|
|
|
|
|
|
|
|
Balkanlar’da
Müslüman Topluluklar
ve Türkiye
Avrupa’da 19. yüzyılın sonuna kadar, Balkan ülkelerinde ise daha uzun süre Rumeli Türklerinin Balkanlar’da yaşamamaları gerektiği ilkesi egemenliğini korumuştur. Kısacası bu dönemde bölgenin istenmeyen halkı durumunda olan Türkler, bölgeye yönelik araştırmaların çoğunda gizlenmiş ya da önemsiz gösterilmiştir. Balkanlar’da yaşayan diğer Akraba Topluluklar için de benzer şey söz konusu olmuştur. Her şeyden önce İslâm ve Müslüman topluluklar, Batılı Avrupa devletleri açısından yaklaşık 1960’lı yıllara kadar genel olarak “yabancı kavramlar” olarak kalmışlardır. Bu ülkelere yönelik göçler, Batılı ülkelerdeki Müslümanların sayısını artırınca, Batılılar her şeyden önce göç politikalarını gözden geçirmişlerdir. İlk başlarda Batılı ülkeler, kendilerine göç eden Müslümanların, bir şekilde seküler topluma uyum sağlayacaklarına ve bu yoldan eriyip gideceklerine inanmışlardır. Ne var ki 1970’in başlarına gelindiğinde, Batılı ülkeler, gittikçe siyasi anlamda aktif olan ve toplumun ayrı bir sınıfını teşkil eden Müslüman topluluklar ile karşı karşıya kalmaya başlamışlardır. Bu durum Batılılarda bir İslâm fobisinin gelişmesine yol açmıştır. Bu fobi, Amerika’daki 11 Eylül terör saldırısından sonra, daha da yükselişe geçmiştir.
Resmî rakamlara göre Balkanlar’da 8 milyondan fazla yerli Müslümanın yaşıyor olmasına rağmen, Avrupalılar genel olarak Tito Yugoslavya’sının dağılmasına kadar, bu Müslüman toplulukların varlığından farkında olmadıkları gibi gözükmüşlerdir. Önce Boşnakların, daha sonra Kosovalı Arnavutların kendi ulus devletlerini oluşturma yönünde örgütlenmeye başlaması, Batılıların zihinlerinde şu iki temel sorunun belirmesine yol açmıştır:
-
Balkan ülkelerindeki İslâm’ın doğası nedir? Köktendinci bir İslâm Balkanlar’da var mıdır?
2. Balkanlar’daki Müslümanlar köktendinci olmasa bile, etnik veya dini kimlikleri tanınmalımıdır? Bazı İslâm ülkelerindeki köktendinciler, Avrupa’ya sızmak üzere Balkanlar’da bulunan ve durumlarından memnun olmayan Müslümanları bir “Truva Atı” olarak kullanabilir miydi? Bu Truva Atı endişesi göz önüne alındığı zaman, 1992-1995 yılları arasında gerçekleşen Bosna Savaşı’nda, Boşnakların yaşadığı dramın karşısında Batılı ülkelerin neden uzun süre seyirci kaldıkları anlaşılmaktadır
Resmî verilere göre günümüzde Balkanlar’da 1 milyon 100 bin civarında Türk yaşamaktadır. Ancak bölgede yaşayan Türklerin liderlerinin ileri sürdüğü rakamlar dikkate alındığı zaman, Balkanlar’daki Türklerin sayısı yaklaşık iki milyonu bulmaktadır.[2] Türkler dışında Balkanlar’da, Türkler ile aynı tarihi, kültürü ve benzer kaderi paylaşan azımsanmayacak sayıda diğer Müslüman topluluklar da yaşamaktadır. Bölgedeki Müslümanlar ağırlıklı olarak Sunnîdir, bunun yanında Arnavutluk’ta Bektaşîler, Dobruca bölgesinde Kızılbaşlar da yaygındır.[3] Resmî rakamlara göre günümüzde Balkanlar’daki toplam Müslüman nüfusun sayısı yaklaşık 8 milyon 250 bin (bölgenin toplam nüfusunun % 12’si) civarındadır.[4]
