ve bilhassa Türk ve Müslümanlara potansiyel suçlu gözüyle bakmaktadır; fakat 80’li yıllarda, fikriyat (ideoloji) farklılığına rağmen, “Askerî Lig” (4) ile paralellik güden Bulgar Devlet Başkanı Jivkov’un “şovenist” ya da “faşist” komünizmi, Türklere uygulanan baskıları bu kez maskesiz olarak resmiyete döker.
“Ah, komünizm!… Cihan medeniyetinin en büyük düşmanı. Yüz binlerce, milyonlarca Türkün başbelâsı. Öyle bir korkunç afet ki, milyonlarca Türkün canını aldı. Nice canlara kıydı. Nice haneleri söndürdü.” der, tek suçu münevver bir Türk öğretmeni olup tutuklanan ve ömrünün en verimli 15 yılını kızıl zindanlarda çürüyerek geçiren ünlü Bulgaristan kökenli aydınlarımızdan Osman Kılıç (5).
Demirperde
Özgür dünyanın “Demirperde” diye adlandırdığı o kapalı rejimin Türklere yaşattığı vahşet ve eritme kampanyasının başlangıcının 30. yıl dönümü dolayısıyla Rodoplar bölgesindeki Barutin köyünde düzenlenen toplantıda, yapılan haksızlıklardan dolayı özür dileyen Bulgaristan Cumhurbaşkanı Yardımcısı emekli General Angel Marinov, “Ülkemde böyle bir zulüm işlendiği için utanç duyuyorum. Asimilasyon kampanyasına şahsen aktif olarak katılmadım. Ancak o dönemde kadrolu bir subaydım. Türk ve Müslümanlara karşı işlenen adaletsizlikten sorumlu olan sadece yönetimdekiler veya zulümleri şahsen uygulayan kişiler değildir. Olaylara sessiz ve ilgisiz kaldığımız için biz de suçluyuz.” diye itiraf eder (6).
Peki, bu suç ortamını kotarıp, Sovyet koruma şemsiyesi altındaki Bulgaristan’ı korku bataklığına çeviren asıl mücrimler kimlerdi?
Bu sekiz “dünya harikası”, Todor Jivkov, Milko Balev, Petır Mladenov, Georgi Atanasov, Dobri Curov, Penço Kubadinski, Stanko Todorov ve Andrey Lukanov’dan ibaretti.
Bulgaristan Türklerine karşı girişilen cihanda eşi benzeri görülmeyen “soya/köke dönüş” (!) yahut “yeniden doğuş” (?!) türünden mesnetsiz, rezil eritme kampanyasının bu sekiz rejisörün akıbetine sırayla değinmeden önce, bir rejim karşıtı Bulgar mağdurunun sözleriyle Bulgar modeli “reel sosyalizm”i tarif etmek gerekir. Bu, “Mezar sessizliği,/Güneş ısıtması,/Ay aydınlatması”dır.
Bulgaristan Türkleri, mahut sekiz despotun yarattığı işte bu “şahane” Bulgar usulü tiran sosyalizminin “mezar sessizliği”ne boğularak perişan edildi (silâh zoruyla -sözüm ona “gönüllü” dilekçelerle- isimleri değiştirilen Türklerin, “Yeni adın ne?” tarzındaki onur kırıcı suallerine cevaben, Bulgarları aynı şekilde terslememeleri tevekkelli değildi: “Zordan Toptan Korkudanov”!)…
Eziyet etme sevdasının (sadizmin) başlıca müsebbibi, üstün olana karşı hissedilen aşağılık duygusudur. Bulgar, Rum ve Yunanın ruhuna sinen Türkün üstünlüğünü inkâr çabası, Osmanlı yadigârı beş asırlık kuyruk acısından ileri gelir (7).
Lâkin, “alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste”!…
Bir Bulgar “mucizesi”: Todor Jivkov
“Türk kasabı” Todor Hristov Jivkov (1911-1998).
1984-1989 Türk soykırım mimarlarının akıbetini ilkin, 15 Eylül 2004 tarihli “Böyle Komşu, Düşman Başına!” başlıklı araştırmamda mizahî bir yaklaşımla kaleme almıştım (8). İşbu yazı temelinde onun genişletilmiş, daha ciddî bir biçimlemesidir. Yine de, dünya devlet başkanları arasında cehalet birinciliğini kaptırmayan; bundan dolayı hakkında yüzlerce fıkra üretilen Jivkov “hanedanı”nın başı sayılan “zat-ı muhterem”in Allah vergisi yönetim, hitabet, Bulgarca dil bilgisi vb. “yeteneklerini” anımsadığımda, espri anlayışıma engel olamadım.