Balkan ülkelerinde genel olarak nüfus sayımı sonuçlarının tümüne, yönetimin siyasî amaçlı hilesi gözüyle bakıldığı için, sunulan rakamlara tam anlamıyla hiçbir zaman güvenilmemiştir. Örneğin Yunanlı yetkililer ülkelerinde hiçbir etnik grubun veya azınlığın bulunmadığını ve Yunanistan nüfusunun saf Yunanlılardan oluştuğunu ileri sürmekle azınlıklarını inkâr etmektedirler.[5] Balkanlar’daki Müslüman nüfus hakkında kesin olarak söylenebilecek husus, Osmanlı’nın geri çekilmesiyle Balkanlar’daki Türklerin ve diğer Müslümanların Türkiye’ye doğru göçünün hızlandığı ve bu yüzden bölgedeki Müslümanların sayısının önemli ölçüde azaldığıdır. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin ardından zirveye ulaşan Rumeli’den Anadolu’ya doğru Müslümanların göçleri, Balkan Harbi’nin ardından da geri dönüşü olmayan bir şekilde devam etmiştir.[6] Kısacası Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilmesi, Hristiyan devletleri içinde kalan Müslüman azınlığını çok zor durumda bırakmıştır. Müslümanlara hep şüpheci bir gözle bakılmış, kendilerine yabancı muamelesi yapılmıştır.[7] Justin McCarthy bir çalışmasında, Balkanlar’da 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın başlarında 1 milyon 700 bin üzerinde Müslümanın öldürüldüğünü tahmin etmektedir.[8]
Tanzimat reformlarına kadar Osmanlı Devleti’nin sosyal tabanı etnik kimliğe ve dile göre değil, dinî mensubiyete göre belirlenmişti. Buna rağmen Osmanlı asimile etme politikaları izlememiştir. Sultanların Balkanlar’ın gayrimüslimlerini İslama dönüştürme veya Türk olmayanları Türkleştirme gibi bir politikaları yoktu.[9] Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren iki temel husus savaşta kullanılabilecek insan gücü ve bunlara ödenecek olan para olduğu için, fethettiği Hristiyan devletlerdeki yönetime, toplum yapısına ve ayinlere genellikle müdahale etmemiştir. Ayrıca sultan yetkilerini kullanırken sadece şeriatı değil, boyun eğdirdiği halkların örf ve âdetlerini de dikkate alıyordu.[10] Ne yazık ki Osmanlı’nın ardından Hristiyan devletlerin içerisinde azınlık konumunda kalan Müslümanlar benzer muameleyi görmemişlerdir. Müslümanlara karşı işlenen zülüm karşısında Batılı devletler genelde görmezlikten gelmişlerdir. 1877 yılında dönemin İngiltere başbakanının baş rakibi William Gladstone’nin “umarım bütün Türkler Balkanlar’dan temizlenir” şeklindeki açıklaması, Batı ülkelerinin söz konusu pasifliğini iyice açıklamaktadır.[11] Osmanlı’nın gerilemesi ve bölgede yeni ulus devletlerin kurulması, kaybedilmiş toprakların geri alınması olarak algılanmış ve Birinci Dünya Savaşı’na son veren Paris Konferansı’na kadar amaç Türkleri Avrupa’dan atmak olmuştur.[12]
Osmanlı sonrası dönemde yeni kurulan Hristiyan devletleri içerisinde Müslüman nüfus ikinci sınıf vatandaşı durumuna gelmiş, komünizm döneminde ise siyasî anlamda kendini pek fazla ifade edememiştir. Genel olarak Osmanlı’nın ardından yeni kurulan devletler içerisindeki Müslümanlar siyasî hayata katılmamışlardır.
Komünizmin çöküşünün ardından ise, 1990’ların başında, Arnavut ve Türkler hariç, daha önce sadece dinî topluluk muamelesini gören Müslümanların ayrı bir “siyasî unsur” olarak ortaya çıkmış olması, son döneme ait Balkan tarihinin en önemli olayları arasında yer almaktadır. Çok partili sisteme geçmekle, Balkanlar’daki Müslüman unsurlar etnik temele dayalı kendi siyasî partilerini kurma ve yaşadıkları ülkelerde önemli birer aktör hâline gelme fırsatını buldular. Kosovalı Arnavutların Kosova Demokratik Birliği (LDK) partisi, Boşnakların Demokratik Eylem Partisi (SDA), Makedonyalı Arnavutların Demokratik Refah Partisi (PPD) ve Bulgaristanlı Türklerin Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) buna örnek teşkil etmektedir. Komünizm sonrası düzenlenen ilk seçimlerde bu siyasî partiler temsilcisi oldukları kendi milletinden önemli ölçüde oy toplamayı başarmışlardır.[13]
Balkanlar’daki Müslümanlığın Ayrı Bir Etnik Kimlik Olarak Ortaya Çıkması
Osmanlı’nın Balkanlar’dan geri çekilmesinin ardından, bölgede kalan Müslümanların kimliği üzerinde yürütülen tartışmalar günümüze dek devam etmiştir. Türk olmayan kaynaklarda söz konusu Müslümanlar genel olarak Osmanlı döneminde zorla İslamlaştırılmış Slav kökenliler olarak tanıtılmaktadırlar. Türk kaynakları ise Balkanlar’daki Müslümanların kökenini Osmanlı’dan önce Balkanlar’a gelmiş olan Türk aslî boylarına dayandırmaya eğilimlidir. Örneğin birçok Türk kaynağında Pomakların kökeninin Kuman, Kıpçak veya Peçeneklere dayanmakta olduğu dile getirilmektedir.[14] Bazı kaynaklar Bulgarca’ya çok yakın olan Pomakça’nın % 30 Ukrayna Slavcası, % 25 Kuman-Kıpçakça, % 20 Oğuz Türkçesi, % 15 Nogayca ve % 10 Arapça kelimelerden ibaret olduğunu da ortaya koymaktadır.[15]
Türklerin Balkanlar ile asıl uzun süreli ve kalıcı ilişkileri Osmanlılar zamanında başlamış ise de, bu tür köken tartışması yürütülürken, söz konusu Türk boyları da dikkate alınmalıdır.
Günümüzün Balkanlar’ında sadece Arnavutluk ve Bosna-Hersek’te Müslüman nüfus çoğunluktadır. Bununla beraber gelecekteki statüsü belirsiz olan Kosova’nın nüfusunun yaklaşık % 90’ının Müslüman olduğunu söylemekte fayda vardır. Bölgenin diğer ülkelerinde yaşayan Müslümanlar ise genel olarak etnik azınlık değil, dinî azınlık muamelesini görmektedirler. Bunun sebebi, Hristiyan çoğunluğa sahip olan bölge devletlerinin, Müslüman azınlıklarını kendi dominant milletinin kökenlerine dayandırıyor olmalarında yatmaktadır. Örneğin Bulgaristan’daki Pomaklar Bulgar kökenli, genel olarak Torbeş olarak adlandırılan Makedonya’daki Türk ve Arnavut dışı Müslümanlar Makedon kökenli, Goralı olarak adlandırılan ve ağırlıklı olarak Gora bölgesinde yaşayan Müslümanlar Sırbistan’da Sırp kökenli olarak görülmektedirler.[16] Boşnaklara gelince kendileri Hırvatlara göre Hırvat kökenli, Sırplara göre ise Sırp kökenlidir. Sırp milliyetçileri sadece Boşnakları değil, Karadağlıları da komünist dönemin “uyduruk milleti” olarak görmektedirler.[17]
Slav kimliğini genel olarak inkâr eden Boşnakların gittikçe, Balkanlar’ın en eski yerlileri arasında yer alan İlirlerin bir kavminden geliştiklerini savunmakta oldukları görülmektedir.[18] 1969’da Tito Yugoslavyası Boşnakları “Müslümanlar” adı altında ayrı bir “kurucu millet” olarak tanımış[19] ve 1971’deki nüfus sayımlarında Boşnaklar kendilerini bu ad altında saydırma imkânına sahip olmuştur. Sırp ve Hırvatların Boşnak kimliği üzerindeki çekişmesine son vermek için komünist lider Tito’nun Boşnakları ayrı bir etnik grup olarak tanıma kararını aldığını savunanlar mevcuttur.[20] Boşnaklar kendilerini hep Sırplardan ve Hırvatlardan ayrı bir etnik grup olarak görmüşlerdir. Sayım sonuçları da Boşnakların bu tutumunu sergilemektedir.[21] Örneğin 1948 yılındaki Yugoslavya nüfus sayımlarında kendilerini “Sırp asıllı Müslümanlar”, “Hırvat asıllı Müslümanlar” ve “etnik kimlik seçmeyen Müslümanlar” başlıkları altında saydırabilme seçeneği ile karşı karşıya kalan Boşnaklar % 90 oranında bu üçüncü kimliği seçmişlerdir.[22] Bosna Savaşı yıllarında Boşnakların en önemli siyasî, dinî ve kültürel temsilcilerini bünyesinde toplayan “Boşnyaçki Sabor”, “Müslüman” adının “Boşnak” adı ile değiştirilmesini kararlaştırmıştır.