Bulgaristan’daki Türklere eza çektirme konusundaki sınırsız hayal gücüyle kuşkusuz Holivud (Hollywood)’un en şöhretli yönetmenlerini bile sollayan, gizlice “Çar Todor” diye adlandırılan Politbüro üyesi Jivkov -sonradan kente dönüştürülen Sofya’ya bağlı Pravets köyünde dünyaya gelmiş (7 Eylül 1911) olmasından dolayı- hakkında en meşhur fıkralardan biri, Bulgaristan’da tel kıtlığı baş gösterdiği 80’li yıllarda yayılmıştı. Buna göre, kıtlığın sebebi, “oradan başka öküzlerin çıkmasını önlemek amacıyla Pravets’in çepeçevre dikenli tel örgüsüyle çevrelenmesi” idi.
Nitekim, saygıdeğer devlet büyüklerimizden Dr. Agâh Oktay Güner de Başkanı olduğu Türkiye Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Vakfındaki bir sohbetimiz esnasında, Jivkov’un bu hayvanî zaafına değinmişti.
Derin zekâ, bilgi ve kültür birikimi; engin devlet tecrübesi; insan, vatan ve Türklük sevgisiyle çarpan yüreğiyle olduğu kadar nüktedanlığı ve babacanlığıyla da hayranlık uyandıran değerli Agâh Bey’in “Kırılan Türklük” (9) başlıklı yazısında da belirttiği gibi:
“Bulgar Devlet Başkanı Jivkov’u, ticaret antlaşması imzalamak üzere tanımıştım. Kendisinin çok çalıştığı ve hiç dinlenmediği ifade edildiği zaman Jivkov’un aynen şöyle dediğini hatırlıyorum: ‘İnsan bir hayvandır. Hayvan dinlenmediğine göre, insan niye dinlensin?’…”
Ama unutmamalı ki, “… Türk milletinin millî tarihi, Bulgar’a ‘Ben hayvanım!’ dediğinde, dizgin vurmuş nice yiğit şahsiyetle doludur.”
Jivkov’un yaşlılığında kâğıda dökmeye değer gördüğü hatıratına bakacak olursak, kendisini hayvanlara bu denli yakın görmesinin sebebi, “domuz dışkıları içerisinde geçen çocukluğu” olsa gerek.
Yüksek dozlu bir komedi sayılan bu “domuz devresi”nde yetişen küçük domuzcu, kısa sürede hayat akışını tümüyle değiştirecek olan en çarpıcı olayla karşılaşır: Meslek Okulu mezuniyetini takiben, kendisi (tam da Sovyet Kızıl Ordusu’nun Bulgaristan işgalinin arifesinde!), çalışacaklarına çapulculukla iştigal eden partizanlarca kaçırılıp, cebren iki haftalık bir partizanlık macerasına sürüklenir. Bu sayede parti genel sekreterliği, akabinde de devlet başkanlığı koltuğuna oturur; neticede Kremlin’in daimî misafiri ve sadık dinleyicisi olduğu için de -kralları aşarak!- 35 yıl kesintisiz iktidarda kalabilme rekorunu kırar. Oysa yakın çevresinin iddialarına göre, lise diploması sahte olan bu seviyesiz adam, orta tahsilli diplomasını bile zor zahmet alabilmiştir!
Jivkov’u yakından tanıyanların iddialara göre, orta öğrenim diplomasını Yıl: 2004. Yer: 93 Harbi evvelinde nüfusu %70’i
bile zor zahmet alabilen Jivkov, bir anda karşımıza “lise” mezunu olup Türklerden oluşan Sofya. Bina girişindeki
çıkıverir! http://bglog.net/Obrazovanie/6206 adresinde yer alan 12.7.1942 levhanın Türkçesi: “Bulgaristan Cumhuriyeti.
tarihli “diploma” vesikalığında saçları dökülmeye başlayan yeni “lise” (!) Başkan”. Nöbetçi askerlerin giysileri: Rumeli’yi
mezunu Jivkov, o tarihte 31 yaşındadır. Hâl böyleyken, kendisi Bulgar kana bulayan çetecilerinkinin tıpkısı. Kaderin
Bilimler Akademisince (BAN Ansiklopedisi, Sofya 1964) çarçabuk cilvesi: Meydandaki kaldırım taşları bile hâlâ
“özel öğrenci” statüsünde sahte bir belge ile “mezun” ediliverir. Türklerden kalma!…
Ama diplomalar (hele sahte olanları, hiç!) bir kimseyi adam etmeye yetmediğinden, Şop (10), bazılarına göre ise Kopanar (11) asıllı Jivkov, Bulgarcayı doğru dürüst konuşamıyor; söylev yazmak bir yana, danışmanlarınca hazırlanıp bayramdan bayrama sunulan “Ulusa Sesleniş”leri dahi okuyamıyordu. Bu suretle, ülkedeki onca üniversite mezununun mevcudiyetine rağmen, Bulgar halkı senelerdir ilkel domuzcunun uyduruk “sosyalizm ve komünizmi inşa” nutuklarını küfrederek dinlemek zorunda bırakıldı.