Komünizmin çöküşüyle 1990’lı yılların başında dinî azınlık muamelesini gören Balkanlar’daki Müslüman topluluklar, etnik kimliklerini ön plâna çıkarmak için daha uygun bir ortam buldular. Bu konuda değişik yaklaşımların izlendiği söylenebilir: Söz konusu Müslüman topluluklardan bir kısım, daha önce tanınmış mevcut bir kimliğe ait olduğunu deklare etti; nitekim Bulgaristan’daki Pomakların ve Makedonya’daki Torbeşlerin önemli bir kısmı kendini Türk olarak tanıtmaya devam etti. Bulgaristan’ın demokratik yönetime geçmesinin arından 1992’de düzenlenen ilk nüfus sayımlarında Gotse Delçev ve Yakorudo’daki Pomakların ana dillerini Türkçe ve kendilerini de Türk olarak deklare etmeleri, bazı Bulgar milliyetçileri tarafından tepkinin gelmesine sebep olmuştur.[23] Gerçi günümüzde Pomakların önemli bir kısmının kendini hâlâ sadece Müslüman olarak tanıttığı söylenebilir. Makedonya’daki Torbeşlerin bir kısmı da 1990’ların başlarında Türkçe eğitim görmeyi talep etmiş, ancak Makedon yetkililer buna karşı çıkmıştır.[24] Burada bir parantez açmak gerekirse, Yunanistan’daki Pomakların Türk kimliği ile neredeyse tamamen bütünleştiklerini belirtmek gerekir.[25]
Mevcut tanınmış bir kimliği benimsemeyen Müslümanların bir kısmı ise, kökeninin Osmanlı’dan önce Balkanlar’a gelmiş olan Türk veya Arap kavimlerine dayandığını ileri sürerek, diğer etnik gruplardan bağımsız bir kimlik olarak kendini tanıtma yoluna gitti. Bu yoldan çıkarak ben Pomakım, ben Torbeşim diyenler oldu. İlginç bir şekilde Makedonya ve Kosova’daki Müslüman çingenelerin bir kısmı kendini “Mısırlı” olarak tanıtmıştır.
Son olarak bölgedeki Müslümanların bir kısmının komünizmin yıkılmasından sonra da din kimliğini ön plânda tutmaya ve kendini sadece “Müslüman” olarak tanıtmaya devam ettiğini belirtmek gerekir. Örneğin Sırbistan ve Karadağ’ın içine doğru uzanan ve Bosna-Hersek sınırlarına varan Sancak bölgesindeki bazı Boşnakların, “Boşnak” adının sadece Bosna-Hersek sınırları içerisinde yaşayan Müslümanlara özgü olduğunu düşünerek kendilerini eskisi gibi “Müslüman” olarak tanıttıklarını görmek mümkündür. Burada İslâm hem millî kimlik, hem de dinî kimlik olarak algılanmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, benzer durum Bulgaristan’daki Pomakların bir kısmı için de geçerlidir.