Salt BKP (Bulgar Komünist Partisi)’nin katıldığı için (toprağı bol olsun!) bir Bulgar komşumuzun “tek at ile yarış” diye nitelediği seçimlerde, halkın “Toşo” diye hicvettiği parodi devlet başkanı, hep o çok merak ettiğim 99,99 oy yüzdesi ile “seçilirdi”. (Not: Yaşım gereği ben bu seçimlerin yalnızca sonuncusuna katılmış, tepkimi de sandığa boş pusula atarak göstermiştim. S.K.)
Ancak Jivkov’un sonu, alıştığı yüksek yüzdeler kadar “muhteşem” olamadı. Kendisi önce 1989’daki son büyük Türk “göç”ünün vesile olduğu “insancıl” sosyalist rejiminin yıkılışından sonra BKP üyeliğinden çıkarıldı (13 Aralık 1989). Ardından, belgelere dayalı başka kişilerle de ortaklaşarak, Anayasanın 162. (Millî ve ırk eşitliği) maddesi uyarınca 1984-1989 yılları arasında “millî düşmanlık ve kini körüklediği” gerekçesiyle, emekli Korgeneral Dimitır İvanov Stoyanov (Jivkov’un talimatlarına dayanarak isim değişikliği emrini veren zamanın İçişleri Bakanı) ile birlikte Askerî Savcılık (Bulgar askerî mahkemesi) ve Anayasa Mahkemesince dava edildi (30 Ocak 1991). Nihayetinde, yasalara aykırı davrandığı gerekçesiyle, “etnik gruplar arasında düşmanlık yaratma, görevini kötüye kullanma ve devlet kaynaklarını zimmetine geçirme” suçlarından tutuklanarak ev hapsine kondu. 1994’te ise belirtilen suçlardan yargılanıp, 7 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Fakat her zamanki şansı gene yaver gitti: Temyiz başvurusunu dikkate alan Yüksek Mahkemenin Şubat 1996 tarihli kararında Jivkov’un yalnızca yetkilerini kötüye kullanma suçundan yargılanmasına ve torununun evinde göz hapsinde tutulmasına karar verildi (12).
Jivkov’un tutuklu olarak yargılanmasına başlandığı sırada, “liyakatlerini” Dergimizin bir sonraki sayısında ele alacağımız ayaktaşları Atanasov, Mladenov ve Kubadinski de, Ceza Kanununun 162., 20. ve 26. (fıkra 2: Görevi suiistimal) maddeleri uyarınca, “ağır sonuçlara neden oldukları” gerekçesiyle davaya dahil edildi (31.1.1991-30.6.1992). İsim değişikliği nedeniyle Belene cehenneminde (13) olduğu gibi tüm Bulgar hapishanelerinde yatmış olan Türkler -davacı olmaları istemiyle- araştırılmaya başlandı. Salt Belene’de yatmış olan 446 Türkün gerçek isim ve ikametgâh adresi, şehit edilenlerinse yasal vârisleri tespit edildi. Hukukî yardım amacıyla Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bilirkişi heyeti oluşturulup, Türkiye’de yaşamakta olan mağdurların bulunması ricasıyla mektup yazıldı ve 3 Temmuz 2003’e değin bunlardan 26’sının ifadesi alındı. Heyhat, Sofya Askerî Bölge Savcılığında görülen 48 ciltlik 1998 tarihli 780-II numaralı dava, davalılardan ikisinin (Jivkov ile Stoyanov) ölümü nedeniyle kapandı. Tespit edilen 134 Türk asıllı mağdurun 126’sı Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bulunup ikamet yeri tespit “edilemediği” (!) için tazminat davası açmaları konusunda uyarılamadı.
İşin doğrusu, Türklerin maruz kaldığı Bulgarlaştırma kampanyasını düzenleyenler hiçbir zaman ciddiyetle muhakeme edilmedi, mahkûm da olmadı. Sadece dönemin Cumhurbaşkanı Petır Stoyanov 1997 tarihli Ankara ziyareti sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmasında, Bulgaristan Türklerine yapılanlardan dolayı üzüntüsünü ifade etmekle yetindi (14).
“Hanedan”
Bulgaristan’ın mukadderatıyla oynayan Jivkov’un ülkeye yaptıkları kendisiyle sınırlı kalmadı: Kızı, damadı, oğlu, torunları… Bulgaristan onların aile çiftlikleriydi!
Devlet yönetiminin ilk 10’unda yer alan “hanedan”ın iki numarası Lüdmila Jivkova (1942-1981), hekim olan zavallı annesi Mara Maleeva’nın, Todor gibi biriyle evlenmek zorunda kaldığı için genç yaşta kahrından öldüğü kesin (her şakada gerçek bir pay vardır).
Kelimenin tam anlamıyla iki “zıt kutba” ait garip Maleeva-Jivkov çiftinin, annesine çeken, babasının medar-ı iftiharı olup tahtına oturması beklenen ilk vârisi Lüdmila, sahip olduğu sınırsız imkânlardan dolayı halk arasında “prenses” diye anılır; hatta “printseska/prenses” adlı kıymalı sandviçlere şaka yollu “Lüdmilka/Lüdmila’cık” denirdi.
Ne ki, Lüdmila, beklenen çariçe tahtına oturmadan, 21 Temmuz 1981’de, 39 yaşını doldurmadan beş gün önce, güya bir ur yüzünden geçirdiği beyin kanamasından; fakat ne hikmetse tıpkı daha önce “SSCB ile olan dostluğumuz, bize, her canlı varlığa gerekli olan güneş ve hava kadar gereklidir!” safsatasından cayıp, Kremlin dönüşünde esrarengiz bir şekilde hayatını yitiren Makedon asıllı eski Devlet Başkanı ve azılı Türk düşmanı Georgi Dimitrov (1882-1949) gibi anîden öldü.
Bu, artık Sovyet aboneliğini iptal etme sırası geldiğine inanan tüm başına buyrukların hazin sonu olduğu için 70’lik babası (Jivkov) hiç şaşırmadı, sarsılmadı ve yıkılmadı. Aksine, sıkı takipçisi olduğu Dimitrov (her zararlı alışkanlığın bedeli önenir) örneğinden ders almadan, Kremlin’e bağlılığını sürdürdü. Lâkin 1989 olayları patlak verdiğinde, yukarıda görüldüğü üzere, 40 yılı aşkın körü körüne bağlılığı, hiçbir işe yaramadı: Gorbaçov “abisi”, zamanın Dışişleri Bakanı Mladenov vasıtasıyla derhâl istifasını istedi. Oysa silikleşmiş, kişiliksiz zorba Jivkov mazide (1963 ve 1973) Sovyet yönetimine Bulgaristan’ın SSCB’ye bağlanmasını teklif edecek kadar ileri gitmişti (hoş, her ne kadar 93 Harbinden beri Rusya’nın uydusu konumundaki Bulgaristan fiilen zaten SSCB’nin tartışmasız on altıncı cumhuriyeti idi ise de, uluslar arası topluluktan gelebilecek tepkileri göz önünde bulunduran Rusya, pişip ağzına düşen bu cazip armut önerisini -eminim, salyaları akarak- reddetmek zorunda kalmıştı!).
27 Şubat 1933’te Alman Meclisi Reichstag’ı kundaklamakla suçlanıp Jivkov’un kızı Lüdmila Jivkova (1942-1981).
tutuklanan ve yargılandıktan sonra aklanıp -Bulgar hükûmeti kendisini Onun, Hindistan’ın kadın Başbakanı İndira
ülkeye sokmadığından- Sovyet pasaportuyla ödüllendirilen Makedon Ganhdi ile sıkı ahbaplığı sayesinde Hindistan’da
asıllı Türk düşmanı Georgi Dimitrov (1882-1949). Yaşamı, Türkleri bir manastır satın aldığını yeni yeni öğrenen
Bulgaristan’dan kovma, kovamadıklarını da eritme politikası üzerine Bulgar halkı hâlâ bu haberin şokunun etkisinde.
kurulu olan bu zatın Moskova yakınlarındaki Barviha’da meydana
gelen ölümü, yine kurtarıcı hamîsi tarafından tayin edildi.
BKP yöneticilerinin sağlık sorunları tabu olduğundan, Lüdmila’nın ölümünü, ailece zamanın Çekoslovakya’sından dönüş yolundaki trende duyduğumuzda, kulaklarımıza inanamamıştık!
Resmî açıklamalara göre, Lüdmila, devlet başkanının Borovets’teki en önemli konutlarından biri olan (yazar Petır Hristozov’a göre, 12 yıl sonra Devlet Başkanı Jelyo Jelev’in büyük kızının canına kıydığı) Boyana villâsında yaptığı tatil sırasında “vefat” etmişti (bu esrarengiz “vefat”, bilâhare papa olayına karışıp DS elemanlarınca gizlice zehirlenen ve Türkiye’ye iade edildikten on gün sonra hapiste Hakk’ın rahmetine kavuşan Bekir Çelenk’in apansız “vefat”ını nasıl da çağrıştıracaktı!).