Bazı kaynaklarda Pomaklar, Torbeşler ve Goralılar arasında hiçbir ayrımın yapmadığı görülmektedir.[26] Nitekim Makedonya’daki Torbeşler Pomaklar, Goralılar, Poturlar gibi isimlerle de anılmaktadır.[27] Kemal Karpat da Osmanlı Nüfusu ile ilgili çalışmasında Balkanlar’daki Müslüman nüfustan bahsederken sadece Türkleri, Arnavutları, “Bosnalıları” (Boşnakları) ve Pomakları anmaktadır.[28] Ancak Pomakların, Torbeşlerin ve Goralıların genel olarak kendilerini birbirlerinden farklı gördüklerini belirtmek gerekir. Örneğin bir arada yaşayan Torbeş ve Goralılar arasında bile bu durum gözlemlenebilir. 1991 yılında Yugoslavya’da düzenlenen en son nüfus sayımına göre toplam sayısı 45 bin civarında olan Goralılar[29] kendilerini Torbeşlerden farklı ve daha üstün görmektedirler. Goralılar geleneksel olarak genelde Torbeşler ile evlenmez.[30] Ağırlıklı olarak Makedonya’da yaşayan ve sayıları 30-40 bin civarında olduğu düşünülen Torbeşlerin ise Goralılardan farklı olduklarını söyleme eğilimleri yoktur. Bazı Goralılar kendini Boşnak olarak tanıtmaktadır.[31] Gora bölgesinin merkezi olan Dragaş köyünde imamlık yapan Yahya Mazinkar ise Goralıların Türk kökenli olduklarını savunmaktadır. İstisnai olarak kendini din açısından Müslüman, etnik kimlik açısından Sırp olarak tanıtanlara da rastlamak mümkündür.[32] Buna rağmen Sırpların Goralıları ülkedeki diğer Müslümanlar ile aynı kefeye koyduklarını belirtmek gerekir. Nitekim Kosova Savaşı sırasında Sırbistan içinde yaşayan bazı Arnavutlar dışında, birçok Goralı da Sırp aşırı milliyetçilerin saldırısına uğramıştır.[33]
Balkanlar’daki Müslümanlar arasında nasıl bir birlik vardır? 1990’lı yıllarda bölgede yaşanan savaşlar, Müslümanların dinî kimliklerinden çok, etnik kimliklerine önem verdiklerini göstermiştir. Örneğin Bosna Savaşı yıllarında yok denilebilecek kadar Müslüman Arnavut Boşnakların saflarında yer almıştır. Benzer şekilde 1999’da NATO müdahalesi ile sonuçlanan Kosova Savaşı’nda çok az sayıda Boşnak Arnavutların yardımına koşmuştur. Bu kadarla kalmayıp, Kosova Savaşı ardından yükselen Arnavut milliyetçiliği yüzünden, Sırplar dışında Arnavutça konuşamayan birçok Boşnak da Kosova’yı terk etmek durumunda kalmıştır. Kısacası İslamın bir “birliktelik duygusu” oluşturmasındaki görevi, Balkanlar’daki Müslüman topluluklar arasında yükselen milliyetçilikler yüzünden geri plânda kalmaktadır.
Türkiye’nin Balkan Politikasında Balkan Müslümanlarının Yeri
Türkiye Cumhuriyeti Balkanlar’daki Türkler ve diğer Müslüman akraba topluluklar arasında bir din birliğini kurmayı hiçbir zaman hedeflememiştir. Ancak Türkiye Balkanlar’daki Müslümanlarla olan tarihî ve kültürel bağlarını da hiçbir zaman unutmamıştır. Balkan kökenli Türk vatandaşlarının Balkanlar’daki aileleri olan temasları, söz konusu bağların ebediyen canlı kalmasını kılan önemli faktörlerden biridir.