Hâlbuki “büyük ağabey” Rusya’nın nazarında Lüdmila’nın “günahı”, Bulgarların Slav kökeninden ziyade, Trakya ve eski Türk kültürüyle yoğurdukları yönünde desteklediği yoğun araştırmalardı.
Belki Sovyet tehdidi, belki de Bulgaristan’ın en ünlü kâhinlerinden Vanga nine ile olan yakın ilişkileri dolayısıyla yakın sonu kendisine malûm olmuş olacak ki, Lüdmila sıkça, “Beni bir ateş gibi düşünün!” diye tekrarlar; her fırsatta “Bulgar ekininin merkezinin Sofya olmayıp, Pliska (15) olduğunu” vurgulardı.
Ölümünden sonra “kör ölünce badem gözlü olur” misali, BKP tarafından başarıları abartıldıkça abartıldı; ancak girişimlerini sahiplenen çıkmadığı için yarım kalan çalışmaları nisyana uğra(tıl)dı.
Lüdmila iki çocuk sahibiydi. İlk kocası Lübomir Stoyçev’den olan kızı Evgeniya Jivkova, annesinin soyadını yeğledi. Nam-ı diğer “vurguncu Jeni”, günümüz Bulgaristan’ın tanınmış modacılarından biri olup, en ünlü defilesinde, kızıl dedesine yaraşan bir torun olarak, gelini kırmızıya bürümesiyle dikkatleri çekti; ardından da Bulgar Sosyalist Partisi’nin kurduğu “Bulgaristan için Koalisyon”da milletvekili seçildi. Böylelikle, Jivkov “hanedan”ı, Bulgaristan’ın geçmişini mahvettiği yetmezmişçesine, ülkenin geleceğini de ipotek altına almaya soyundu.
Lüdmila’nın ikinci kocası gazeteci İvan Slavkov’dan olan oğlu Todor Slavkov’un yegâne “payesi”, Bulgaristan’a uğursuz gelen bir ailenin 3. kuşak “şaheseri” olmasıydı. Kendisine verilen isimle beraber, dedesinin “zekâ”sını miras aldığı söylenebilir. “Tescilli” bir ırz düşmanı olması da cabası!
Hosteslik yapan 25 yaşındaki ilk eşi Svetla Marinova’yı Bulgar Hava Yolları Balkan’ın Bratislava uçuşu sırasında geçirdiği uçak kazasında kaybeden babası (Todor Slavkov’un) İvan ise, Lüdmila ile yaptığı ikinci evliliği sayesinde yıllarca BT (Bulgar Televizyonu) genel müdürlüğünü ve ailenin tükenmeyen banka hesaplarını -gerçek ve mecazî anlamda- yürüttü. Yedi, içti, sigaralarını dolarlarla yaktı ve tıpkı kayınçosu Vladimir Jivkov gibi gününü gün etti. Karısının sağlığında fiilen spordan sorumlu devlet bakanı pozisyonunu işgal ettiyse de, damat sıfatı haricinde bir özelliğe sahip olmadığından, tahtın veliahtsız kalmasının hemen akabinde genel müdürlük koltuğu devrildi.
Şüphesiz zamanında kendisi bu “irtifa kaybı”na çok içerlediğiyse de, böylece “hanedan”ın hortum suçlamalarından (1990) erkenden sıyrılabildi. Lâkin bu kez, kendi dalaverelerinden dolayı başı belâya girdi: Silâh kaçakçılığından yargılandı, pasaportu elinden alındı, yurt dışına çıkma yasağı kondu; yine de olağanüstü imkân ve kâr sağlayan siyasetten uzak kalamadı. Uzun sözün kısası, milletçe yakından tanıma şansızlığına sahip olduğumuz ve 2001’de sahtekârlık-dolandırıcılık- yolsuzluktan yargılanan eski İtalyan Başbakanı Silvio Berusconi (Forza İtalia) benzeri, “İleri Bulgaristan” isminde bir parti kurdu ise de, %4’lük barajı aşıp parlamentoya girmeyi başaramadı.
2003’te Bulgaristan’ın gerçek tarihinin yeniden irdelenmesi gerektiğini vurgulayan Prof. Nikola Georgiev (16), Slavkov’un “hanedan”a giriş şemasını tek cümleyle betimledi: “Baba devleti, kız kültürü, damat sporu yönetir.”
Todor Jivkov’un oğlu, Lüdmila Jivkova’nın kardeşi, İvan Slavkov’un kayınbiraderi, Evgeniya Jivkova’nın dayısı olup “hanedan” zincirinin bir sonraki halkasını teşkil eden “baba vasatlığı”ndaki 2. kuşak “prens”i Vladimir Jivkov ise, veliahtlık kapasitesine ulaşamayan, hesapsız miktarda halk parası tüketen, dur durak bilmeyen şımarık ve hovarda bir serseriydi. O derecede ki, 1987’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nin Sofya’daki elçilik binasının ablukaya alınmasına vesile oldu. Meğer Amerikan yetkilileri, elçiliğin tanıtım vitrinine “prens”in ünlü pop-şarkıcısı Rositsa Kirilova ile Havailer’de çekilen tatil resimlerini sergilemişlerdi ve doğal olarak, “emperyalistlerin bu kınanası hareketi, muhterem Bulgar halkından gizlemeli” idi!…
Hulâsa, devlete ait yasa dışı konut (apartman) satışı vurgunlarından dolayı dava edilen kayınpeder Todor Jivkov, silâh kaçakçılığından yargılanan damat İvan Slavkov, grup tecavüzü yüzünden mahkemeyi boylayan erkek torun Todor Slavkov, adı “iç çamaşırı vurgunculuğu”na karışan kız torun Jeni Jivkova ve Don Juan (Giovanni)’ı kıskandırabilecek mahiyette oğul Vladimir Jivkov!…
İşte bu meşum aileden kurtulabilmek için kocasından boşanıp, çareyi ta Amerika’lara kaçmakta bulan gelin Marusya Mirçevska’yı takdirle karşılamalı! Kendisi birkaç yıldır Vladimir’den olma oğluyla birlikte Los Angeles’te ikamet edip, senaryo yazarlığı ve sinema yapımcılığıyla uğraşmakta.
Dedesinin ismini (Todor) taşıyan bu oğlanın -tıpkı Evgeniya Jivkova’nın Andrey Stefanov’dan olma kızları Lüdmila ile Andrea gibi- yaşından dolayı henüz adliyede bir sabıka kaydı olmasa gerek.
“Biri yer, biri bakar; kıyamet ondan kopar.” Yarım asrı aşkın tepesine çöküp çöreklenen bu “yılan yuvası”ndan bir türlü kurtulmayı başaramayan Bulgar halkına ise fıkralarla avunmak kalır.
Günün birinde Vladko babasının huzuruna çıkar: “Baba, beni Okyanuslar Bakanı yap!”
Baba bu tuhaf isteği şaşkınlıkla karşılar: “Ama oğlum, Bulgaristan’da okyanus yok ki!”
Vladko itiraz eder: “Ama baba, ablamı Kültür Bakanı yapmıştın! Bulgaristan’da kültür mü var?!”
Geriye bakış
“Rumeli” deyince akla yalnızca hüzün gelir. Hele Osmanlı’dan sonra açık hava hapishanesi statüsüne bürünüp, ileride komünistlerin eline düşen o Bulgaristan”! Gün yok ki, Türkün acı gözyaşlarını yüreğine akıtmış olmasın!…
Çeken bilir. Oraları 25 yılda adım adım gezen gazeteci ve aynı zamanda Türklük gazisi Ahmet Şerif Şerefli (17)’nin de anlatımıyla:
“Todor Jivkov çok kurnaz ve azılı bir Türk düşmanıydı. Kelepçeleri elimize, ağzımıza değil; beynimize vurmak istedi. Ve bizi küçük düşürmekle başladı eritme savaşına. Sadece evimizi değil, millî varlığımızı yakıp yaslamayı koymuştu aklına…
Bizlere hep manevî yaralar açtı, ulusal varlığımızı yıkmak için çalıştı…
Daha 1946’da okulları devletleştirdi. Eğitimin şahdamarını kesti. Ekmek ve bıçak Komünist Partisi’nin elindeydi artık. Kamçı da…
Orta Çağ diktatörleri, Hitler kölelerini fiziksel olarak imha ediyordu. Katil Jivkov buna gitmedi. O bizleri zaten manen öldürmek istiyordu. Köleliğimiz gerekliydi Bulgara. Sabana öküz gibi koşarak tarlasını sürmek istedi. Eşekler gibi su dolaplarını döndürttü. Köpekler gibi kapıda mal varlığını bekletti, ‘Hav-Hav!’ diye ürdürttü. Bizler bu ülkenin kanalcısı, çöpçüsü, inşaatçısıydık.