Türkiye özellikle bazı Sırplar ve Yunanlılar tarafından İstanbul, Bulgaristan, Batı Trakya, Makedonya, Arnavutluk, Sancak bölgesi, Kosova ve Bosna-Hersek üzerinden uzanan yolda Müslümanlardan oluşan ve Avrupa’nın içine doğru ilerleyen radikal bir “yeşil kuşak” oluşturmaya çalışmakla zaman zaman asılsız bir şekilde suçlanmıştır. Yunanistan’ı endişelendiren olgulardan biri, Türkiye’nin bölgedeki Müslümanlar sayesinde kendisini kuşatabileceğidir. Ayrıca Yunanistan’da, Türkiye’nin Balkanlar’daki Türk azınlığını bir dış politika aracı olarak kullandığı şeklindeki bir görüşün yaygın olduğu söylenebilir.[34]
Bosna Savaşı sırasında Bosnalı Sırplar Batıya “radikal İslama” karşı savaştıklarını vurgulayarak, Avrupa medeniyetini “İslâm tehdidinden” korudukları şeklindeki mesajı iletmeye çalışıyorlardı.[35] Bu çerçevede Türkiye’ye karşı da şüpheyle yaklaşılıyordu. Sırbistan’da yayınlanmakta olan Politika gazetesi 1995’te Türkiye’yi, nüfusunun çoğunluğunu Boşnakların oluşturduğu Sancak bölgesinde bağımsız bir “Sancakistan” kurmaya çalışmakla suçladı.[36] Oysa Türkiye hiçbir eski Yugoslavya cumhuriyetini kopmaya teşvik etmemiştir; ancak Yugoslavya’nın dağılmasının artık kaçınılmaz olduğunu gördüğü zaman, yeni ortaya çıkan devletleri tanımayı kararlaştırmıştır.[37] Türkiye’nin akraba topluluklar ile olan tarihî, kültürel ve dinî bağları bir gerçektir. Türkiye Balkanlar’dan gelen mültecilere sürekli kapılarını açık tutmuş ve günümüzde içinde güçlü bir Arnavut ve Boşnak lobisi oluşmuş durumundadır. Ancak bu, Türkiye’nin Balkanlar’da bir “İslâmi Kuşak” kurmaya çalıştığı anlamına gelmez. Tam tersine, Ankara Balkanlar’da etnik-dinî temelli bir politika gütmemeye özen göstermektedir.[38] Türkiye’nin neo-Osmancı emelleri yoktur.
Türk dış politikasının değişmeyen özelliklerinden biri Batıya yönelik olmasıdır. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesine dayalı barışçı bir dış politika izlemekte olan Türkiye, uluslar arası barış ve güvenlik çabalarının hemen hemen tümüne katılmış ve savaşçı ve yayılmacı olmadığını ispatlamıştır.
Türkiye kurulduğu tarihten bu yana her zaman çok sayıda güçlü komşuya sahip olmuştur. Böyle bir ülke bu komşular tarafından saldırıya maruz kalma riski ile karşı karşıya olduğu için, kendini savunma ihtiyacını mutlak olarak hisseder. Farklı bileşim ve yönelimleri olan çok sayıda ülke ile sınırdaş olan devlet genel olarak ya silâhlanarak, ya da müttefik edinerek güvensizliğini azaltmaya çalışır. Türkiye silâhlanmak yerine çeşitli iki taraflı ve çok taraflı güvenlik düzenlemesine girmiş ve bunların oluşturulmasında en aktif ülkelerden biri olmuştur.[39] Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından Balkan ülkeleri ile birçok barış ve dostluk anlaşmasının imzalanmış olması bu çerçevede yorumlanabilir.
Cumhuriyetin kurulması ile Türkler uluslar arası sistemde statükodan memnun bir ulus olarak göründü. Bunu da Türkiye’nin çok sayıda güçlü komşuya sahip olması çerçevesinde yorumlayabiliriz. Büyük güçlüklerle elde edilen bağımsızlığın ve toprak bütünlüğünün korunabilmesi, daha doğrusu yeni kurulan devletin sonsuza kadar yaşayabilmesi için, Türkiye ya güçlü sınırlara sahip olacaktı, ya da hem doğusunda, hem de batısında kararlı bir statüko bulunacaktı.[40] Bu anlayış ile hareket eden Türkiye Atatürk döneminde Balkanlar’daki istikrara büyük önem vermiştir. İzlenen barışçı politika sayesinde dış politikadan dikkatleri uzaklaştırıp Türkiye yöneticileri ülkede köklü reformları başlatmak için gerekli zaman ve enerjiyi bulmuşlardır.[41]
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Yunanistan hariç, bütün Balkan ülkelerine komünizm gelmişti. O dönemde Türkiye’nin Balkan ülkeleri ile olan ilişkileri iki kutba ayrılmıştı; Sovyet uydusu durumunda olan Bulgaristan ve Romanya ile ilişkiler minimum düzeyde iken, Sovyet tehdidi yüzünden Yugoslavya ve belli bir ölçüde Yunanistan ile olan ikili ilişkilerde düzelme söz konusuydu.[42] Ancak 1950’lerin ikinci yarısından itibaren özellikle Kıbrıs sorunu yüzünden Yunanistan ile ilişkilerin bozulması ardından,[43] Türkiye Balkanlar ile pek fazla ilgilenmemeye başlamış, AB ve ABD ile ilişkilerin geliştirilmesinde daha çok çaba harcamıştır.[44]
1990’ların başında Yugoslavya krizinin yeni patlak verdiği sıralarda, 1988’den beri süregelen Ermenistan-Azerbaycan Savaşına ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle ilişkilerin geliştirilmesine önem veren Türkiye’nin, Balkanlar’daki gelişmeleri daha geri plânda tuttuğu söylenebilir.