Yükselttiği her fabrikada, mesken binasında bizim emeğimizin nurudur yanan. Bizi hem kamçıladı, hem bizlere türkü söyletti, hem de göbek attırdı. Hele son 45 senede Türk azınlığının kanını şarap, terini rakı niyetine içti. Ürettiklerimizle midesini doldurdu. Orduyu işe koşarak bir ay gibi bir zaman zarfında hepimize Bulgar adı verdi. Bu kadarını ancak bir katil yapabilir…
İnsana, dili, dini, vatanı için ölmekten daha yüce bir ölüm yoktur…
Bulgaristan’da Türk azınlığı olarak yaşamanın ne cehennem olduğunu gelin bana sorun. Göğsümü açın da görün veya şu kitabımı okuyun da anlayın…”
Ömrü boyunca efendisinin (SSCB) “dört ayaklı sadık dostu” gibi yaşayan kasap Jivkov, 1998’de, 87 yaşını doldurmasına bir ay kala, tıpkı efendisi gibi -halkı tarafından istenmeyen bir hilkat garibesi olarak- ruhunu Mevlâ’ya teslim etti. 7 Ağustos 1998 tarihli Cumhuriyet Gazetesi bu hayırlı olayı ilginç bir başlıkla duyurdu: “Asimilasyoncu Komünist Öldü”. Şükürler olsun ki, Bulgaristan Türklerinin acılarla örülü sözde “göç” süreciyle tamamlanan 1984-1989 soykırımı, yeni bir Balkan trajedisi (savaş) vuku bulmadan, bu haddini bilmezin ölümüyle sona erdi!
Geriye bakıldığında, onun o melun kızıl faşist yönetimini Hristo Hristov (18)’un şu deyişiyle özetlemek mümkün: “Bulgar adaletinin günümüze dek kapatma gücünü bulamadığı tarihimizin (en) korkunç sayfasıdır!”
Ne yazık ki, Bulgaristan Türklüğüne bu sayfanın en kara yerini yaşamak düştü!…
________
(1) İslâmlıkta “sünnet ehli” denilen dört mezhepten biri ve bu mezhepten olanlar. S.K.
(2) Mülkiyeli gazeteci, siyaset adamı, eleştirmen, çevirmen (1875-1957).
(3) Kongre ayrıntıları için bkz.: Bilâl N. Şimşir, “Bulgaristan Türkleri (1878-1985)”, Bilgi Yayınevi, 1986.
(4) Bkz.: Emekli Büyükelçi, Yazar Ömer E. Lütem, Tarihsel Süreç İçinde Bulgaristan Türklerinin Hakları”, “Balkan Türkleri/Balkanlar’daki Türk Varlığı”, derleyen: Erhan Türbedar, ASAM, Ankara 2003.
(5) Osman Kılıç, “Kader Kurbanı”, Kültür Bakanlığı, Ankara 1989.
Türk Dünyasını karartan komünizm belâsına ilişkin bkz.: Semra Kanat, “Serhat Boylarındaki Türklerin Bitmeyen Çilesi”, TDAV Tarih Dergisi, Haziran 2006 (http://www.geocities.com/kanatsemra3/y42); Semra Kanat, “Sahipsiz Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı”, TDAV Tarih Dergisi, Ağustos 2006 (http://www.geocities.com/kanatsemra3/y44); Semra Kanat, “Kanlı Ocak”, TDAV Tarih Dergisi, Nisan 2005 (http://www.geocities.com/kanatsemra2/y26). Ayrıca: Nabican Bakiev, “Enver Paşa’nın Vasiyeti”, Özbekçeden Türkiye Türkçesine aktaran: Çağatay Koçar, Doğu Kütüphanesi Yayınevi, İstanbul 2006.
(6) Anadolu Ajansı, 18 Mart 2002. “Geçmişten Günümüze Bulgaristan Türkleri”, Doç. Dr. Ömer Turan, “Balkan Türkleri/Balkanlar’daki Türk Varlığı”, derleyen: Erhan Türbedar, ASAM, Ankara 2003, s. 28.
(7) Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile, İngilizlerin “Çöl Kaplanı” diye adlandırdıkları Fahrettin Paşa (ki kendisi şimdiki Bulgaristan topraklarında doğup, 93 Harbi sonrasında ailesiyle İstanbul’a göç eden Türklerdendir)’nın Medine Müdafaasını ele alan Araştırmacı-Yazar İsmet Bozdağ’ın, Bulgar, Rum ve Yunanlıları yöneten aşağılık duygularını ve her fırsatta bunun doğru olmadığını kendilerine ispatlamak için hamamda şakımaları hk. bkz.: İsmet Bozdağ, “Osmanlı’nın Son Kahramanları”, Emre Yayınları, İstanbul 2006.
Yeniçağ Gazetesi köşe yazarlarından Hasan Demir de, 6 Ekim 2007 tarihli “Herkesin Türk’le Bir Meselesi Var” konulu yazısında, şu gerçeklere değinir: “Herkesin Türk’le bir meselesi var. Türk olduğu için var. Müslüman olduğu için var. Attilla’dan Osmanlı’ya, kuyruk acısı olduğu için var. Millî Mücadele ile emperyalizmi denize döktüğü yani bir milletin en zor şartlarda bile, isterse, sömürgeci bileği bükebileceği ve emperyalist kafayı ezebileceğini ispat ettiği için var. Eşyanın tabiatı gereği, yani, tarih bir kültürler ve milletler mücadelesi olduğu için, dolayısıyla her milletin Türk milleti ile bir rekabeti, bir meselesi olduğu için vardır.” (http://www.yenicaggazetesi.com.tr/a_haberdetay.php?hityaz=890).