Türkiye’yi Balkanlar’a tekrar yönelten, İslâm dünyasının Balkanlar’daki merkezi olarak tanımlanan Bosna’da patlak veren savaş oldu. Türkiye’de Boşnaklara yardım edilmesi gerektiği şeklinde güçlü bir kamuoyu oluşmuş, diğer taraftan Batının pasif kalması da eleştiriliyordu. O yıllarda Türkiye’nin Bosna krizini istismar edip, Boşnaklar üzerinde nüfuzunu artırmaya çalışmadığını vurgulamak gerekir. Bu savaş Türkiye’nin, “Türkiye eski eğilimlerine tekrar dönüyor” şeklindeki bir algılamanın ortaya çıkmasından özellikle çekindiğini bir kez daha ortaya koymuştur. Bosna Savaşı’nın patlak vermesiyle, Boşnakları korumak amacıyla Türkiye’nin uluslar arası toplumdan bağımsız olarak girişimlerde bulunabileceğine dair spekülasyonlara yer verilmişe de, Türkiye sürekli BM ve AGİT şemsiyesi altında örgütlenen çok taraflı girişimlerden yana olmuştur.[45] Bosna Savaşı’nda Boşnakların aleyhine çifte standartların uygulandığını her ne kadar dile getirmişse de, Türkiye pratikte duruma bağımsız olarak müdahale etmemiş ve bütün adımları uluslar arası topluluğun adımları ile uyumlu bir şekilde atmıştır.[46] O yıllarda Türkiye’nin ısrar ettiği noktalardan biri, silâh ambargosunun kaldırılmasıydı.[47] BM Güvenlik Konseyi 1991’de Tito Yugoslavyası’na karşı silâh ambargosu kararı almıştı. Bu karar daha sonra bağımsız olan Bosna-Hersek’e de uygulanmıştır. Bosnalı Sırplara Sırbistan silâh yardımında bulunduğu için, söz konusu silâh ambargosu zaten ellerinde pek fazla silâh olmayan Boşnakların aleyhine olmuştur.
1990’lı yılların başında Balkanlar’da yaşanan savaşların Kosova, Arnavutluk ve Makedonya’ya yayılabilmesi ihtimali, Türkiye’yi de savaşa sokmakla tehdit ediyordu. Türkiye o yıllarda, Yunanistan ile iyi geçinemeyen Arnavutluk ve Makedonya’nın en güvenilir müttefikiydi; Makedonya’ya karşı mevcut olan ve “Makedonya” isminin kullanılmasından kaynaklanan Yunan düşmanlığı,[48] Türkiye’nin bu ülke ile yakın ilişkiler kurma kararına katkıda bulunmuştur. Diğer taraftan 1992’de Arnavutluk’ta “Demokratik Parti” lideri Sali Berişa’nın iktidara gelmesiyle, Yunanistan ile iyi geçinemeyen Arnavutluk[49] Türkiye ile olan ilişkilerini yüksek seviyeye çıkarmıştı. Atina Türkiye’nin bölgedeki bu etkinliğini “çevrelemenin” bir yolu olarak görmüştü. Türkiye ve Yunanistan’ın birbirlerini karşılıklı olarak yayılmacı olarak algıladıkları söylenebilir. 1995’te yapılan bir kamuoyu yoklaması, Yunanlıların % 89’unun Türklere karşı düşmanca duygular beslediklerini ortaya koymuştur.[50]
1996’dan sonra Arnavutluk Yunanistan ile yakınlaşmasına daha çok önem vermeye başlamıştır. İktidara geçen Demokratik Parti’nin geleneksel rakibi olan Sosyalist Parti’nin, Türkiye’yi “Berişa yanlısı” olarak görmekte olmasının, |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
| |