(8) “Bulgaristan Türklerinin Son Soykırımının 15. Yıl Dönümü” anısına hazırlayıp, bu sekiz ahlâksızın sonunu nükteli bir dille kaleme aldığım derlemenin 17. Bölümü (http://www.geocities.com/kanatsemra2/y25.htm). S.K.
(9) Bkz.: Tercüman Gazetesi, “Pazar Sohbetleri”, 14 Haziran 1989. Dr. Agâh Oktay Güner’in söz konusu makalesi, ayrıca “İnsan ve Siyaset” (Türkiye Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı Yayınları, İstanbul 1991) adlı kitabında da yer almaktadır.
(10) Türk kökenli olup, günümüz Müslüman Kazan Volga (İdil) Bulgarları ile akraba olan Asparuh Bulgarlarının yaşamakta olduğu Kuzey-Doğu Bulgaristan’dan farklı, Batı ile Güney-Batı Bulgaristan kökenlilerden gelme daha cahil Makedon asıllı. Bkz.: Semra Kanat, “Bulgaristan’ın Kuruluş Yıl Dönümü ile Bulgar Millî Bayramı ve Türkler”, TDAV Tarih Dergisi, Kasım 2001 (http://www.geocities.com/kanatsemra/yazi/y2.htm).
(11) Hıristiyan Çingene (Bulg.).
(12) Bkz.: Ali Dayıoğlu, “Toplama Kampından Meclis’e/Bulgaristan’da Türk ve Müslüman Azınlığı”, İletişim Yayınları, 2005.
(13) Boris Pavlov (iletişim adresi: democracy@mbox.digsys.bg)’un, Lüben Kırciev’in Belene sürgününü anlattığı 21.8.2001 tarihli yazısında, “Belene, dünya üzerindeki cehennemdir. Bizlere kargalara ateş edercesine ateş ediyorlardı. Çünkü onlar için insan hayatının hiçbir önemi yoktu.” diye belirtir.
Belene adındaki “dipsiz kuyu”, oradan sağ kurtulan Bulgar Vasil Lilov Kazaski’ye göre, “yılan, çıyan dolu bataklık bir adaydı. Komünistler, muhaliflerini ve Türkleri oraya sürüp yok ediyorlardı. Açlık, çıplaklık ve dayaktan öldürdükleri insanların araba araba cesetlerini domuzlara yediriyorlardı. Buz kütleli sular Belene’yi basıp domuzlar sürüklenince insanlar domuzlara yem olmaktan kurtuldu. Fakat bu sefer öldürülen insanlar Tuna’ya atılmaya başlandı. ‘Dışarıdan ne kadar mahkûm gelirse, o kadar mahkûm öldürülecek’ emri gereği 110.000 kişi öldürüldü.” Bkz.: Vasil Lilov Kazaski, “Ölüm Kampı Belene”, çeviren: Osman Ertürk, Sisav Yayınları, İstanbul 1984.
(14) Bkz.: “Geçmişten Günümüze Bulgaristan Türkleri”, Doç. Dr. Ömer Turan, “Balkan Türkleri/Balkanlar’daki Türk Varlığı”, derleyen: Erhan Türbedar, ASAM, Ankara 2003, s. 27.
(15) Bulgar devletinin ilk başkenti Pliska’dır. Bkz.: Semra Kanat, “Geçmişin Peşinde”, TDAV Tarih Dergisi, Şubat 2007 (http://www.geocities.com/kanatsemra3/y50).
(16) Prof. Nikola Georgiev, “Nova Kniga Za Bılgarskiya Narod/Bulgar Halkı İçin Yeni Kitap”, Eİ “Liter Net”, Varna 2003. Kitabın Bulgarcası sanal ortamda da mevcut (http://liternet.bg/publish/ngeorgiev/nova/index.html).
(17) Ahmet Şerif Şerefli, “Türk Doğduk, Türk Öldük”, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990.
(18) Hristo Hristov, 1967 Etropole doğumlu ödüllü Bulgar gazetecisi, belgesel yazarı, şair. Uzmanlığını, İngiliz Gardian Gazetesi (2002) ile, Amerikan Uluslararası Gazeteciler Merkezi (International Center for Journalists, Washington, 2004)’nde alır. Eski komünist rejimine dair araştırmaları son derece ilgi çekici olup, aynı zamanda söz konusu dönemde özellikle Türklere karşı işlenen insanlık suçlarına ışık tutmaktadır.